Önsöz, s. 7-11
Düş Parası’nın biraz daha kısa olan ilk şekli 1934’te yayımlanmıştı. Elinizdeki kitap basit bir yeniden basım, hatta daha önce yayımlanmamış kimi paragrafların da eklendiği düzeltilmiş bir ikinci edisyon değil. Bazı bölümlerin neredeyse tamamı yeniden yazıldı, bazıları hatırı sayılır ölçüde genişletildi; bazı yerlerde eski kitabın neredeyse hiçbir satırı esirgenmeden düzeltmeler, makaslamalar, farklı yerleştirimler yapıldı; bazı yerlerdeyse, aksine, 1934 basımından uzun pasajlar aynı bırakıldı. Romanın bugünkü haliyle aşağı yukarı yarısı, 1958-1959’da yeniden kurgulandı; bu yeni kurguda eskiyle yeni öylesine iç içe girdi ki, yazarın bile birinin nerede başlayıp ötekinin nerede bittiğini ayırt etmesi neredeyse imkânsız hale geldi.
Aynı kalanlar sadece roman kişileri, adları, kişilikleri, karşıllıklı ilişkileri ve onları çevreleyen dekor değil; kitabın temel ve ikincil temaları, yapısı, olayların çıkış noktası ve çoğunlukla vardıkları nokta da hiç değişmedi. Her iki basımda romanın merkezi, diktatörlüğün on birinci yılında Roma’da bir antifaşist suikastın yarı gerçekçi, yarı sembolik anlatısıdır. Her ikisinde de suikast girişimiyle kimi yakından, kimi uzaktan ilişkili, bazıları ona tamamen yabancı, ama hemen hepsi az çok bilinçli şekilde dönemin çelişkileriyle düsturlarından etkilenen belirli sayıda trajikomik kişi, merkezdeki olayın üç-dört kahramanının etrafına toplanır. Düş Parası’nın her iki basımında, bilinçli olarak ilk bakışta çağdaş bir Commedia, hatta Tragedia dell’Arte’den fırlamış gibi görünebilecek roman kişileri seçilmiştir; amaç, her birinin en ayırt edici, en özgün yönlerini vurgulamak, ardından bazı durumlarda bu benliklerinden daha temel bir ilahi yönleri olduğunu sezdirmektir. İki kitapta da mitolojiye ya da alegoriye kayış az çok benzerdir ve faşizmin on birinci yılındaki Roma’yla insanın serüveninin ebediyen yaşandığı Şehir tek bir bütün oluşturur. Son olarak, her iki kitapta aynı roman kişilerinin ve temaların tekrar ortaya çıkışıyla ya da ikincil temaların eklenmesiyle zaten ilişkili olan olayları birbirine bağlamak için, bilinçli şekilde beylik bir yöntem, elden ele geçen madeni para seçilmiştir; on liretlik para, her biri kendi tutkularına ve özündeki yalnızlığa gömülmüş olan insanlar arasındaki temasın simgesine dönüşür. Düş Parası’nın bir bölümünü yeniden yazarken neredeyse her an, bazen çok farklı cümlelerle de olsa, aşağı yukarı tıpatıp aynı şeyi söylemiş oldum.
Peki öyleyse, bu kadar kapsamlı bir yeniden kurgulamaya niçin gerek duydum? Cevabı oldukça basit. Romanın bazı paragrafları, tekrar okuduğumda bana fazlasıyla kasıtlı biçimde eliptik, fazlasıyla muğlak, bazıları fazla süslü, fazla katı ya da fazla gevşek, bazıları da düpedüz kötü gelmişti. 1959’da yayımlanan kitabı 1934 baskısından farklı bir kitap haline getiren değişikliklerin hepsi, kimi olayları daha eksiksiz, dolayısıyla daha bireyselleştirilmiş biçimde sunmayı, psikolojik örgüyü genişletmeyi, kimi yerlerde sadeleştirip açıklığa kavuşturmayı, kimi yerlerde de, mümkünse derinleştirip zenginleştirmeyi amaçlıyor. Birçok yerde gerçekçiliğe, bazı yerlerde şiirselliğe daha fazla yer vermeye çalıştım; sonuçta ikisi aynı şeydir ya da aynı olmalıdır. İlk kitapta da sık sık karşımıza çıkan, bir plandan diğerine geçişler, dramdan komediye ya da yergiye ani sıçramalar ikinci kitapta iyice sıklaştı. Daha önce de kullanılan doğrudan ve dolaylı anlatı, tiyatro diyalogları, hatta bazen lirik arya gibi anlatım araçlarına çok nadir durumlarda iç monolog eklendi; bu iç monoloğun amacı, çoğu çağdaş romandaki gibi bize beynin birbirini izleyen imge ve izlenimleri edilgen biçimde yansıtan bir aynasını göstermek değil; burada iç monolog kişiliğin temel unsurlarına ve neredeyse basitçe evet-hayıra indirgenmiştir.
Roman okurundan çok yazarını ilgilendirebilecek bu örnekleri çoğaltabilirdim. En azından eski bir eseri yeniden ele almanın, değiştirmenin, hele hele kısmen yeniden yazmanın beyhude, hatta zararlı bir çaba olduğu, yeni kitabın mutlaka coşku ve şevkten yoksun olacağı yolundaki yaygın görüşe itirazımı belirtmek isterim. Aksine, nicedir sabitlenmiş bu maddenin tekrar esneklik kazanmasını görmek, artık hatırlamadığım koşullarda hayal ettiğim bu serüveni tekrar yaşamak, romanın gerçeklerini bir zamanlar yaşamış olduğumuz, daha derinlemesine keşfedebileceğimiz, daha iyi yorumlayabileceğimiz ya da daha fazla açıklayabileceğimiz, ama değiştirmeye gücümüzün yetmeyeceği durumlar misali tekrar karşımda bulmak benim için hem bir deney hem de bir ayrıcalıktı. Bugün de sahip olduğumuz düşünce ve duyguların dışavurumuna daha uzun bir insanlık, özellikle de zanaatkârlık deneyiminin katkısını ekleyebilme imkânı bana sevinçle, aynı zamanda bir çeşit tevazuyla kabul edilmesi gereken çok değerli bir şans gibi göründü.
Kitabın iki halinde de değişmeyen, değişmemesi gereken şey, özellikle siyasi atmosferidir; diktatörlüğün on birinci yılında Roma’da geçen roman her şeyden önce bu belirli tarihi korumak zorundaydı. Bu birkaç hayali olay, Carlo Stevo’nun sürgün edilmesi ve ölümü, Marcella Ardeati’nin suikast girişimi 1933’te, yani rejim düşmanlarına karşı sert olağanüstü hal yasalarının birkaç yıldır uygulandığı ve diktatöre karşı birçok benzer suikast girişiminin düzenlendiği dönemde geçer. Bu dönem Etiyopya seferinden, rejimin İspanya İç Savaşı’na katılmasından, Hitler’le yakınlaşmadan ve kısa süre sonra boyunduruğu altına girilmesinden, ırkçı yasaların çıkarılmasından ve elbette karmaşa ve felaket yıllarından, ama aynı zamanda yüzyılın ikinci büyük savaşındaki partizanların kahramanca direnişinden önceki dönemdir. Dolayısıyla 1933’teki durumla 1922-1933 arası filizlenerek ileriki yıllarda sonuçlanan daha da karanlık durumu karıştırmamak önemliydi. Marcella’nın eylemi neredeyse bireysel, trajik biçimde tecrit edilmiş bir protesto olma özelliğini korumalı, ideolojisinde yakın geçmişin İtalyan muhaliflerine damgasını vurmuş anarşist doktrinlerin izi bulunmalıydı; Carlo Stevo görünürde geçerliliği kalmamış, yine görünürde beyhude siyasi idealizmini, rejim ise İtalyan halkından çok belki yabancıların gözünü boyayan, olumlu ve muzaffer diye nitelenen yönünü korumalıydı. Düş Parası’nın yeniden basılmaya değer bulunmasının nedenlerinden biri, basıldığı dönemde faşizmin şaşaalı dış görünüşünün ardında saklı kof gerçekle yüzleşen ilk Fransız romanlarından biri (belki de ilki) olmasıydı; aynı dönemde yarımadayı ziyaret eden nice yazar geleneksel pitoresk İtalya’ya bir kez daha hayran olmakla yetiniyor ya da trenlerin (en azından teorik olarak) vaktinde kalkmasını alkışlıyor, bu trenlerin varış noktasını merak etmiyordu.
Bununla birlikte, siyasi tema yeni basımda, kitabın diğer bütün temaları gibi, belki onlardan da çok pekiştirilip geliştirildi. Carlo Stevo’nun serüvenine daha fazla sayfa ayrıldı, ama sözü edilen koşulların hepsine ilk anlatıda kısaca ya da zımnen zaten değinilmişti. Siyasi olayların ikincil roman kişileri üzerindeki etkisi ikinci basımda daha belirgindir: Marcella’nın suikast girişimi ve ölümü, birinci basımdan farklı olarak, köşedeki yaşlı çiçekçi Dida ve yabancı seyyah Clément Roux’nun yanı sıra, roman kurgusuna yeni eklenen yegâne figüranlar olan kafenin sahibesiyle esasen eski kitaptaki gibi devasa bir gölge olmayı sürdüren diktatör tarafından da laf arasında yorumlanır; ikinci kitapta siyaset sarhoş Marinunzi’yi neredeyse içki kadar esritir. Son olarak da Alessandro’yla Massimo’nun tanıklık işlevi farklı şekillerde pekişmiştir.
Kuşkusuz hiç kimse siyasal kötülük kavramının ikinci basımda ilkine göre daha önemli bir rolü olmamasına, 1959 tarihli Düş Parası’nın, zaten öyle olan 1934 basımından daha acı ya da ironik olmamasına şaşırmayacaktır. Ne var ki, kitabın yeni kısımlarını bir başkasının eseriymiş gibi tekrar okuduğumda, şimdiki içeriğin hem biraz daha keskin oluşu hem de eskisi kadar karanlık olmayışı, insanın kaderine ilişkin kimi hükümlerin belki eskisi kadar katı olmakla beraber eskisi kadar belirsiz olmayışı ve ilk halinde kitabın birbirinden ayrı, neredeyse uzlaşmaz iki temel unsuru olan düşle gerçekliğin şimdiki basımda hayat denen bütünde birbirine karışmaları dikkatimi özellikle çekiyor. Salt biçimsel hiçbir düzeltme yok. İnsan macerasının yirmi beş yıl önce düşündüğümüzden daha da trajik, ama aynı zamanda çeyrek yüzyıl önce tasvir ettiğimden daha karmaşık, daha zengin, bazen daha yalın ve bilhassa daha garip olduğunu düşünmem, kuşkusuz bu kitabı yeniden yazmamın en önemli nedeniydi
Mount Desert Adası, 1959