| ISBN13 978-605-316-007-6 | 13x19,5 cm, 168 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Hüsran Üzerine, s. 11-14 Tragedyalar istediklerini elde edemeyen insanların hikâyeleridir, ama istediklerini elde edemeyen insanlarla ilgili her hikâye trajik bir görünüm taşımaz. Komedyalarda insanlar istediklerinin bir kısmını elde eder ama tragedyalarda insanlar istemenin bir işe yaramadığını keşfeder ve olay örgüsü çözüldükçe istediklerini sandıkları şeyin giderek daha azına erişirler. İşin aslı, hem istedikleri şey hem de isteklerine ulaşmaya çalışma yöntemleri bir tahribata yol açar; nihayetinde de trajik kahraman olarak adlandırılan karakterin ve tabii ki onun düşmanlarının ve yandaşlarının yıkımına sebep olur. Adına ister hırs, ister aşk veya hakikat arayışı densin, en basit şekliyle belirtmek gerekirse tragedyalar, herhangi bir şeyi (bir kralı tahtından etmeyi, babanın intikamını almayı, gözde kız evladın sevgisini dile getirmesini) arzulamanın acı sonunu gözler önüne serer. Trajik kahramanlar başarısızlığa uğramış pragmatistlerdir. Hedefleri gerçekdışı, yöntemleri ipe sapa gelmezdir. Daima gereksinim durumunda bulunduğumuzu, psikanalist John Rickman’ın tabiriyle “içgüdülerin esiri” olduğumuzu ve mütemadiyen bir şeyler istediğimizi düşünürsek, arzuyu trajik, keyifli değil de netameli, hayat dolu değil de dehşet verici yapan nedir? Isaiah Berlin “İki Özgürlük Kavramı” başlıklı yazısında yer alan meşhur beyanında liberal duruşu ortaya koyar: “İnandığım üzere, insanların hedefleri çeşit çeşit ve prensipte birbiriyle uyumsuzsa, çatışma ve tragedya ihtimalini insanların ne şahsi ne de toplumsal hayatlarından bütünüyle ortadan kaldırmak asla mümkün değildir.” İsteklerimiz her daim rekabet içindedir ve çoğunlukla da birbiriyle çelişir, dolayısıyla seçim yaparken temel unsurlar feda edilir. Yaşam, insanlar öyle her istediklerini elde edemedi diye değil, arzuları kendilerine hasar vermeye başladığında, istedikleri şey katlanılmaz kayıplara gebe olduğunda trajik bir hal alır. Bir tragedyadan yola çıkarak adlandırılmış olan Oidipus kompleksinin trajik olarak tasvir edilebilecek yanı şudur: Freudcu senaryoya göre, bir ebeveynini arzulayan çocuk ötekini rakip pozisyonuna sokar ve ileride samimi arzulara sahip bir yetişkin olabilmek için eninde sonunda ebeveynlerine duyduğu ihtiyacı aşmak zorunda kalır. Cinselliği yaşayabilmek için çocukluğu geride bırakmanız gerekir ve tabii bu geride bırakmanız gereken tek şey de olmayabilir. Arayış, buna değip değmeyeceğinin keşfedilme sürecidir de denilebilir (“yaşamınızı bulmak için önce onu kaybetmelisiniz” anlayışının bir türevidir bu). Zira Berlin’in de belirttiği üzere, hedefler çeşit çeşit ve çoğunlukla birbirine zıt olduğundan bazen sarsıcı kayıplar yaşanması kaçınılmazdır. Shakespeare’in Kral Lear’ı ülkesini üçe ayırmayı ama Cordelia’ya ait üçte birinin diğer ikisinden daha “zengin” olmasını, tacından feragat ettiği halde iktidarını bir nebze de olsa korumayı, kızlarının ve damatlarının kendisine arka çıkarak onunla işbirliği yapmalarını, başkalarının evinde dilediği gibi yaşamayı arzular. İstediği ve ihtiyacı olan her şeyi yitirir. Pragmatik bir insan, yaşama sanatının özünün birbiriyle bağdaşmayan istekleri bağdaşır duruma getirmek, arzuları birbirini saf dışı bırakmayacak şekilde tanımlamak olduğunu söyleyecektir (Lear, Cordelia’ya, “Tamam, senin için nasıl uygunsa öyle yap,” diyebilir). Liberal bir gerçekçi ise bu yaklaşımın insani gereksinimlerin doğasına aykırı olduğunu ileri sürecektir. Pragmatik düşünenlere göre, kendi önümüze imkânsız seçenekler koyarak hayatımızı imkânsız hale getiririz. Gerçek hayatta sözgelimi adalet ve merhamet bir arada olabilir, hem çocuk kalıp hem de yetişkinlere özgü ilişkiler kurabiliriz. Liberal gerçekçiye göre ise, özellikle de “Eski Nazilerin keyifli bir hayat sürmesine izin vermeli miyiz?” gibi çetrefil meselelerde, merhamet ve adalet ancak bu iki kavram anlamlarından soyutlanırsa yan yana gelebilir. Görüleceği üzere bu iki duruş da, başka ne şekle bürünürlerse bürünsünler, aynı soruna yani hüsran sorununa getirilen farklı çözümlerdir. Arzunun yarattığı sıkıntı ve güçlükler hüsrandan doğar; bir şeyi tercih ettiğimizde başka bir şey yüzünden hüsrana uğrayabiliriz. Dolayısıyla hüsrana katlanıp katlanamayacağımız ya da bunu isteyip istemediğimiz son derece belirleyicidir. “İhtiyaçlarımız” dediğimiz şeyler konusunda bu kadar emin ve ikna edici varlıklar olmasaydık bu durumun ceremesini başka şekillerde çekiyor olurduk. Tragedyalar hüsrana uğramanın eşiğinde olan, bir şeye ihtiyaç duymaya başlayan bir kişiyle başlar ve ilk etapta anakarakterin gözünde henüz tragedya değildirler. Tragedyaların açılış sahnesi, önce tanımlanması sonra da çözülmesi beklenen ivedi bir gerilimin dramatize edilmesini içerir. Tragedyanın başlarında herkes pragmatiktir; herkesin bir cevabı ve sorunun büyük ihtimalle çözüleceğine dair inancı vardır. Bilinen ilk İngilizce sözlük olan Robert Cawdrey’nin 1604 tarihli A Table Alphabeticall (Alfabetik Bir Tablo) adlı eserinde frustrate (hüsrana uğratmak) kelimesi make voyde, deceive (boşa çıkarmak, kandırmak) olarak açıklanır. On yedinci yüzyılda make voyde aynı zamanda “sakınmak” (Coriolanus’un Tragedyası’nda geçtiği üzere: “Eğer ölümden korksaydım, / Dünyada herkesten çok senden sakınırdım”, IV.5*) ve daha yaygın olarak da “kurtulmak”, “boşaltmak” anlamlarına geliyordu; deceive de sadece kandırmak değil, aynı zamanda “hayal kırıklığına uğratmak” demekti. Kaçınmak elbette kurtulmak anlamı taşır, ama “kandırmak” kelimesiyle bir araya gelince “hüsrana uğratmak”, birini istediği şeyden mahrum bırakmanın ötesinde yalan ve aldatmacayla ilgili bir hal alır ve cimrilikten ziyade üçkâğıtçılığa, hinliğe ve hesapçılığa dayanıyormuş gibi görünür. On yedinci yüzyıldaki anlamı çerçevesinde birini hüsrana uğratmak, birini bile isteye yanıltmak demektir. İşin içinde bir hile, gayrimeşru bir durum vardır. Bildiğimiz kadarıyla Cawdrey kaçamak davranışlar sergileyen birinden ziyade açık sözlü bir adamdı ve otoritelerle de başı beladaydı. Kraliçe Elizabeth’in mütehakkim kilisesinin zulmüne maruz kalmıştı (sözlüğünde “zulmetmek” kelimesini “acımasızca davranmak” olarak tanımlar); Anglikan Kilisesi’ne bağlı olmayan püriten bir rahipti ve “kürsüde sapkın konuşmalar yaparak Dua Kitabı’ndaki ahlaksızlıklara değinmek” ve “ibadet ayinlerine ve dini törenlere intibak etmeyip karşı çıkmak” (İlk İngilizce Sözlük) gibi davranışlarla nam salmıştı (Cawdrey “intibak etmek” deyimi için “uyum göstermek, razı gelmek” der). Şimdilerde, rahiplikten atılmak üzere olan müstakbel bir sözlükbilimcinin “kürsüde sapkın konuşmalar” yapmasının son derece yerinde olduğunu düşünebiliriz. Cawdrey’nin anladığı haliyle “hüsrana uğratmak” birini açık açık bir şeyden mahrum bırakmak anlamı taşımaz; söz konusu olan –o garip make voyde tabiriyle ifade edildiği üzere– kelimenin gerçek anlamıyla bir şeyi hiçe çevirmek, içini boşaltmak, kandırmak, birini yanlış bir şeye inandırmaktır. Deyim yerindeyse, bir nevi sihir, gözbağıdır; görünen şey aslında yoktur, yanlış olan doğrudur. * William Shakespeare, Coriolanus’un Tragedyası, çev. Özdemir Mutlu, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2010. – ç.n. |