Ceren Cevahir Gündoğan, "Gövdenin kökle kavuşması", biletsiz.com, Aralık 2012
Haydar Karataş’ın, Gece Kelebeği (Perperık-e Söe) (İletişim, Mayıs 2010) adlı Dersim ’38 kırımını bir küçük kızın gözünden anlattığı eşsiz romanını okuduğumdan beri, ikinci kere Türkçe yazılmış bir roman karşısında içine düştüğüm duyguları tarifleme sıkıntısı yaşıyorum. Bu yazı, bir kitap tanıtma yazısı değil bu yüzden. Okurken ve okuma bitiminde hissettiklerimi tarif etme çabası. Öncelikle kendime. Sonra, yazıyı okuyan herkese…
34 yaşındaki Ali İhsan, Eskişehir’deki yarım kalmış üniversite öğrenciliğinden sonra ‘döndüğü’ Küçükçekmece’de, ‘babaevi’nde, 80 yaşlarındaki babaannesiyle yaşar. Annesi ve babası ölmüştür, ağabeyi yıllar önce gittiği Rusya’da ‘yeni ailesiyle’ yaşamaktadır. Arada bir, ‘kardeşlik icabı’ arar Ali İhsan’ı veya babaannesinin Doğu aksanıyla telaffuz ettiği üzere; Alisan’ı… Kendi duygularıyla –benim gibi, senin gibi, onun gibi… – boğuşan, ‘ben böyleyim’lerden hemen sonra ‘ben neden böyleyim’leri sorgulayan Ali İhsan’ın içsesini, ikinci tekil şahıs anlatımıyla, böylesine zor bir şeyi usta işi bir hünerle anlatan yazarı roman bitimine dek hiç sıkılmadan okudum… Sıkılmayışımın nedenlerinden biri, köklerimin Doğu’da gövdemin Batı’da olmasından kaynaklanan arada deredelik halini, Ali İhsan’ın içsesinde, serzenişlerinde o kendini hayat karşısında yenilmiş ve sahipsiz hissedişinde görmemdir. İnsan sanırım kendini bir başkasında görünce hele ki böyle bir anlatımda görünce tamamlanmış hissediyor. Bir nevi aynaya bakma hali aynısının aynası, gibi. Ve kendini ‘tam’ hissettiği yerde, ince bir tülden hüzünle sarmalanıyor, roman bitiminde…
”Bütün bu gün boyu dolaşmalardan sayısız sesle görüntüden oluşmuş saldırgan bir uğultudan başka aklında kalan hiç bir şey yok. Yaşadığın bu kent sanki sana hiç dokunmuyor, değmiyor bile. Tek duyduğun ara sıra yükselen, üzerine abanan bir boğulma hissi. Bir güç gerek bana, diyorsun, bir güç ama bu gücü nasıl bulacağım, nereden alacağım?” (Son Adım, s. 68)
Ali İhsan, günlerini -yıllarını mı demeliyim?- böyle duygularla geçirir. Kendi içinde hep bir arama, soru sorma hali: Ben neden böyleyim? Kendim için ne yapabilirim ve nasıl yapabilirim? Onu silkindirecek duygu, bu yapayalnız genç adamın yaşamına sakınmasızca giren bir sevgiliyle ‘gelir gibi’ olur.
İşten çıkartılır ve bir süre iş arıyor ‘gibi’ gözükür, bir süre sonra ‘gibi gözükmekten’ de vaz geçer. Artık hep evdedir. Alt komşusu da olan sevgilisiyle sık sık birlikte olur.
Babaanne uzun bir ölememe halinden sonra bir gün, ölür… Ali İhsan onun inatçı bir kadın olduğunu, her zaman da inatçı olduğunu söyler. Ve kendisinin ‘bir yerlerinin bozulduğunu’. (Ama neresi?)
”Bunu nasıl onaracağını bilmiyorsun. Onarılabilir mi? Yoksa bu noktayı geçtin mi? Sana öyleymiş gibi geliyor: İçinde bir şey onarılmayacak biçimde bozuldu.” (s. 106)
Zamana karşı, kendini korumaya çalışan kimselerin duygularıdır bunlar. Aslında çıldırtıcı olan, zamanın avucumuza gelmeyişi belki de… Hiç bir zaman –belki bir tek çocukluğumuzda– tutamadığımız bir şeyin yaş aldıkça, kendini bizden uzağa atmasının korkusuyla yaşıyoruz. Farkında olmayana ne mutlu, kaygı öylelerinin literatüründe bulunmaz (sanırım), ama farkında olanın umut etmekle ilgili bambaşka bir yerde olduğunu, umut ve umutsuzluk arasında kıvrım kıvrım kıvrandığını biliyorum…
Babaanneyi gömmek için, Dersim dolaylarındaki ana-baba köyüne gider Ali İhsan. Niyeti, babaannesini –vasiyeti üzere– dedesinin yanında toprağa bırakıp ‘geri dönmek’tir… Halasının evinde, bilmediği bir dilin içinde geçirir günlerini.
”Bu dilin uğultusu bu. Senin çok az bildiğin, artık neredeyse tamamen unuttuğun bir dilin sersemletici, baygınlaştıran uğultusu” (s. 162) der bir yerde, uzağında olduğu(nu sandığı) dille bir zaman sonra başka bir anlam(a) üzerinde buluşur, şunları da ekler ve kendine yöneltir ibreyi: ”Ama şimdi başka bir olasılığın daha olduğunu fark ediyorum: Bunlar dildi, ama ben bu dili anlamak istemedim, böyle bir dili işitmek istemedim.” (s. 211) Bireyin kökleriyle yüzleşmesinin muazzam farkındalığı olan bu cümlenin devamı, yazık ki acı verici bir şekilde devam eder. Romanı okurken ‘uyanış’ notu düştüğüm paragraf: “Bütün yaşamımı görüyorum Kader, tam, eksiksiz, dopdolu karşımda uzanıyor. Onu niçin şimdiye kadar hep eksik, yarım, boş bir şey olarak gördüm? Dahası gördüğüm tüm yaşamlar eksikti, yarımdı, bir yaşam taslağıydı, hatta belki taslak bile değildi, yaşam daha doğmadan, varlık fırsatı bulmadan ölmüştü, öyle düşünüyordum. Ama bakışımı ölü yapan şeyi, bana hep aynı şeyi gösteren kendi körlüğümü göremiyordum. Öyle görünüyor ki yalnız kendi yaşamımı değil hiçbir yaşamı doğru dürüst anlayamadım.” (s. 246)
Bu uyanış cümleleri, ’90'lı yılların sonuyla 2000'lerin başı arasında geçtiğini ‘tahmin ettiğim’ romanda, insan bedenine yapılabilecek en korkunç en acı verici şeylerin gerçekleştiği bir işkencehanede geçer Ali İhsan’ın zihninden… Bu babaanneyi toprağa bırakıp ‘eve’ dönecek genç adam, yapacak hiç bir işi olmamasına rağmen, bir türlü gidemez, gidişi uzar. Kök, gövdeyi çekmiştir bir kere… İstanbul’da onu bekleyen sevgilisinin adı Kader’dir, onun da uzağına düşmüştür, kaybetmiştir onu. Kaderi kaybetmektir Ali İhsan’ın… ‘Kendi’ olduğu yerde, kaybolmuştur.
Türkiye edebiyatının Yabancı’sı olarak okudum Son Adım’ı. Ali İhsan’ın, babaannesini gömmek için Doğu’ya, baba memleketine yolculuk yapacağı ana kadar olan bölümler, özellikle… Sonrasıysa, başlıbaşına kendi ekolünü oluşturuyor yazar, kendinden başka hiç bir şeye benzemeden…
Dünyanın tüm infaz edilenlerine bir anıt niteliği taşıyan bu eşsiz roman, sanatsal değeri yüksek bir biçimde ve tek kelime siyasi söylemde bulunmadan iktidarın, faili meçhullerin kirliliğini, kan lekelerini büyük bir gerçeklikle anlatıyor. Ali İhsan/yazarla veya yazar/Ali İhsan’la sesleniyor onlara: ”Sizin, diyorsun, bilmediğiniz bir gerçek var. Sözcükler ağzından zayıf, kuru, sayıklar gibi, fısıltıyla dökülüyor yine de fısıltı odayı dolduruyor, insan bir hiç değildir.” İnsan bir hiç değildir!
Duygularımı tarif etmekti niyetim, Ali İhsan gibi, romanın içine girdim ve bu gerçekliğe dönemedim… Hem yüksek hem derin bir roman okumak isteyen herkese Son Adım’ı tavsiye ederim. Ve Dürrenmatt’ın Büyük Romulus’a söylettiği anlamlı bir cümlesiyle ne kadar yazarsam yazayım tarif edemediğim duygularımın dökümünü bitireyim...
”Bir devlet, cinayet işlemeye başladığı zaman kendine daima vatan adını takar.”
F. Dürrenmatt