"Mayıs", s. 60-69
Det er vår Herre som de kaller rasist. De er galne folk. De må lese Bibelen. [1]
Kambur, küçük vücudunu zorlayıp başını kaldırdı, yüzüme baktı ve bunları söyledi. 1 Mayıs gösterilerini izlemek için kent merkezine gelmiştik. Konuşan bir sendika temsilcisiydi; Chicago'yu, işçi sınıfını, ırkçılık karşıtı cephenin güçlendirilmesi gerektiğini anlatıyordu. (Birkaç ay sonra, Şilililerin –kentteki en kalabalık yabancı azınlığın– yaşadığı binaları ("getto" diyesim gelmiyor; çünkü bu kentte, Berlin'dekine, Paris'tekine, hatta Århus'takine benzer "yabancı gettoları" yok) bombalamaktan sanık ırkçı parti başkanının "zamansız" salıverilmesini protesto eden bir gösteriye katılacaktım.) Konuşmalar arasında müzik grupları kısa konserler veriyorlardı. Bir ara Afrika Dans Grubu gösteri yaptı. Dokuz on kişiden Afrikalı olan sadece çalıştırıcılarıydı; iri yapılı, enerjik bir kadın. Tek bir erkek vardı grupta; "bu 'kadınlar ülkesi'ne çok uygun," diye düşündüm. Bir ara yağmur yağdı, gösteriye ara vermediler. Yılda ortalama üç yüz gün yağmur gören bu kuzey kentinde her yağışta yapılan işe ara verselerdi, kimsenin burnunu dışarı uzatmaması gerekirdi zaten. Belediye Kütüphanesinin gazete bölümünde çalışan adamla karşılaştım, selamlaştık. Onu çalıştığı yer dışında ilk kez görüyordum; bir tanıdığımı görmüş gibi oldum. Yalnız başına gelmişti gösteriyi izlemeye, yaşlı kadın gibi...
"Bu ülkenin yurttaşları olarak siz de böyle düşünmüyor musunuz?" diye üsteledi kadın. Arkadaşım kendi dilinde, "Biz yabancıyız," dedi. Yüzümüze birkaç saniye bir şey söylemeden baktı, sessizce uzaklaştı. Danca konuşulmuş olması kötü gelmiş olmalıydı. "Dört yüz yıllık gece"yi biliyor muydu acaba? Bazılarını tanıdığım bir grup gencin yanına yaklaşıp aynı şeyleri yineledi. Onlar bu ülkenin yurttaşıydılar ama bu da yetmedi; güldüler, alaya aldılar, dinlemediler kadını.
Yalnızdı, öfkeliydi. Yaşamını taşıyamıyor, sürükleyemiyordu. Varlığı, saltık bir yalnızlığın içinde yüzen, küçük, derme çatma bir saldı. Ne yöne bakarsa baksın ufuk çizgisini görüyordu. Baktığı sonsuzluğun umarsızlığını bulanıklaştırıp unutturacak geçici paravanlar da kalmamıştı. Sevmiyordu artık; bir başkasını, bir şeyi, kendini... Belki ülkesini bile. O da, bakışlarını aşağı çevirmişti; geçmişe.
I
İsveç'ten de yakayı sıyırıp tam bağımsızlığa geçmelerini izleyen on beş yirmi yıl içinde doğmuş olmalıydı, bir köyde; herkes gibi. Büyük bir köyün küçük bir köyünde. Soyadından, kara mizah konuları yaratmak bahasına feragat ettirilip, "Dört yüz yıllık gece"yi yaşatan ülkeden ithal edilen kralı sevmişti. Kral, sevilirdi.
Ailesi çiftçilikle uğraşıyordu, dindardı. Üç kız kardeşin en küçüğüydü. Aksatmadan kiliseye gidiyorlardı her pazar. Kilisede gördüğü kutsal biçim ile bayraktakinin aynı olduğunu henüz bilmiyordu. Bunu, konfirmasjon'dan az önce öğrenecekti.
Vaftizden sonra, rahiple dolaysız ikinci ilişkisi olacaktı bu. Annesi günlerce önceden öğretmişti neler söylemesi gerektiğini; Hıristiyanlığı ve kiliseyi kabul edip onayladığını bildirecekti. Bu törene katılıp da, dini, kiliseyi reddeden kızıl saçlı bir kız çocuğunu duymuştu: kuzeydeki köylerden birinde olmuştu bu olay. Gerçi o da dinini kabul etmek üzere gitmişti ama, törenin ortasında rahibin anlattıklarını ve sorduklarını çok saçma bulduğunu söyleyip kiliseyi terk etmişti. Ailesi, "ruhunu şeytanın ele geçirdiği" bu kızla korkuturlardı çocuklarını.
Kuzeyden gelen bir aile vardı köyde. Büyük kıtlıkta tüm akrabalarının okyanus ötesindeki bir ülkeye göç etmesiyle, yalnız kalıp güneye inmişlerdi. Neden kendi köylerini seçtiklerini kimse bilmiyordu. Başka yerlerde yaşayanlara dair fazla şey bilinmezdi zaten; çok çok, bir şeyler duyulurdu. Bu ülkede, dağlarla, fiyordlarla ayrılmış yaşamları vardı insanların.
Üç kişilik bir aileydi. Baba ağaç işlerinden, anne dikişten çok iyi anlıyor, kendilerine ait toprakları olmadığı için bu becerileri sayesinde geçiniyorlardı. Küçük ablası Kjersti'yle yaşıt, Jan adında bir oğulları vardı. İşleri düşmediği sürece pek kimse yaklaşmazdı onlara. Kiliseye gitmiyorlardı. Annesi "Gördünüz mü?" diyordu kızlarına. "Kuzeydeki köylerin hiçbiri İsa Mesih Efendimizi dinlemiyor. Pagan kalmıştır onlar, eski zamanın tanrılarına taparlar. Gelenekleri de farklıdır bunların. Bakın annem bir kuzey köyü için ne anlatmıştı vaktiyle: Evlilik çağındaki kızlar cuma akşamları erkenden odalarına çekilir, pencerenin önünde bir mum yakar, uyuyacakmış gibi yataklarına girerlermiş. Babaları da pencerelerine bir merdiven dayarmış. Köyün gençleri de ev ev dolaşır, üst kat penceresinden mum ışığı sızan odalara bakarlarmış. Bir merdiven dayalıysa pencereye, tırmanır pencereyi tıklatırlarmış. Genç kız çocuğu içeri alır, aileleri de buna hiç karışmazmış. Çocuk gün doğmadan gider, gece olanlar hiç konuşulmazmış. Onlara sorarsanız, bu, sözde, gençlerin evlenmeden birbirlerini tanımalarına fırsat vermek için çıkmış iyi bir gelenekmiş, zaten gece boyunca sohbet etmek dışında bir şey yapmıyorlarmış. Laf..."
Jan ile okulda tek konuşan ablası Kjersti'ydi. Kjersti, öteki ablası Ann Mari ile kendisinden, hatta anne-babalarından da hep uzak durmuş, farklı davranmıştı zaten. Konfirmasjon'a gitmekte isteksiz davranmış, bir ara "çok dini" diyerek ismini bile değiştirmeye kalkmış, tabii başarılı olamamıştı. Tor, Odin gibi isimlerin öykülerini Kjersti'den duymuştu; o da, bu kuzeyli çocuktan.
Bu törenle, içine/içinde doğduğu inanç dizgesini özgür bir biçimde seçmesi sağlanacaktı. Tanrı'ya, ailesinin söylediklerine inanıyordu. Başka bir dünya tanımıyordu. Ülkesi üzerine, "ülke" üzerine düşünmemişti hiç. Quisling başa geçmek üzereydi. Bu ismi de duymamıştı.
Okulda öğrenmiş olduğu dil ile köyde, ailede konuşulan farklıydı. Hatta, komşu köylerde bile başka bir biçimde konuşuluyordu. Kralı bir kez, Bahar Şenliklerine katılmak için kente gittiklerinde görmüştü. Konuştuklarını tam anlayamamıştı. Dili, –aynı olmasa da– okuldakine benziyordu, köydekine değil. Kente ikinci kez indiklerinde, on binlerce askerin katıldığı bir resmi geçidi izlemişlerdi. Taşıdıkları bayrağı daha önce görmemişti. Subay, kendilerine tamamen yabancı olan bir dilde konuşuyordu. Ama gene de, uzaktan uzaktan, sürekli yinelenen bazı sözcükler... Örneğin "national" ile nasjonal aynı anlama geliyordu. "Alles" ile alt'ın, "über" ile over'ın da anlamdaş olduklarından hemen hemen emindi. "Volk", folk'un; "ein", en'in karşılığı olacaktı. Hiç anlayamadığı sözcükler çoğunluktaydı: "Führer", "Reich", "Deutschland" gibi.
II
Kjersti o yıl kente taşındı. Ailesini gittikçe daha seyrek ziyarete geliyordu. Yaklaşık bir sene sonra, Ann Mari evlendi. Kjersti düğüne gelmedi. Kentten gelen haberler yüzünden ailesi çok kaygılanmış, ama daha çok kızmıştı. Kjersti nazilere karşı bir direniş örgütüne katılmıştı.
Kjersti ile iki arkadaşı, örgütün gazetesini çıkarıyorlardı. Gazetenin amacı direnişi yaymak ve örgüt içi iletişimi sağlamaktı. Direnişin beyni, İngiltere'ye kaçmış olan sürgündeki eski yöneticilerdi. Yeraltında çalışmanın tam bir dışlanmak olduğunu görmüşlerdi. Hem ülkenin polisinden, hem de nazilerden kaçıyorlardı. Kendi değer yargılarına, örgüte, liderlerine, kurtuluşa, direnişe inanıyorlardı. Gazetenin basılan her sayısı, inançlarını, umutlarını biraz daha somutlaştırıyordu.
O yazın sonuna doğru Jan da kayboldu ortadan. Anlatılanlara bakılırsa; kuzeyli ailenin köyünün yakınında bir sürü Alman gemisi vardı. Sayısız fiyordun olduğu bu bölge, gemilerin saklanması için elverişli bir sığınak olarak görülmüştü. Jan, direniş örgütünün o bölgedeki birimine katılmaya gitmişti.
Ailesinin bu savaştaki tutumunu anlayamamıştı. Babası, ülkesini çok seviyor görünüyordu. Dağları, fiyordları, gölleri anlata anlata bitiremiyordu. En güzel gelenekler, şarkılar, danslar kendi ülkelerinde, kendi köylerinde bulunuyordu. Komşu ülkeler, hatta doğu bölgeleri hakkında aşağılayıcı fıkralar biliyordu babası. Öte yandan, ülkesinin işgal altında olmasını da kabullenmişti. Bu durumu, işbaşındaki hükümetin bir "tasarrufu" olarak görüyordu. Kjersti'nin adını bile duymak istemiyordu. Annesiyle ablası ise tümüyle kopuktular bu olaylardan.
Beş yıl daha geçti. Ann Mari çocuğunu büyütüyordu. Köyden pek çıkmıyorlardı. Kjersti'yi unutmuş gibilerdi. Ülke yeniden hürdü. Kendileri için değişen pek bir şey olmamıştı. Babası bu yeni durumu da kabullenmişti. Kjersti'nin ölümüne de pek üzülmüş görünmüyordu. Kuzeyli aile ise Jan'ın ölüm haberini aldıktan sonra köyüne dönmüştü. Kuzeyden çekilirken, naziler kendi köylerinin de içinde olduğu büyük bir bölgeyi yaşanılmaz hale getirmişlerdi. Ülkenin bu kısmının yeniden inşa edilmesi gerekiyordu. Kuzeyin imarı hızla başladı. Göç eden akrabalarından birkaçı kuzey denizindeki platformlarda çalışmak üzere Amerika'dan dönmüştü. Kuzeyli aile de bu yapılanma çalışmasına katılmak istiyordu.
Köylerine döndüklerinde yeni bir yabancılık bekliyordu onları. İşgal sırasında kuzeylilerin çoğu güneye göç etmişti. O bölgeye çalışmak üzere gelenlerin çoğu da güneyliydi.
III
Birkaç yıl sonra evlenip kente yerleşti. Kocası kentteki tren istasyonunda çalışıyordu. Yıllar sonra, kızı Marit'i görmek için üniversiteye gittiğinde, ikinci kattaki büyük salonda dersin bitmesini beklerken pirinç bir levhada birçok ismin arasında Kjersti'ninkini de görecekti. Levhanın üstünde "İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAKİ DİRENİŞTE YİTİRDİKLERİMİZ" yazıyordu.
Kızı, pek çok açıdan Kjersti'ye çok benziyordu. Dindar değildi. On sekiz yaşında evden ayrılıp okula yakın, hybel denilen tek kişilik oda-ev arası bir yerde yaşamaya başlamıştı. Bir yıl sonra da sevgilisinin evine taşınmıştı. Noel ve paskalya bayramları dışında pek görüşmüyorlardı. Noelde köyde toplanılıyordu. Aylar öncesinden başlıyordu bu görüşmenin düzenlenmesi. Noele doğru heryer kırmızı renklerle donatılıyordu. Evler, mağazalar, okul kantinindeki masalar... Kırmızı örtüler ile "Nils" adında bir noel maskotu işgal ediyordu tüm ülkeyi. Mumlar yakılıyordu. Aralık ayının sonuna doğru, ülkenin güney batısındaki bu kentte hava sabah öğlene doğru aydınlanıyor, iki üç saat sonra kararmaya başlıyordu. Kuzeydeki bölgeler bu birkaç ayı zifiri karanlık içerisinde geçiriyordu.
Karanlık, soğuk, yağmur, rüzgâr ve kırmızı masa örtülerinin üzerinde yanan mumlara bakarak mutlu, sıcak birkaç gün geçireceğine sevinen insanlar... Kızının noele ilişkin izlenimleri bunlardı. İsteksizdi hep köye giderken ama, gene de kırmıyordu ailesini. Senede bir iki kezdi bu ne de olsa. Noele doğru ülkede işler yavaşlıyor, giderek duruyordu. Bir mağazaya girse, satıcı "hoşgeldiniz"i; "hoşgeldiniz, noel yakında başlayacak," der gibi söylüyordu. Bu noel geriliminden nefret ediyordu. Küçüklüğünden beri, noel zamanını, noelin kutlanmadığı, bilinmediği bir ülkede geçirmeyi düşlemişti. Kentin noel yaklaştıkça süslenmesi, istemediği biriyle evlendirileceği için zoraki giyinen bir geline benziyordu. Noel karanlığı üstüne çöküyordu. Herkes mutlu görünmeye çalıştıkça, onun içindeki boşluk büyüdükçe büyüyordu. Yirmi üçü akşamı köyde olurdu, noel gecesinin ertesi günü de ailece "noelin ertesi günü kahvaltısı sonrası yürüyüşü" yapılırdı. Yirmi altısı sabahı da kente dönerdi, her zamanki gibi. Sevgilisi de döndükten sonra, birlikte birkaç gün geçirmek için bir dağ evine gitmeyi planlamışlardı.
Şaşırdı annesini karşısında görünce. Üniversiteye ilk kez geliyordu. Evini ziyarete bile bir kez gelmişti o güne dek. Annesinin şaşkınlığını da gözlerinden okumuştu. Durumundan ona söz etmemişti. Arkadaşlarından ayrıldı, annesinin yanına gitti.
"Merhaba anne."
"Marit! Ne kadar kilo almışsın."
Derin bir nefes aldı. "Hamileyim. Sana söylemeye fırsat olmadı."
"Evlenip de ailene haber mi vermiyorsun?"
"Evli değilim anne, gerekmiyor da çocuk sahibi olmak için."
"Bunu nasıl yaparsın? Kjersti'ye benziyorsun. İsa Mesih bizi almaya geldiğinde siz günahkârlar... "
"Anne yeter! Dedemlere bundan söz etme de yaşlılar huzurlu bir noel geçirsin. Kilo aldığımı söylersin."
"Deden ölmüş. Teyzen haber gönderdi. Onu söylemeye geldim. Cenazesi yarın kalkıyor, yirmi üçünü beklemeden köye gidebilir miyiz diye soracaktım. Ama sen..."
"Gideriz tabii. Dedeme üzüldüm."
"Yalan söyleme. Dedeni sevmezdin, dindar diye. Kendi ana babanı bile bu yüzden sevmezsin sen."
"Anne, sevmemek değil. Şimdi bunları mı... Tamam sen git şimdi. Akşama doğru size uğrarım, birlikte yola çıkarız."
Ağlamalar, sızlanmalar olmadı pek cenazede. Doğayla bu kadar iç içe yaşayan insanların tepkileri de doğaya uygun oluyordu. Törenden sonra eve dönüldü, ölen hakkında anılar anlatıldı, Marit'in annesi İncil'den bölümler okudu. Hemen sonra da, miras kalan toprağın, malların nasıl pay edileceği tartışıldı. Bir fincan takımı çok gürültü koparmıştı nedense. Marit'in anneannesi mutfağa gittiğinde, Ann Mari fısıltıyla "merak etmeyin, öteki fincan takımlarının gelmesine çok kalmadı," dedi, başıyla mutfağı göstererek. Marit'in kusmak geliyordu içinden. Bu noeli onlarla geçirmemeye karar verdi. O günün akşamı, hiç kimseye aldırmayarak döndü kente.
Sevgilisi, kendi ailesinin yanındaydı. Noelden sonra geleceğine göre, üç geceyi yalnız geçirmesi gerekiyordu. Erkenden uyudu o akşam. Kötü bir gece geçirdi. Sabah dokuz buçuğa doğru uyandı. Hava karanlıktı. İlk duyduğu, mekanik, hızlı çalınan bir trampet sesiydi. Az sonra anladı bunun ne olduğunu. Bitişiklerinde, bahçesinde bayrak direği olan bir ev vardı. Kışın birkaç ay çıkarıyorlardı bayrağı, zarar görmesin diye. Bayrağın ipi, rüzgâr yüzünden direğe vuruyordu. Bahçeli evlerin çoğunda, bayrak direği için bir yer ayrılmıştı. "Ne saçma!" diye düşündü. "Yeni gelen bir yabancı, ülkede sürekli ulusal bayram var sanabilir." Kalktı, birşeyler yedi, dışarı çıktı. Hava hâlâ karanlıktı. Gideceği bir yer yoktu. Arkadaşlarının çoğu kent dışındaydı. Zaten istediği zaman gidebileceği pek kimse de yoktu. Sokaklarda kendi adımlarını dinleyerek yürüdü bir süre. Nadiren yağmurun altında bazı gölgeler geçip gidiyordu yanından; hızlı hızlı, başları önlerinde.
Bir banka oturdu. Tam karşısında, kenti çevreleyen yedi dağdan en büyüğü vardı. Tepesinde iki minik kırmızı ışık yanıyordu. Kimbilir kaç kere çıkmıştı o dağın tepesine. Gözlerini yumdu, kendini o dağın tepesinde hayal etti. Karlı bir gün geldi aklına. İki önceki mart. Eski sevgilisiyle birlikte. O dağa çıkmış, termoslarındaki kahveyi içerken kenti seyretmiş, uzun uzun öpüşmüşlerdi. Kent, gri denize doğru uzanmış, beyaz, küçük bir yarımada gibi görünüyordu. Sonra o dağdan ötekine yürümüşlerdi, üç saat sürmüştü. Dağdan kendini gördü. Simsiyah bir boşluğun içinde soğuktan büzülmüş bir nokta. Sonra kendini gene orada hayal etti. Geçmişe dönemedi bu kez, o anda oradaydı. Karanlıkta kaybolmuş, çaresiz dolanan bir kız. Çocukluk günlerini düşündü. Annesi ona dini bilgiler verirken hep oradan kaçmak istiyordu. Sevgilisini düşündü. Kendisini onun yanındayken de bazen kaybolmuş hissediyordu. Çocuğunu düşündü, elini karnına götürdü. "O da kendini karanlıkta kaybolmuş mu hissediyordur şu anda," diye düşündü. Ağlamaya başladı. Hangisi gözyaşı, hangisi yağmur damlası ayırt edemiyordu. Bir gözyaşı damlası yanağından süzüldü, kulağına girdi.
IV
Sevgilisinden ayrıldığından beri, Marit annesiyle daha çok görüşüyordu. Çocuğu üç yaşındaydı. Annesinin tüm karşı çıkmalarına rağmen, "Kjersti" koymuştu adını. (Zaten dönüp dolaşıp konulacak adlar çok sınırlıydı. Bu yüzden herkes genelde iki adla anılıyordu; ayırt edici olsun diye.) Babası ile anneannesi de ölmüştü bu geçen üç yıl içinde. Teyzesinin de köyden çıktığı pek yoktu. Annesi, biraz da bu mutlak yalnızlık yüzünden görüşüyordu kızıyla. Marit'in yuvaya verecek parası yoktu. Kjersti'ye de, kendisi hemşirelik okuluna devam ederken birinin bakması gerekiyordu. Cuma ya da cumartesi akşamları birileriyle çıktığı zaman da bırakıyordu kızını annesine. Gündüze bir şey demeden razı oluyordu da, Marit akşamüstü çocuğunu bırakıp, ertesi gün öğlene doğru şişmiş gözlerle, hâlâ alkol kokar bir vaziyette almaya geldiğinde deliye dönüyordu. Bir cumartesi günü Marit çamaşır yıkamış, balkona asmıştı. O akşam biriyle buluşacaktı. Kjersti'yi hazırladı, annesine bıraktı. Pazar günleri Kjersti anneannesindeyse, birlikte kiliseye gidiyorlardı. O sabah da kiliseye gitmek için dışarı çıktılar. Kadının aklına, Marit'in bir önceki gün çamaşır yıkamaktan yorulduğunu söylediği geldi. İçine bir kurt düştü, gecikmeyi göze alıp kızının evine gitti. Korktuğu gibi, çamaşırlar toplanmamıştı. Balkonda birer isyan bayrağı gibi dalgalanıyorlardı. Pazar günleri çalışmanın dini olarak yasaklandığını, iş yapmanın belirtilerini yok etmenin de yerleşmiş bir gelenek olduğunu kafasına sokamamıştı kızının bir türlü. Evin anahtarı vardı kendisinde. Marit'in içeride biriyle birlikte olabileceğini düşündü, ama vazgeçmedi. Eve girip çamaşırları topladı. Kimse yoktu evde. "Kimbilir nerede geçirdi geceyi," diye söylendi. Kiliseden döndükten az sonra Marit geldi. Azarlamaya hazırlanıyordu ki, kızı, evine kendisinden izinsiz girdiği için kıyameti kopardı ve evin anahtarını annesinden aldı.
Marit annesinin söylediklerini hiç umursamıyordu. Devlet, çocuklu annelere yardım etmeye başlamıştı. Bir sonraki sene hemşire olarak bir hastanede çalışmaya başlayacaktı. O zaman mali durumu daha iyi olacaktı. Sayısız erkek girip çıkıyordu yaşamına. İlişkisi bazılarıyla birkaç ay sürüyor, bazılarıyla da bir cuma akşamı boyunca... Tanıdığı erkeklerden hiçbiri içindeki yalnızlığa dokunacak kadar duyarlı değildi. Bazen, "neden erkeklerin tümünün köylü olduğu bir ülkede doğdum," diye hayıflanıyordu. Sonraları, bunun da üzerinde durmamaya başladı. Beklentilerini sınırlamayı öğrenmişti.
Ara vermiş olmasına rağmen okulu birkaç yılda bitirebilmiş, mezuniyetten hemen sonra da iş bulmuştu. Çalışıyor olmak dışında yaşayışında fazla bir değişiklik yoktu. Kjersti'nin ise, babasını tanıması için on yaşına gelmesi gerekecekti. Bir gün çıkageldi, hiç gitmemiş gibi. Kjersti'nin ilkokulda birçok arkadaşı vardı babalarını hiç tanımamış, ya da yeni tanımış olan. Bu nedenle, kendi durumu üzerine kafa yormamıştı. Bazılarının babası olur, bazılarının olmazdı. Bu konuda başka bir şey düşündüğü yoktu. Annesiyle de pek konuşmamışlardı bu konuda. Zaten annesi sayısız baba buluyordu kendisine.
Babası, uzun zaman kaldığı uzak bir ülkeden geliyordu. Kentte bir oda tuttu, ara sıra görüşmeye başladılar. Annesi de pek ilgilenmemişti eski sevgilisinin ortaya çıkışıyla. Kızını görmeye geldiğinde görüşüyorlardı. Kjersti, adıyla hitap ediyordu babasına.
Liseyi bitirirken sokakta renkli elbiselerle dolaştılar, su tabancalarıyla birbirlerini ıslattılar. Babası liseyi bitirmenin karnavala döndüğü başka bir ülke olmadığını söyleyince çok şaşıracaktı. Mezuniyetten sonra "Björn!" dedi babasına. "Ben okumaktan çok sıkıldım, üniversiteye başlamadan bir iki sene değişik şeyler yapmak istiyorum. Bana senin kaldığın şu ülkede bir iş ayarlasana"
Notlar
[1] 'Irkçı,' dedikleri ulu tanrımızın ta kendisi. Deli bunlar! İncil'i okusalar iyi ederler.Metne dön