Semih Gümüş, ''Asi Zamanlar'', Radikal Kitap Eki, 12 Temmuz 2013
Modern zamanların düşüncelerinin kent kültüründen çıktığını belirtebilir miyiz? Meksika’da Zapatistaların Lakandon ormanlarında dile getirdiği düşünceler de modern ve kentli kavramlar çevresinde oluşuyor. Subcomandante Marcos (Delegado Zero) Mexico City’de üniversiteyi bitirmiş, felsefe master’ı yapmış, profesör olarak çalışmaya başlamış bir şehirli. Kaldı ki onun silahlı mücadeleyi öne çıkarmayan sivil direniş düşüncesi günümüze özgü bir şehir radikalizmi olarak görülebilir. Bugün iktidar amacı olmadan devrimci değişim öngören çözümlemelerde Marcos’un geliştirdiği anlayışa sık sık dönüp bakılıyorsa, şehirler için verilen savaşım kültürüne anlamlı karşılıklar verdiği içindir.
Marksizmin, şehirlerin ortak yaşam alanları olarak taşıdığı anlam üstünde yeterince durmadığı söylenebilir. Yüz elli yıl önce kurulmuş bir düşünceden söz ediyoruz, o zamanlar bugünkü şehir ve kültürü yoksa, olmayanın adının konmamış olması da anlaşılır. Bu arada Marksizmi durağan ve her şeyi başlangıçta gördüğü içeriğiyle açıklayan bir düşünce olarak alınca, ondaki eksiklerin sonu elbette gelmez.
Yalnızca somut sorunlar üstüne kurulmuş bir düşünce olarak alınamaz Marksizm, öyle olsaydı yüz elli yıl önceki dünyayla bugünkü arasında köprü kurmak da olanaksız olurdu. Dolayısıyla şehir bağlamında aklımıza gelen bir dizi sorun ve konuya ilişkin önermeler bulamayız Marksizmde. Onun erken zamanlarında getirdiği çözümlerin bazıları bugünün karmaşık dünyasının duvarlarını aşamadı. Demek bugün onu yeniden yorumlarken boşluklarını da dolduruyoruz. Onun için değil, kendi sorunlarımıza çözümler bulmak için. Marksizm, onu bir düşünce biçimi, bakış açısı, çözümleme yöntemi olarak aldığımız, felsefenin yaratıcı düşüncesi içinde kendini yeniden üretme gizilgücüne koştuğumuz zaman, bugün de benzersiz yollar açabilir.
Ortak alan kültürü
Şehirlerin ortak alanları üstüne düşününce, bunun da çok yönlü bir konu olduğu kuşkusuz. David Harvey’in, tam bugünlerde okunması gereken Asi Şehirler kitabının sunuşunda, “Ortak alanın kendisi kolektif bir ilişki ise, ortak alan üzerinde ‘toplumsal bir ilişki’ tesis edilmedikçe, bu alana kolektif olarak sahip çıkmak olanaksızlaşır,” diyor Ayşe Deniz Temiz. Şu demek ki, ortak alanları devletin ve sermayenin tasallutundan kurtarmak için kuşatma çabası, onu kuşatan belli anlayışlara vermez o alanları. Gezi Direnişi toplumun bir kesiminin katıldığı bir eylemdi. Parkı ve ağaçları kormak için başladı. Kimin için? Direnişçilerin kendileri için değildi elbette. Ama bunu söylemek de yetmeyebilir. Toplumun bir başka kesiminin bir bölümü direnişe karşı çıkarken aynı kesim içinden Parkın korunmasını isteyenler de vardı. Doğru, yanlış, bilinçli, bilinçsiz, bu önemli değil. Çünkü park, aynı zamanda onların da olacak. Parkın kendiliğinden onların da olacağı biliniyor aslında ama siyasal iktidar böyle zamanlarda araya girip toplumu biz ve onlar diye bölmeye başladığında, şehirlerin ortak alanları da bölünmeye başlar. Gezi Parkı için toplumun yarısını korkutan devlet, şimdi parkı kendi toplumuna vermeye de çalışıyor. Tuhaf ve boşuna bir çaba ama devlet aklı böyle akılsızdır işte.
Bu yakaya bakınca, ortak alanların kimliği üstüne, sözgelimi Marksizm gibi siyaset kuramlarının yetersiz kaldığı yerden alıp hem güncel, hem de bugünün karmaşıklığını çözecek derinlikte düşünceler, öneriler geliştirmek gerekiyor. Çünkü şehir büyük bir hızla büyürken yeni ortak alanlarla sorunları da çoğaltıyor.
İlginçtir, bu arada şehir hakkı hareketleri yerel olmaktan çıkıyor. Brezilya’daki kent direnişleri âdeta ABD’deki şehirlerde sürüyor, iki ülke arasında büyük bir uzaklık olsa da. Bugün Gezi-Taksim Direnişi’nin bir kent hareketi olarak dünyadaki pek çok şehrin sahiplerini esinleyeceğini de söyleyebilir miyiz? Kuşkusuz. Tepeden tırnağa barışçı bir direniş hareketi olan Gezi-Taksim Direnişi, polisin zırhlı araçlarını gövdeleriyle durduran insanlarıyla, duranadam eylemiyle, önce bir occupy hareketi olarak başlayıp sonra bir buçuk aydır sürekli aktif durabilme gizilgücüyle ve kendiliğinden bir hareketin kendini her gün yeniden nasıl ayakta tutabileceği gibi özellikleriyle örnek olabilir. Şehir hareketleri siyasal hareketler değil. Çıkış nedeni de siyasal değil, sonunda öne sürdüğü talepleri de. Gücünü buradan alıyor. Siyasal olanın kendi çevresini ister istemez daraltacağını söyleyebiliriz, oysa Gezi-Taksim Direnişi, bir ay önce Türkiye’de hayal bile edilmeyen bir yığınsallık kazandı. Tam 79 ilde, yaklaşık 5 milyon kişi sokağa çıktı. Ülke tarihinde bu denli yığınsal ve nitelikli bir sivil direniş ilk kez görüldü.
Siyasal olmamak
David Harvey, “Öte yandan geleneksel solun şehir menşeli toplumsal hareketlerin devrimci potansiyelini kavramakta hâlâ güçlük çektiği de bir gerçek,” diyor. Eylemi düşüncenin önüne koşan geleneksel sosyalizm, devrimci kişiliğini tanımlama konusunda eksik kaldı. Devlet, iktidar ve sınıf savaşımı temelinde açıkladığı devrimcilik, yalnızca köktenci altüst oluşla özdeşlendi. Oysa devrimcilik amacın özüne ilişkin bir kimlik oluşturucu olarak alınmalıdır. Yani iktidar amacı olmayan, siyasal örgüt hiyerarşisini reddeden, dolayısıyla kendiliğinden hareketi öne çıkaran bir eylem biçimi, amaçlarının özü bakımından pekâlâ devrimci olabilir. Geleneksel sosyalist hareketler bunu bugün de tam anlamıyla değerlendirmiyor.
David Harvey de aynı doğrultuda, “Bu hareketler çoğu defa, bazı kısmi (sistemik olmaktan uzak) meselelere yoğunlaşan reformist hareketlerden ibaret oldukları, dolayısıyla ne devrimci ne de sahici anlamda sınıf hareketi sıfatını hak etmedikleri gerekçesiyle gözardı ediliyorlar.” diyor.
Sorun da bu. Ama gerek dünyadaki şehir hareketlerinde yaşananlar, gerek Gezi-Taksim Direnişi, devrimci hareketlerin on yılda yapamadıklarının bir ayda nasıl yapılabileceğini gösterdiği için, o eski kaygıları da değersizleştirdi. Kendinden menkul devrimci kimlik mi kazanıyor, yoksa bir kent ortak alanı için verilen demokratik direniş mi?
Bu yeni gerçekliğin bir ucunu pekâlâ Seattle’a götürebiliriz. O da antikapitalist kimliği olan bir şehir hareketiydi ve benzerlerini tutuşturan bir kıvılcım oldu. Seattle’ın fırlattığı kıvılcımı Washington’a, Cenova’ya, Prag’a hangi rüzgârlar getirdi? Kentsel müşterekler. Sonunda İstanbul ile Sao Paulo ya da Los Angeles’ta ortak alanların kullanımı konusunda benzerliklerin hemen kurulabileceği görüldü.
Burada bir başka düzey var: Şehir, kapitalizm demek. Biri, öbürü olmadan olmaz iki düzey. Dolayısıyla Hardt ile Negri’nin şehri “antikapitalist eleştiri ve siyasi eylem için bir başlangıç noktası” olarak gören düşüncesi ciddidir. Gezi-Taksim Direnişi antikapitalist bir hareket değil. Böyle bir kimliği hiç kimse seslendirmedi. Buna gerek yoktu. Sonunda nereye evrileceği düşünüldükçe, bir ucunun kapitalizmin günümüzdeki çaresiz gözükaralığına dokunacağı da görülüyor. Bilince çıkarmak anlamında. Yoksa direnişin bir ucu kapitalizme dokundu bile.
David Harvey, Asi Şehirler kitabında aslında şehrin isyan doğasını çözümlüyor. Şehir, kırlarla karşılaştırılamayacak kadar dinamik. Kitabın son cümlelerinde, “Biz tek tek bireyler olarak hangi tarafta yer alacağız? Biz hangi sokağı işgal edeceğiz? Ancak zaman gösterecek. Fakat bildiğimiz bir şey varsa, o zaman şimdidir,” diyor. Bu konunun kayıtsız koşulsuz evrenselliği Harvey’in son sözlerinde belirtiliyor: “Sistem yalnızca sekteye uğramakla kalmadı, baskıdan başka her tür savunma aracını da kaybetti.”
Wall Street’te olanla Gezi-Taksim’de olan arasındaki benzerlik bu düzeyde. Dahası yok...