Şahin Torun, “Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken”, Ayraç, Aralık 2009
“Kim var imiş biz burada yoğ iken” diye sormadan önce, Cemal Kafadar’ın epeyce şairane bir seçimle Karacaoğlan’dan devşirerek kitabına isim yaptığı bu sözden bir okur olarak neyi anlamalıyız diye bir başka soru sormamız gerekiyor. Gerekiyor, zira bu söz ilk etapta kolayca yanlış anlaşılabileceği gibi ne ‘kim var imiş’ derken akla gelebilecek ‘bizci’ bir meydan okumayı ne de ‘yoğ iken’ derken akla gelebilecek uzak çok uzak bir gelişi önceleyen ve içeren bir söz değil.
Değil, çünkü Kafadar’ın kastettiği ‘biz’ bugün için burada yaşayan ‘biz’den başkası değil… Özetle Kafadar kendisini de dâhil ettiği bir ‘biz’ toplamında hem kendisini hem de ‘bizi / hepimizi’ muhatap alan bir soruya cevap arıyor… Aslında Kafadar’ın bizim yokluğumuzda aramaya çıktığı ve Karacaoğlan’ın sorusuna cevap olarak öne sürdüğü dört kişi de bizden başkası değil. Yani ‘Kim var imiş biz burada yoğ iken’ diyerek aslında ‘ bizden önce burada olan biz’ e doğru bir yolculuğa çıktığımızı söylemek gerekiyor öncelikle.
Bununla beraber Kafadar’ın elimizden tutup bizi çıkardığı yolda ulaştığımız ‘biz’ her şeyden önce birer birey olarak kendi bireysellikleri içerisinde anlayabileceğimiz bir işleri, işlevleri, sanatları, dertleri ve bir serüvenleri olan kişiler olarak kazanıyor anlamını. Öyle ki, bir anlamda birbirine eklenen öyküler olarak ta tarif edebileceğimiz bu kitapta öncelikle bu iş, işlev, sanat ve dertten oluşmuş bir serüvenler toplamının odağında durduğumuzu hissediyoruz.
Bundan dolayı da Kafadar’ın kitaba yazmış olduğu oldukça uzun sayılabilecek giriş bölümünde yer alan, insana, tarihe, hayata, üreticiliğe ve emeğe ilişkin yorumlarının hem bir giriş bilgisi sağlaması hem de kitabın bütünlüğünün daha açık biçimde anlaşılabilmesi açısından büyük önem taşıdığını söylemeliyiz. Sözgelimi ‘..tarih yok olanla değil bir zamanlar var olanla ilgilidir…’ diyen Kafadar ; bunu derken bir yandan kendisinin seçmiş olduğu tarihsel bakış açısını ortaya koyarken bir yandan da birbirini tamamlayan dört ayrı çalışmadan oluşan bu kitabın yazılış amacını da oldukça manidar bir biçimde özetliyor…
Böylelikle de, ‘Kim var imiş biz burada yoğ iken’ daha en başından tıpkı tarihi tarif ederken öne sürülen ‘yok olanla değil bir zamanlar var olanla’ ilgilenme tercihine benzer biçimde hem o bir zamanlar var olanla ilgilenme tercihine benzer biçimde bir zamanlar var olan hem de bu var olma dizgesi üzerinde bugün bize kadar ulaşan hayat, dünya ve insan hakkında düşünülmüş özgün bir çalışma haline geliyor.
Bu noktada ise Kafadar’ın yapmış olduğu seçimin bütün açıklığıyla akarak sürüp gelen bir hayat ve dünya ya dönük olduğunu görüyoruz. Zira, ister bizden öncekilerin isterse bizden sonrakilerin sorabileceği bizden sonrasına dair böylesine bilinçle sorulmuş bir soruya E. Cansever’den Karacaoğlan’a ve Yunus Emre’ye kadar genişleyen bir dizge üzerinde durarak verdiği cevapla da bu canlı hayat ve dünyaya yöneldiğini görüyoruz Kafadar’ın…
Şiirle yorumlanmış bu tarihsel bakış açısı tercihi ise hayli ilginç ve oylumlu; çünkü bir yandan Yunus’la ifadesini bulan ‘ölüm ve ahiret’ odaklı düşünme biçimini felsefeye dair alana göndermesiyle ve diğer yandan da E. Cansever’le ve Karacaoğlan’la anlamlandırdığı daha dünyevi ve seküler bir başka alanda da bir ‘bizden öncesi’ olduğu gibi bir ‘bizden sonrası’ nın da olacağından bahsediyor.
İşte öncesi ve sonrasıyla her zaman akıp duran bu hayat ve dünyaya yönelik seçim nedeniyle de Kafadar’ın tarihe yaklaşırken ortaya koyduğu ‘bir zamanlar var olanla ilgilenmek’ anlamındaki tarih tarifinin Karacaoğlan’ın deyişine bütünüyle denk düşen bir tercih olduğunu görüyoruz...
Tarihsel bir tercihle şairane bir deyişin böylesine bir denklikle bir araya geldiği nadir kitaplardan biri olarak saymamız gereken ‘Kim var imiş biz burada yoğ iken’ in yegane başarısı elbette bu şiirle yorumlanmış tarih tercihiyle sınırlı değil. Her şeyden önce sadece nitelikli bir şey okumak isteyen herhangi bir okur için dahi çok şey vaat edecek bir tarzda yazılmış olmasıyla da ayrıca dikkat çekiyor.
Okura, sözgelimi Uygarlıkların Grameri ya da Akdeniz’i okurken hissedilebilecek olan, ancak birkaç kat çıktıktan sonra en güzel odalarını görebileceği bir yapıyı geziyormuş gibi bir ayrıcalık kazandırıyor. Ya da tıpkı Braudel’i okurken farkına varılan ayrıcalığa benzer biçimde sözgelimi P. Mansel’in Konstantiniyye’sini okurken, hatta daha da ötede bütün ideolojik yüklemesine rağmen bir E. J. Hobsbawm kitabını okurken, bir H. İnalcık incelemesini okurken, ya da sözgelimi daha çok bir sosyal arka plan incelemesi olsa da P. Smith’in Rönesans ve Reform Çağı’nı okurken, daha da diyecek olursak bir dönem hacimsiz ama bir o kadar da güçlü içeriğiyle hem İngiliz Akademi çevrelerinde hem de Batı dünyasında özellikle tarih eğitiminde oldukça önemli etkiler bırakan K. Jenkins’in Tarihi Yeniden Düşünmek adlı kitabını okurken farkına varılabilen bir ayrıcalık kazandırıyor…
Bütün bu haliyle de kitap hem bir ürün olarak kendini ortaya koyarken hem de bu ürünü ortaya çıkaran tarihçiyi, tarihçiliği bir yana, oldukça iyi düşünen ve bir o kadar da iyi yazan hatta bundan da öte iyi yazanlara yazmak için iyi birer sebep sağlayacak ipuçlarını kazandırabilecek bir içerik taşıyor. Öyle ki, sözgelimi bir yanlışlık sonucunda babasından kalan ve halihazırda sık sık İstanbul’a kendisini görmeye gelen kardeşinin idaresinde olan çiftliğini hem de içindeki ‘tavar’ ile birlikte beytü’l-mal diye kaydeden Amil’i Kadı’ya şikâyet eden Yeniçeri Mehmet’in hikâyesinden Kanuni sonrası Osmanlı kent toplumunun hayli bürokratik ‘ethos’u içinde başlı başına bir kariyer çizgisine dönüşen ‘Sufiyye’ de, bir yandan terfiini beklerken bir yandan da ‘kadir oldukça – sözgelimi karısının öldüğü gün kavrulan helva gibi – taam ettiği ‘dürlü dürlü üzüm, peynir ve cümle çarşı taamun…’ bile
‘bade’l kahve’ kayda geçiren Seyyid Hasan Efendi’nin hikâyesine, ‘kadimden vara geldikleri üzere’ ‘her gah’ Venedik’e sof / yün satmaya giden ve 1575 tarihinde yine böyle bir seyahatte bir cinayete kurban giderek geri dönemeyen Ayaşlı sof tüccarı Hüseyin Çelebi’nin hikâyesine ve rüyalarını mektup eyleyerek şeyhine yollayıp irşad bekleyen Üsküplü Asiye Hatun’un hikâyesine ve bu dört kahramanın periferisinde dönen diğer hikâyelere kadar, kaç romana ya da öyküye konu çıkacağını düşünmek bile yeterli olacaktır…
Kafadar’ın kitabı bu edebi ve yazınsal kıymeti de göz önüne alındığında çoğunlukla değinildiği gibi, sınırlandırıcı biçimde, sadece geleneksel / kronolojik / zamandizimsel belki bir ölçüde de resmi hatta akademik tarih anlayışıyla pekiştirilmiş pek çok kalıp, paradigma yada ezberi sorgulama yada yıkma girişiminde bir kitap olmaktan da böylece kurtuluyor. O kadar ki ,sanıldığının aksine sadece askerlerin de ticaretle uğraştığını, yazılı bir alışkanlığın olmadığı söylenen bir tarih içerisinde insanların ‘sohbetname’ler de yazdıklarını, Osmanlı’ların ticaretle de uğraştıklarını ve bu medeniyet içerisinde kadınların da bir dünyasının olduğunu anlatan bir kitap olmaktan çıkıyor bile denilebilir. Değil, çünkü kitabın satır aralarında dikkatli bir okumayla görülebilecek pek çok tespit, tahlil, tarif ve eleştiriye ustaca ve içtenlikle yedirilmiş haldeki, yapılmış ve yapılmakta olan her şeyinde hakkını vermeye çalışan bir olgunluk ve birikim sürekli öne çıkıyor… Sözgelimi Türk tarihsel birikiminin verileri hakkında konuşulurken değindiği pek çok çalışma yanında bir İnalcık inceleme ve katkısının varlığından bahsetmesiyle ve aynı biçimde zamandizimsel tarih anlayışına karşı bir fay kırığı etkisi yapan Fransız Annales Okulu’nu konu ederken, okulun çokça sahiplenilen Braudel’ci yorumunun dışında birde ondan hiçte aşağı kalmayacak denli önemli Febvre’ci yorumunun ihmalinden söz edişiyle de oldukça kapsamlı bir birikim ve olgunluğu ortaya koyuyor.
Bu yüzden de kitabın çok yönlü başarısında ele alınan konunun özgün işlenmişliği bir yana, yakın tarihini en fazla 70’lerin başına ve gelişimini de 80’lere kadar götüreceğimiz ‘sorucu’, ‘sorgulayıcı’ yeni tarihçi kuşağı içinde Between Two Worlds: The Construction of the Otoman State adlı çalışmasıyla önemli bir temsilci olarak yer alan Kafadar’ın oldukça iyi düşünmüş ve bir o kadar da iyi yazmış olduğu çok yönlü birikimine bir kere daha değinmek gerekiyor.
İşte bu birikim hayli büyük bir önem taşıyor, çünkü bu birikim gösteriyor ki, yazmayı bilmek, yazının kudreti’ni anlamış olmak başta tarih olmak üzere akademinin edebiyat dışındaki hemen her alanında yapılan işi bir başka güzelliğe ulaştırabiliyor. Yazmayı bilmek ise pedantik sınırları geçen bir okuma ile ve bundan sonra gelecek bir öğrenme ve öğretme ile olabiliyor ancak...