Kaya Genç, "Yaşadığımız zamanın hastalıkları", Radikal Kitap, 16 Eylül 2011
Onun yazdığı bir kitabı okurken insan kendini Sherlock Holmes’un akıl yürütmelerini dinleyen Dr. Watson gibi hissetmeden edemiyor, ne de olsa Slavoj Zizek’in akıldışı biçimde akılcı veya akılcı biçimde akıldışı kitaplarının sayfalarında dünyanın, kültürün, siyasetin, sanatın birbirleriyle bir ağaca tünemiş kuşlar gibi anlamadığımız bir dilden konuşmaları, “dinlemeyi bilen” gözler için çok açık bir gerçeği ifşa ediyor (dinlemeyi bilmeyenler ise kendilerini biraz dışlanmış hissedebilirler). Zizek’in gerçeği, Lenin ve Mao’nun devrimci şiddeti, Lacan’ın “nesne küçük a”sı ve Hegel’in diyalektiğinin sağladığı imkânları kullanarak, dünyanın yapay gerçeklerin hakikat, muhafazakârların devrimci, hoşgörüsüzlüğün hoşgörü, otoriterliğin demokrasi olarak kendini gösterdiği bir yapıntı olarak okunabileceğini söylüyor bize. Holmes’un ünlü aksiyomunu hatırlayalım: imkânsız olanı dışarıda bıraktığımızda geriye kalan şey, gerçekleşmesi ne kadar olasılıksız olsa da, hakikatin ta kendisi olmalıdır. Zizek yeni kitabı Ahir Zamanlarda Yaşarken’de, Berlin Duvarı’nın yıkılışının yirminci yılında komünizm fikri veya Platoncu biçimde kullanmayı sevdiği şekliyle “İdea’sı” üzerine düşünmeye başlarken Holmes’un akıl yürütmesinden çok uzaklaşmıyor ve bize 1989 öncesindeki ayaklanmalarda ve sosyalizm karşıtı örgütlenmelerde arzulanan, talep edilen sistemle (güleryüzlü, eşitlikçi ama özgürlükçü sosyalizmle) ele geçirilen sistem (milliyetçilikleri canlandıran acımasız bir kapitalizm) arasındaki dramatik farka işaret ettikten sonra zaten yeni kapitalist rollerini üstlenenlerin de eski komünist yönetici zümre olduğunu hatırlatıyor. Zizek’in akıl yürütmesinde “geriye kalan şey”, gerçekleşmesi hâlâ ne kadar olasılıksızmış gibi görünse de, güleryüzlü sosyalizmden başka bir şey değil.
Holmes ile Dr. Watson ilişkisi
Peki böyle bir kitabın başlığında insan neden “ahir zamanlar”dan bahseder? Hiç şüphesiz gittikçe genişleyen bir edebi türe, tırnak içine almadığımız sürece anlamı olmayan o sorulardan birine, “nereye gidiyor bu dünya?” sorusuna yanıt olmaya çalışan bir türe ait olan kitap Hobsbawm, Chomsky veya Tony Judt gibi bizim hep aradığımız cevaplara sahip olmalarını beklediğimiz yazarların genellikle yaşlılık dönemlerinde kaleme aldıkları deneme/söyleşi tadındaki kitaplarını akla getiriyor. Yine de Zizek’in kitabı bir söyleşi tonuna çok fazla sahip olmaktan kaçınmak için daha ilk bölümünde kendisine bir yapı çiziyor ve İsviçre doğumlu psikolog Elisabeth Kübler-Ross’un “kederin beş aşaması” üzerine oluşturduğu şemasını kullanıyor. Savaşlar, küresel felaketler, açlık ve adaletsizliklerin çağında hastalığın kapitalizmin ve kendi bencilliğimizin verdiği zarardan kaynaklandığını kabul etmek istemeyişimize verilmiş bir yanıt bu.
İnsan ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrendiğinde önce hasta olduğunu reddediyor (inkâr), sonra bu hastalığın gelip kendisini bulmasına sinirleniyor (öfke), daha uzun yaşayabilmek için ölüm ve kaderle Bergmancı bir anlaşma yapmaya kalkışıyor (pazarlık) ve artık ölümü satrançta yenmenin bir yolu olmadığını gördüğünde bu sefer hayattaki her şeyi anlamsız buluyor (depresyon), ta ki en sonunda ölüme direnemeyeceğini kabullenip kendini ölüme hazırlayana (kabul) dek: kitap da bu başlıklarla bölümlenmiş, her aşamanın arasında ise farklı kültürel fenomenlere odaklanan “ara fasıl”lar var. Zizek, bir yerde zarif bir biçimde işaret ettiği üzere hiçbir zaman psikanalistin yüzüne bakmaması, hep uzandığı divandan tavanı izlemesi gereken bir hastasıymışız gibi bizi güzelce yatırıyor ve biz dünyanın gidişatı üzerine düşüncelere, hayallere, ideolojilerin çok çeşitli davetlerine, çağrılarına dalarken o yanımızdaki koltuğunda oturuyor, ufak notlar alıyor ve bu seans boyunca bize kelimenin gerçek anlamıyla eşlik ediyor.
Sherlock Holmes ile Dr. Watson arasındaki ilişkinin kabul etmeye hazır olduğumuzdan çok daha derin ve karmaşık olduğunu görmemiz gerekir: Watson iki kere evlenmişti ama her seferinde Baker Street 221b’ye geri dönmek için can atarken bulmuştu kendisini. Zizek’in oynadığı Holmes rolü de yeterince Hegel, Lacan ve Althusser okumamış bir zihinde aynı tepkimeyi yaratabilir: tabii Zizek’i çok yoğun gezi programı sırasında yakalamanız, günlerini çoğunlukla Londra’da geçiren Holmes’u bulmaktan çok daha zor. Ayrıca Zizek’in bu yeni kitabında devrimci inanç konusundaki tavrının da ona yeni takipçiler kazandıracağını öngörebiliriz. “‘İnanmak için onu görmelisin!’ şeklindeki basmakalıp söz her zaman tersyüz edilmiş haliyle birlikte tekrar düşünülmelidir: ‘Görmek için ona inanmalısın!’” Aynı bölümde Zizek bu inanç meselesinin devrime inanç olduğunu hatırlatıyor ve sevgili dostu (ve Zizek’in onu bir Watson rolüne indirgeyen kendi Holmes’u olarak görebileceğimiz) Alain Badiou’nun Olay kavramına sözü getiriyor: “Hakikat, bilginin aksine, Badioucu bir Olay gibidir; ancak bağlanmış bir bakışla, ‘ona inanan‘ bir öznenin bakışıyla görülebilecek bir şey. Aşk örneğini ele alalım: Aşkta aşkının sebebi olan X’i, yani paralaks-nesneyi ancak âşığın kendisi görebilir; bu bakımdan, aşkın yapısı ile ancak kendini onun içinde görenler için var olan Badioucu Olay’ın yapısı aynıdır: Bağlanmış olmayan nesnel bir gözlemci için herhangi bir Olay söz konusu değildir.” Karl Popper, Friedrich Hayek gibi liberaller olası sistemlerin en kötülerinden kaçınıp en az kötü olan sistemde yaşamayı vaaz ederken, Zizek bu olası sistemlerin en az kötüsü kuramına karşı bahisleri yükseltiyor: “Sonu felaket olsa bile riske girip bir Hakikat-Olayına sadakatle bağlanmak, Nietzsche’nin deyişiyle ‘son insanların’ olaysız faydacı-hedonist diyarında ot gibi yaşamaya çalışmaya yeğdir... Viyanalı Yahudi yazar Arthur Feldman’ın acıyla belirttiği gibi, hayatta kalmak uğruna ödediğimiz bedel genelde bizzatihi hayatımız olur.”
Rahatsız edici bir bölüm
Ancak Ahir Zamanlarda Yaşarken’i okurken, yani tedavimiz sürerken, ilginç bir ayrıntıyı keşfediyoruz: Zizek, iyi bir dost olduğu için dünyanın büyük felaketleri yaşanırken zaten halihazırda sürekli olarak bir köşede teşhislerini kaleme almış ve bu yazıları da biz bir yerde, bir internet sitesinde, bir gazetede, bir arkadaşımızın sohbetinde duymuşuz, okumuşuz. Örneğin Christopher Nolan’ın Kara Şövalye filmi hakkında, Gotham’ın güvenliği adına sahtekârlık yapan Batman ve polislere karşı Joker’in hakikat talebini dile getirdiği “Joker Ne İster?” bölümünü veya kullandığımız verilerin geleneksel biçimde sabit diskler yerine internet sunucularında saklandığı “cloud computing”in Orwell’in romanını akla getiren tehlikeleri üzerine yazdıklarını okuyunca insan bunları daha önce birer eskiz biçiminde olsa da okumuş olduğunu fark ediyor. Ancak bu Zizek’in kendini tekrar etmesinden farklı bir anlama, Zizek’in kitap yazma/yapma biçiminin organik ve şizofrenik yapısına işaret ediyor: Zizek ideolojinin topyekûn, her yerde nazır varoluşuna karşılık olarak her yerde beklenmedik anlarda beliriveren, ideoloji ve kültür nesnesinin yeri sabit kalırken izleyicinin bakış açısını hafifçe değiştirdiği ve bu sayede nesneyi hafifçe ama hayati bir farkla yeniden gördüğü topyekûn bir paralaks saldırısını örgütlüyor. Ahir Zamanlarda Yaşarken’in en şaşırtıcı ve rahatsız edici bölümü de bu teknik üzerine kurulmuş; bir siyasi-kültürel tartışmanın nesnesine hafifçe değiştirilmiş bir açıdan bakarak onun ürkütücü boyutlarını görünür kılıyor. Avusturya’da babası Josef Fritzl tarafından yirmi dört yıl boyunca evinin bodrumunda tutsak edilen ve tecavüzler sonucunda babasının yedi çocuğunu doğuran Elisabeth Fritzl vakası, Zizek’in elinde kışkırtıcı bir kuramsal deneye dönüşüyor. “Fritzl’in evinin mimari düzenlenişi, ‘normal‘ aile mekânının ‘ilksel baba’nın gizli müstehcen alanıyla katlanan halini maddileştirmiyor mu? Fritzl bodrum katında kendi ütopyasını, avukatına söylediği gibi, Elisabeth akşam yemeğini hazırlarken, hiç durmadan televizyon seyredip küçük oğullarıyla oynadığı kendi özel cennetini yaratmıştı...” Zizek buradan Lacan’ın Fransızcadaki söz oyunu (‘pere-version’ / ‘babanın versiyonu’) üzerine yazdıklarına lafı getiriyor ve bu ‘babacılık’ fantazisini bir Hollywood mitiyle açıklıyor: “Josef’in işlediği korkunç suçları Avusturya’nın geçmişine ya da aşırı düzenlilik ve dışa dönük gösteri hissine atmak gibi saçma çabalara girişmek yerine, Fritzl figürünü çok daha saygın bir Avusturya mitiyle, yani Neşeli Günler filminde ölümsüzleştirilen von Trapp ailesi mitiyle bağlantılandırmak gerekir. Bu filmde de bir aile gözden uzak bir evde kalmakta, askeri otoritesi olan müşfik bir baba çocuklarını dış dünyadaki kötülüklerden korumaya çalışmaktadır.”
Zizek’in hazmı nispeten zor fikirleri, burada da “gökkubbenin altında tam bir keşmekeş var, vaziyet harika” lafıyla andığı Mao Zedong’un devrimci pratiklerini savunduğu anlarda ve örneğin Robespierre ve Jakobin şiddet konusundaki içgörü sahibi analizlerinde karşımıza çıkıyordu. Kung Fu Panda veya Enigma gibi Hollywood filmleri üzerine yazdığı bölümlerde muzip bir biçimde işlediğine tanıklık ettiğimiz zekâsı, rahatsız edici bir köleleştirme, ensest ve tecavüz meselesini Avrupa saygınlığı ve burjuvalığının bir tezahürü şeklinde çok provokatif bir yorumla okuduğunda, huzursuz edici bir hakikatin çok yakınında durduğumuzu hissediyoruz. Mustafa Kemal Atatürk’ün 1915’de Çanakkale’de “size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” sözlerini analiz ederken veya en sevdiği yönetmen Hitchcock’un Vertigo’sunu yorumlarken bu Lacancı yoğun, karanlık hakikatten uzaklaşmaya başlıyoruz yine. Ancak hemen ardından Sırp ulusalcı lider Radovan Karadziç’in işlediği savaş suçları nedeniyle aranırken Belgrad’daki bir alternatif tıp merkezinde kılık değiştirmiş halde hayatını sürdürebilmesini Psycho filminin Norman Bates’i ve bizzat Karadziç’in yazdığı şiirler üzerinden “üstbenin ahlak yasalarını askıya alma yöntemleri” çerçevesinde okuduğunda ideoloji ve şiddet, kültür ürünlerinden ayrılıp yine korkutucu bir biçimde üzerimize doğru yürümeye başlıyor.
Bir dedektif izler gibi
Zizek’in üslubu bazı bölümlerde uzun zamandır merakla beklediğimiz Hegel kitabından çıkıp gelmişe benzeyen teknik bir görünüm alırken bazen doğrudan siyasetçilere ve vatandaşa seslenen bir polemiğe de dönüşebiliyor. Eric Satie’nin devrimciliği ve Wagner ile Adorno arasındaki ilişki üzerine veya Tony Blair’in Habermas’ı nasıl bir yemekte ağırladığı üzerine veya Julian Assange’ın ve WikiLeaks’in sistemi ‘kötüler ve iyiler’den oluşan reformist bir perspektifle bize gösterdiği için neden aslında devrimci değil, tutucu oldukları üzerine veya Angela Merkel’in “çokkültürcü yaklaşım bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır” sözleri çerçevesinde ötekine hoşgörünün ilerici olmaktan çok muhafazakâr bir mahiyet kazanışı üzerine veya Deepwater Horizon petrol sızıntısı felaketindeki sorumluluklar ve Obama ile British Petrol’ün rolü üzerine ve Kafka ve Sartre ve 24 dizisindeki Jack Bauer üzerine ve Fox News ve Chavez ve Çay Partisi hareketi üzerine, yani neredeyse ve belki de her şey ama muhtemelen tek bir şey, ahir zamanların hastalıklarına devrimci bir teşhis koymak üzerine yazılmış heyecanlı, riskli ve renkli bir kitap bu. Hatta öyle ki, sonundaki dizinde onlarca sayfa tutan referanslar arasında gezinmek bir süre sonra bir resimli kitap okuduğunuz duygusunu yaratıyor: dünyanın canına okuyan katili keşfeden bu komünist Holmes’u Dr. Watson’ın mahçup merakı ve sükunetiyle, bir dedektifi izler gibi seyrediyoruz.