Türkçe Basıma Önsöz, s. 25-29.
Bu kitabı yirmi sene kadar önce yazmıştım. Kitabın içindeki makaleleri birer akademik tez olarak değil bir tür gazete yazısı olarak, bir diğer deyişle o zamanlar Japonya'nın içinde bulunduğu siyasi ve kültürel durumun bana verdiği aciliyet hissiyle kaleme almıştım. Yani açıkçası bu kitabın Japonya dışında okunmasını beklemiyordum. Öte yandan, tespitlerimin Japonya ile ya da belirli bir dönemle sınırlı olmadığını hissetmiştim, çünkü kitap esasen devletin ve sermayenin döngüsel doğasına dairdi. Fakat o sırada bu temayı irdeleyecek vaktim olmamıştı.
İngilizce baskıya şöyle bir ilavede bulundum: Kapitalist ekonominin iş döngüsü gibi tekrarlılıkları vardır; devletin de döngüsel bir doğası vardır. Modern dünya sistemindeki tekerrür bu tekerrürlerin meydana getirdiği bütünden kaynaklanır. Benim hipotezimse şu: Bu döngü 120 yıl kadardır. Bir başka deyişle, 1990'dan sonraki dünya 1870'ten sonraki dünyayı andırmaktadır. Emperyalizm 1870 ve 1990 civarında ortaya çıkmıştır. Bugün bu eğilim neoliberalizm diye anılıyor. Fakat buna aslında neo-emperyalizm demek gerekir, çünkü bu liberalizmin değil emperyalizmin yeni bir versiyonudur. Modern dünya sistemindeki liberalizm aşaması hegemonik bir devletin olduğu aşamadır; emperyalizm aşaması ise hegemonun düşüşe geçtiği ve mevcut güçlerin yeni hegemon olabilmek için birbiriyle kapıştığı aşamadır.
Hipotezim en azından Doğu Asya için doğru gibi görünüyor. Japonya'nın 1879'da işgal ettiği Okinawa yani Ryukyu krallığını saymazsak, bugünkü jeopolitik yapı büyük ölçüde 1894'teki Çin-Japon Savaşı zamanında oluşmuştu. Çin-Japon Savaşı'nı tetikleyen gelişmeyse, Kore'de Çin'in tarafını tutan tecrit taraftarları ile Japonya'nın tarafını tutan açılım savunucuları arasındaki karşıtlıktı. Savaştan sonra Çin bir tazminat kalemi olarak Tayvan'ı Japonya'ya bırakmıştı. Tüm bunların ötesinde, bu dönem zarfında Rusya ile ABD'nin Doğu Asya bölgesindeki varlığını unutmamamız gerekir. Rusya güneye doğru ilerlemiş, ABD ise Hawaii Krallığı'nı ilhak ettikten sonra Pasifik Okyanusu üzerinden bölgeye varmıştı. Bu dönem civarında ABD ile Japonya ittifak içindeydi; Japonya'nın Kore'yi, ABD'ninse Filipin'i işgal etmesini öngören gizli bir anlaşmaları vardı. Benzer bir yapıyı bugünün Doğu Asyasında da görüyoruz. Bu durumda Doğu Asya'daki jeopolitik yapının tekrara dayalı olduğu söylenebilir.
Ne ki aynı şeyin başka bölgeler için de söylenip söylenemeyeceğinden emin değildim. Dolayısıyla, kitabın İngilizce çevirisi çıkar çıkmaz Metis Yayınevi Türkçe çeviri için teklifte bulunduğunda şaşırdım, ama bundan çok da memnun oldum. Japonya ve Doğu Asya hakkında yazdıklarımın Türkiye'de en azından faydalı bir referans kaynağı olabileceğini düşünmeye başladım.
Aslına bakacak olursak, Türkiye ile Japonya 19. yüzyılın sonlarına doğru benzer bir durum içindeydi. II. Abdülhamid Japonya'daki Meiji Restorasyonu ve Meiji imparatorunun farkındaydı. Fakat Osmanlı İmparatorluğu ile Japonya arasında büyük bir fark olduğunu da belirtmek gerekir. Osmanlı Japonya'dan ziyade Qing hanedanı gibiydi. Qing hanedanı tüm imparatorluğu modern bir ulus-devlete dönüştürmek için boşu boşuna çaba sarf etmişti. Bu meseleyi irdelemeden önce imparatorluk, ulus-devlet ve emperyalizme dair kısa bir açıklamada bulunmak isterim. Bu konuda Hannah Arendt'in aşağıdaki yorumunun son derece ufuk açıcı olduğunu düşünüyorum:
Fetih ve imparatorluk inşası gayet haklı sebeplerden ötürü gözden düşmüştü. Ancak Roma İmparatorluğu gibi esas olarak hukuka dayanan, fetihin ardından son derece heterojen halklara tek bir hukuk dayatarak onları bütünleştiren yönetimlerce başarılı bir şekilde gerçekleştirilebiliyordu. Homojen kitlelerin kendi yönetimine bilfiil rıza göstermesine dayanan ulus-devletse ("le plébiscite de tours les jours" [Renan'ın "günlük referandum"u]) böyle bir birleştirici ilkeden yoksundu ve fetih durumunda, entegre etmekten ziyade asimile etmek, adalet sağlamaktan ziyade zorla rıza oluşturmak, yani yozlaşarak bir tiranlığa dönüşmek zorundaydı (Hannah Arendt, Origins of Totalitarianism, s. 125)
Arendt'e göre bu durumun sebebi ulus-devletin imparatorluklardan farklı olmasıdır ve bu fark da ulus-devletin çeşitli etnik gruplar ya da devletler üzerinde hüküm sürmek için gerekli olan temel ilkeden yoksun olmasına dayanır. Bir ulus-devlet başka bir devlet ya da halk üzerinde hüküm sürmeye başladığında ortada bir "imparatorluk" değil emperyalizm vardır. Arendt kendi argümanını oluştururken ulus-devletin ilkesinden ayrı olarak imparatorluk ilkesini Roma İmparatorluğu örneğine başvurarak tanımlar. Ama bu ilke Roma İmparatorluğu'yla sınırlı değildir: Genel olarak "imparatorluğun" tipik ilkesidir.
Örneğin Osmanlı İmparatorluğu yirminci yüzyıla kadar bir dünya imparatorluğuydu. Hüküm sürme ilkesi elbette ki bir "imparatorluk" ilkesiydi. Osmanlı hanedanı tebaalarını İslam'ı kabul etmeye hiç zorlamamıştı. İmparatorluk dahilindeki çeşitli bölgelerin kendi halk kültürlerini, dinlerini, dillerini ve hatta bazen siyasi yapılarını ve ekonomik faaliyetlerini muhafaza etmesine izin vermişti. Bu durum ulus-devletin yurttaşlarını zorla asimilasyona tabi tutmasıyla ve emperyalist yönetim altında başka halkların yine zorla asimilasyona tabi tutulmasıyla (ki bu aslında ulus-devletin yayılmasıdır) keskin bir karşıtlık oluşturur.
Moğol (Yuan hanedanı) ve Mançurya (Qing hanedanı) gibi göçebe fatihlerce ayakta tutulan Çin'deki imparatorlukların da "imparatorluk" ilkesi vardı. Öte yandan, resmen Roma İmparatorluğu'nun halefi olduğu iddia edilmesine rağmen Avrupa'da bir imparatorluk yoktu. Birçok feodal lord birbiriyle hiç durmadan mücadele ediyordu ve modern dönemin başlarında bir imparatorluk kurulmuş değildi. Devletlerin birbirlerinin egemenliğini onayladığı bir sistem çıkmıştı ortaya. Ulus-devletler ancak mutlakiyetçi krallar burjuva devrimleri tarafından tahtlarından edildikten sonra oluşmuştu. Yani Avrupa'da imparatorluğun olmaması egemen devletlerin ve ulus-devletlerin kurulmasına katkıda bulunmuştu. Elbette ki böyle bir ulus-devlet, imparatorluk olamaz. Napolyon'un gittiği yoldan gidip imparatorluğa dönüşmeye çabalarsa, sonunda ancak emperyalizme varır. Napolyon'un fetih harekâtı aslında Avrupa'nın imparatorluğa dönüşmesiyle değil, birçok ulus-devletin ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştı.
Ne var ki Avrupalılar imparatorluğu emperyalizmden ayırmayı becerememişti. Dolayısıyla, Batılı güçler imparatorlukları sömürgeleştirince, bunu tabiyet altına sokulmuş halkları imparatorluklardan kurtarma eylemi olarak gördüler. Mesela çeşitli etnik grupların bağımsızlık kazanmasına yardım etme bahanesiyle Osmanlı İmparatorluğu'na müdahale ettiler, ama esas maksatları kendi pazarlarını şekillendirmekti. Bunun adı da tabii ki "emperyalizm"dir. Osmanlı İmparatorluğu'nu dağıtan Avrupalılara Arap uluslarının milliyetçi bir tutumla mukabele etmesinin sebebi budur.
Bu aradaysa Osmanlı hanedanı kendini ulus-devlete dönüştürmeye çalıştı. Fakat bu, ulus-devleti imparatorluğa dönüştürmek kadar zordur. Nihayetinde dağıldı ve ortaya ulus-devletler çıktı. Aynı şey diğer imparatorluklar (Qing, Moğol) için de geçerlidir. Qing hanedanı, tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, kendisini ulus-devlete dönüştürmek suretiyle modernleşmeyi başaramadı. Çin ise Rus Devrimi örneğini izleyerek imparatorluğun biçim ve ilkelerini ihya etmeyi başardı. Bu başarının altında, etnisiteden ziyade sınıfa öncelik veren Marksist devrimin gerçekliği yatıyordu. Fakat bu durum bölgedeki Marksistlerin karşısına farklı güçlükler ve meydan okumalar çıkarmıştı.
Peki ya Japonya? Hiç şüphesiz Japonya bir imparatorluk değildi. Dolayısıyla Japonya'yı ulus-devlete dönüştürmek daha kolaydı. 16. yüzyılın sonlarına doğru, Tokugawa klanı feodal lordlar arasında bir asırdır süren savaşı kazandı. Ama Tokugawa egemen kral olmadı, kendini imparatorun altına yerleştirdi ve Şogun (başkumandan) ilan etti. Klanın maksadı kendi iktidarlarını desteklemek için imparatorun nesillerdir hürmet edilen simgesel otoritesini kullanmaktı. 19. yüzyılın ikinci yarısında, Tokugawa karşıtı grup bu mekanizmayı kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürdü ve imparatoru halkı feodal sistemin ötesinde bir ulus şeklinde bütünleştirmek için bir simge olarak kullandı. Bazı ulusçular bundaki maksadın antik teokrasiyi canlandırmak olduğunu iddia etti.1868'deki devrimin Meiji "Restorasyonu" diye anılmasının sebebi de budur.
Gelgelelim, Japonya kendisini bağımsız bir ulus-devlet olarak kurmaya çalışmaktan vazgeçmedi. Batılı güçlerin yanında topraklarını Doğu Asya'ya doğru genişletti ve "emperyalist" oldu. Bunu Japonya'nın Tayvan'ı elde ettiği Çin-Japon Savaşı'nda (1894) ve Kore' nin 1911'de ilhak edilmesine yol açan Rus-Japon Savaşı'nda (1904) görebiliriz. Japonya tüm bunları Okinawa, Tayvan, Kore gibi komşu ulusları Qing İmparatorluğu'na tabi olmaktan kurtarma bahanesiyle gerçekleştirmişti. Fakat Qing hanedanının saltanatı "imparatorluk" ilkesine dayanıyordu. Örneğin imparatorluğa verilen haraç, haracı ödeyen devletler için aslında kârlı bir ticarettir. Bu esnada Japonya'nın Doğu Asya'da inşa ettiği imparatorluksa tamamen "emperyalist"ti.
Birinci Dünya Savaşı ve Rus Devrimi'ne kadar emperyalizm olumlu bir kelimeydi. O zamandan sonra emperyalistler emperyalist değilmiş gibi davranmaya başladı. Bu minvaldeki tipik örnekler Nazilerin Grossraumwirtschaft'ı (büyük ekonomi alanı) ile Japonya'nın Büyük Doğu Asya Ortak Refah Alanı'dır. Bu tasarıların temelindeki amaç ABD ve Britanya'nın emperyalizmine ve Sovyet Rusya'nın sosyalizmine karşı çıkmak için bir blok ekonomisi kurmaktı.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra iki büyük blok ortaya çıkmıştı: ABD ve SSCB. Küçük ulus-devletlerin bu iki bloktan bağımsız olarak ayakta kalması zordu. Vaktiyle bir parçası oldukları eski imparatorluktan türetilen kültürel kimliğe dayanarak birlik oluşturmaları doğaldı. AB bunun bir örneğidir. Bir anlamda, Avrupa'da hiç var olmamış "imparatorluğu" meydana getirme girişimiydi bu. Üçüncü Reich'ın yeni bir versiyonu olmamalıydı. AB bu bakımdan "emperyalizm" değil bir "imparatorluk" kurma teşebbüsüydü.
AB aslında ABD ve Japonya'ya karşı çıkmak için oluşturulmuştu. Bu durumda başka yerlerde eski imparatorluklardan türetilen kültürel kimliğe dayalı olarak benzer blokların kurulması kaçınılmazdı. Bu "imparatorluk"ları meydana getiren şey dünya kapitalizmidir. Bunlar arasındaki mevcut rekabetse tam da dünya kapitalizminin emperyalizm aşamasına özgüdür. Bu yeni bir fenomendir, ama aynı zamanda bir tekerrürdür.
Bu bağlamda eski Osmanlı İmparatorluğu bölgesinde şu anda vuku bulmakta olan fenomen kayda değerdir. Bana öyle geliyor ki, belirgin bir ekonomik büyüme sağlamış olan Türkiye, Arap Baharı sonrasında Arap ulusları arasında bir merkez haline geliyor. Bu kimi açılardan Osmanlı'nın dirilişi olarak sunuluyor. Dolayısıyla, "tarih ve tekerrür" meselesinin Türkiye'de daha görünür hale geldiğini zannediyorum. İşte tam da bu manada kitabın Türkiyeli okurlar için faydalı bir referans kaynağı olmasını umuyorum.
20 Ağustos 2012