Açılış bölümü, s. 8-13
9 Ağustos 1999 Pazartesi, New York Şehri
–kurnaz Hollandalılar'ın saf Kızılderililer'den çaldığı, savaşçı İngilizler'in kanuna saygılı Hollandalılar'dan kaptığı, sonra da devrimci Amerikan bağımsızlıkçılarının artık barışçı olan İngilizler'den zorla aldığı şehir. Ağaçları yıllar önce yakıldı, tepeleri dümdüz edildi, güzelim göllerinin suyu çekilip içleri doldurulunca berrak pınarları yeraltında tıkandı kaldı, buz gibi sularını doğruca lağımlara boşaltır oldu. Şehir, üzerine kurulduğu adadan dokunaçlar uzatarak bir büyükşehir haline geldi; beş ilçesinden dördü, bir adanın yarısını yüz elli kilometre boyunca kaplayarak başka bir adayı içine aldı ve Hudson Nehri üzerinden yayılarak Kuzey Amerika anakarasına ulaştı. Beşinci ve asıl ilçe ise Manhattan: her tarafı suyla çevrili bir ilksel granit ve başkalaşmış kaya parçası; köprüler, tüneller, borular, kablolar ve vapurlardan oluşan ağının ortasında duran çelik ve taştan bir örümcek. Dışa doğru genişleyemeyen Manhattan yukarı doğru kıvrılmıştı, eski binaları yıkıp yerine yenilerini yapmak suretiyle kendi etiyle beslenerek, yükseğe, daha yükseğe tırmanıyor – ama bu tırmanışın sonu yok, çünkü burayı dolduran insanların da sonu yok. Dışarıdan hücum ediyorlar ve yerleşip bir aile kuruyorlar, onların çocukları da aile kuruyor, ta ki bu şehir dünya tarihinde hiçbir şehrin görmediği kadar bir nüfusa sahip olana dek.
1999 yılının bu sıcak ağustos günü New York Şehri'nde otuz beş milyon insan yaşıyor – birkaç bin kişi eksik veya fazla.
1
Ağustos güneşi açık pencereden süzüldü ve Andy Rusch'ın çıplak bacaklarını yakmaya başladı, ta ki rahatsız olup ağır uykusunun derinliklerinden sıyrılıp uyanana kadar. Yavaş yavaş, sıcağın ve vücudunun altındaki nemli çarşafın farkına vardı. Sıkı sıkıya kapalı gözkapaklarını ovuşturdu ve öylece yatıp, yarı uykulu yarı uyanık, nerede olduğunu tam kestirememenin verdiği tuhaf kaybolmuşluk duygusuyla tavanın çatlak ve lekeli alçısına bakakaldı; halbuki yedi yıldır bu odada yaşıyordu. Esnedi, her zaman yatağın yanındaki sandalyeye koyduğu saatini ararken o tuhaf duygu kayboldu, sonra yine esnedi, gözünü kırpıştırarak çizik çizik camın arkasından zar zor görünen saatin kollarına baktı. Yedi... sabahın yedisi, kare pencerenin ortasında da ufak bir dokuz rakamı. Dokuz Ağustos, 1999, Pazartesi – şimdiden cehennem gibi, son gün gündür New York'u kasıp kavuran sıcak dalgasının sayesinde! Andy, sırtındaki bir ter damlacığını kaşıdı, sonra bacaklarını güneşten çekip yastığı boynunun altına sıkıştırdı. Odayı ikiye bölen incecik duvarın arkasından madeni bir gıcırtı duyuldu, sonra ses, tiz ve monoton bir vınıltı halini aldı.
"Günaydın..." diye bağırdı vınıltının içinden, sonra öksürmeye başladı. Hâlâ öksürerek gönülsüzce yataktan kalktı, bir bardak su almak için duvardaki su deposuna gitti; su, ince ve kahverengimsi aktı. Suyu içti, sonra deponun üstündeki göstergeye bir yumruk atınca ibre kıpırdadı ve "Boş" işaretine geldi. Depoyu doldurmak lazımdı, saat dörtte mıntıkaya gitmeden bu işi halletmeliydi. Gün başlamıştı.
Hantal gardrobun önüne çatlak bir boy aynası iliştirilmişti; yüzünü buna yaklaştırdı, traşlı çenesini kaşıdı. İşe başlamadan önce traş olmalıydı. Hiç kimse kendine sabahleyin bakmamalı, çırılçıplak, her şey meydanda, diye karar verdi hoşnutsuzca, ölü gibi bembeyaz tenine ve genelde pantolonunun gizlediği çarpık bacaklarına kızarak. Peki, açlıktan ölen bir atınki gibi tek tek sayılan kaburgalarına ne demeli, ya gittikçe büyüyen göbeğine – bari birinden biri olmasa! Yumuşak eti eliyle yoğurdu, karbonhidratlı gıdalardan diye düşündü, bir o, bir de çoğu zaman kıçının üstüne oturmaktan. Ama hiç değilse yüzünden bir şey belli olmuyordu. Alnı yıldan yıla açılıyordu ama saçı kısacık kesildiği için pek bariz değildi. Daha otuzuna yeni girdin, diye düşündü kendi kendine, ama gözlerinin etrafında kırışıklıklar başlamış bile. Burnun da çok büyük – bunun sebebi ailedeki Gal kanıdır diyen Brian Amca değil miydi? Köpek dişlerin de biraz fazla çıkık, onun için güldüğünde biraz sırtlana benziyorsun. Yakışıklı bir herifsin yine de Andy Rusch, tamam da en son ne zaman bir kızla çıkmıştın? Kaşlarını çattı, sonra heybetli Galli burnunu silmek için mendil aramaya gitti. Çekmecede tek bir temiz külot kalmıştı, bunu giydi; bugün unutmaması gereken bir şey daha çıkmıştı – çamaşır yıkamak. Ara kapıyı açarken, duvarın öbür yanından hâlâ gıcırtı sesi geliyordu.
"Kendine kalp krizi geçirteceksin, Sol," dedi beyaz sakallı adama; adam, tekerleksiz bir bisikletin üstüne tünemiş öyle bir gayretle pedal çeviriyordu ki göğsünden aşağı boşalan ter beline doladığı havluyu ıslatıyordu.
"Kalp krizi mi, asla," diye soluklandı Solomon Kahn, bir taraftan pedal çevirerek. "Bunu her gün o kadar zamandır yapıyorum ki, bir gün yapmasam kalbim tekler. Damarlarımda kolestrol de yok, çünkü devamlı alkol banyosu o işi hallediyor. Akciğer kanserine de yakalanamam çünkü sigara içmek istesem de buna param yok, zaten istemem. Ve yetmiş beş yaşında olduğum halde prostatım da yok çünkü..."
"Sol, lütfen... boş mideyle bu ayrıntılar hiç çekilmiyor. Fazla bir buzun var mı?"
"İki tane al – hava sıcak. Kapıyı da çok açık bırakma."
Andy duvarın dibinde duran ufak buzdolabını açtı, plastik margarin kabını çabucak çıkardı, sonra bardağın içine buz kabından iki buz parçası attı ve kapıyı hemen kapattı. Bardağı duvardaki depodan suyla doldurdu ve masanın üstüne margarinin yanına koydu. "Kahvaltı ettin mi?" diye sordu.
"Sana eşlik ederim, bu zımbırtılar herhalde şarj olmuştur artık."
Sol pedal çevirmeyi durdurdu, ses önce iniltiye dönüştü, sonra tamamen kayboldu. Bisikletin arka dingiline bağlı olan elektrik jeneratörünün tellerini çekti ve bunları dikkatle sararak buzdolabının üstünde duran dört siyah oto aküsünün yanına yerleştirdi. Sonra, ellerini zaten kirli olan havluya sildi, 1975 model eski bir Ford'dan kalma koltuklardan birini çekip Andy'nin karşısına masaya oturdu.
"Saat altı haberlerini dinledim–" dedi. "Yaşlılar bugün bir protesto yürüyüşü daha düzenlemişler. Tam kalp krizlerine rastlanacak yer işte."
"Çok şükür, ben rastlamayacağım, göreve dörtte başlıyorum, üstelik Union Meydanı bizim mıntıkada değil." Ekmek kutusunu açtı ve on beş santimetrekarelik kırmızı krakerlerden birini çıkardı, sonra kutuyu Sol'a doğru itti. Üzerine ince bir kat margarin sürdü, ısırdı, çiğnerken burnunu kırıştırdı. "Galiba bu margarin bozulmuş."
"Nerden anladın?" diye homurdandı Sol, kuru krakerlerden birini ısırarak. "Motor ve balina yağından yapılmış bir şey zaten baştan bozuk olur."
"Şimdi doğacılık taslama," dedi Andy krakeri soğuk suyla mideye indirerek, "Petrokimyasallardan yapılma yağların tadı yok gibi bir şey, ayrıca bildiğin gibi, dünyada balina kalmadı ki yağını kullansınlar – klorella yağı işte."
"Balina, plankton, ringa yağı, hepsi bir. Balıksı bir tadı var. Ben krakerimi kuru kuru yerim daha iyi, yüzgeç çıkarırız bakarsın." Kapı aniden hızla vurulunca bir inilti koyuverdi. "Saat daha sekiz olmadan peşine düştüler."
"Her şey olabilir," dedi Andy kapıya giderek.
"Olabilir ama değil, bu kuryenin kapı vurması, bunu sen de benim kadar biliyorsun, her şeyine bahse girerim ki o. Demedim mi?" Andy kapının kilidini açıp da ikisi de koridorda duran çiroz, çıplak bacaklı kuryeyi görünce, yaşlı adam somurtkan bir memnuniyetle kafasını salladı.
"Ne istiyorsun Woody?" diye sordu Andy.
"Bi fey iftemiyorum," diye geveledi Woody dişsiz ağzının içinden. Daha yirmi yaşlarında olduğu halde ağzında tek bir dişi kalmamıştı. "Bafçavus götür der ben de götürürüm." Andy'ye üstünde adı yazılı bir mesaj tahtası uzattı.
Andy ışığa doğru döndü, tahtayı açtı, başçavuşun eciş bücüş karalamasını okudu, sonra tebeşiri alıp altına parafını attı ve tahtayı kuryeye geri verdi. Kapıyı arkasından kapatıp kaşlarını çata çata kahvaltısını bitirmeye koyuldu.
"Bana öyle bakma," dedi Sol, "Mesajı ben göndermedim. Pek hoş bir haber olmadığını söylersem yalan olmaz herhalde."
"Yaşlılar Meydan'ı doldurmuşlar bile, mıntıkanın takviye kuvvete ihtiyacı varmış."
"Ama neden sen? Bu koşum atlarına göre bir işe benziyor."
"Koşum atları! Bu ortaçağdan kalma lafları da nerden bulursun? Halkı kontrol etmek için devriye polislerine ihtiyaçları var elbette ama mimli tahrikçileri, yankesicileri filan enselemek için detektiflerin de orada olması lazım. Park tam bir keşmekeş olacak bugün. Dokuzda görev başında olmam gerekiyor, yani önce biraz su taşımaya vaktim var."
Andy yavaş yavaş bir pantolon ve bol spor bir gömlek giyindi, sonra pencerenin pervazına güneşte ısınsın diye bir kap su koydu. Beş galonluk iki bidonu aldı; çıkarken, Sol TV'den gözünü çevirip eski moda gözlüklerinin üstünden ona baktı.
"Suyu getirince sana bir içki hazırlarım – yoksa çok mu erken?"
"Bugünkü halimle pek de erken değil."
Kapı arkasından kapanınca koridor zifiri karanlık oldu, duvara tutuna tutuna merdivenlere yürüdü, birinin atmış olduğu bir çöp yığınına ayağı takılınca tökezledi, neredeyse düşüyordu – bir küfür salladı. İki kat aşağıda, duvara bir pencere açılmıştı, son iki katı inerken gözünün önünü görecek kadar ışık giriyordu içeri. Koridorun neminden sonra Yirmi Beşinci Cadde'nin sıcaklığı ağır bir dalga halinde yüzüne çarptı; çürüklük, pislik ve yıkanmamış insanlıktan oluşan boğucu bir hava. Binanın basamaklarını doldurmuş olan kadınların arasından zar zor geçerek, aşağıda oynayan çocukların üstüne basmamak için dikkatle indi. Kaldırım daha gölgelikti, ama o kadar tıka basa insan doluydu ki caddeden yürümeye başladı, kaldırımın kenarına dağ gibi yıkılmış çöplerden kaçınmak için iyice uzaklaştı. Kaç gündür sıcak olan hava zifti yumuşatmıştı, bastıkça çöküyordu, sonra da ayakkabılarının altına yapışıyordu. Yedinci Sokağın köşesindeki sütunlu su merkezine kadar uzanan olağan kuyruk, tam o yaklaşırken öfkeli bağırışmalar ve bazı havaya kalkmış yumruklarla birden bozuldu. Hâlâ homurdanan ahali dağılırken Andy görevdeki devriyenin çelik kapıyı kilitlediğini gördü.
"Ne oluyor?" diye sordu. "Bu merkez öğlene kadar açık değil miydi?"
Polis memuru döndü, eli otomatik olarak silahına gitti, kendi mıntıkasındaki detektifi tanıyınca durdu, şapkasını geri itti ve elinin tersiyle alnındaki teri sildi.