Açılış Bölümü, s. 5-9
Bakın, benim bir uzay elbisem vardı. Nereden çıktı derseniz, o da şöyle:
"Baba," dedim, "ben Ay'a gitmek istiyorum."
"Elbette," deyip kitabına geri döndü. Jerome K. Jerome' un Teknede Üç Adam'ını okuyordu ki eminim her satırını ezbere biliyordur.
"Baba, lütfen! Ciddi söylüyorum," dedim.
Bu sefer sayfanın arasına parmağını koyup kitabı kapattı, tatlı tatlı, "Peki dedim ya," dedi. "Gidebilirsin."
"Evet… ama nasıl?"
"Ha?" dedi hafif bir şaşkınlıkla. "Eee, bu da senin sorunun Clifford."
Babam böyleydi işte. Bisiklet almak istediğimi söylediğim zaman da kafasını bile kaldırmadan, "Tabii al oğlum," demişti; ben de bisiklet parası almak niyetiyle yemek odasındaki para sepetinin yolunu tutmuştum. Ama sepette yalnızca on bir dolar kırk üç sent vardı, dolayısıyla komşuların bahçelerinde kilometrelerce çim biçtikten sonra alabildim bisikletimi. Babama da bu konuyu bir daha açmadım, çünkü sepette para yoksa yok demekti. Babam bankalarla falan uğraşmazdı. Bir para sepetimiz vardı, bir de onun yanında duran, içindekileri yılda bir kez zarfa doldurup devlete postaladığı, üzerinde "SAM AMCA" yazılı sepet. Bu durum Vergi Dairesi'nde bayağı sorun oluyordu, hatta babamı yola getirsin diye evimize bir adam bile göndermişlerdi.
Adam önce buyurdu, sonra yalvardı. "Ama Dr. Russell, meslekteki geçmişinizi biliyoruz. Doğru dürüst kayıt tutmamak için hiçbir özrünüz yok."
"Ama tutuyorum," diye alnını gösterdi babam. "Burada."
"Yasalar yazılı kayıt istiyor."
Babam, "O maddeye bir daha bakın," diye önerdi. "Yasalar herkesin okuma yazma bilmesini bile şart koşamaz. Bir kahve daha içmez misiniz?"
Adamcağız ödemeyi çekle veya posta havalesiyle yapsın diye babamı ikna etmeye çalıştı. Babam da ona doların ön yüzündeki küçük yazıları gösterdi, hani şu "her türlü kamusal ya da kişisel borç için yasal ödeme aracıdır" diyen bölümü.
Adam görüşmeden hepten eli boş dönmemek için son bir çırpınışla lütfen "meslek" bölümüne "casus" yazmaması için yalvardı babama.
"Neden?"
"Ne? Eee, çünkü değilsiniz. Ve insanlar huzursuz oluyor."
"FBI'a sordunuz mu?"
"Ha? Yoo."
"Herhalde yanıtlamazlardı. Ama incelik göstermişsiniz. 'İşsiz casus' yazacağım. Oldu mu?"
Vergi memuru giderken neredeyse çantasını unutuyordu. Babam dolduruşa gelmez, ne demek istiyorsa onu der, tartışmaz ve geri basmaz. Yani "Ay'a gidebilirsin, ama nasıl gideceğin sana kalmış," dediğinde son derece içtendi. İstersem yarın bile gidebilirdim; yeter ki bir uzay gemisinde yerimi ayarlayabileyim.
Ama dalgın dalgın "Ay'a gitmenin bir sürü yolu olsa gerek, evlat," diye eklemeyi de ihmal etmedi. "Bence hepsini düşün. Tam şimdi okumakta olduğum bölümdeki gibi. Ananas konservesini açmak istiyorlar, ama Harris konserve açacağını Londra'da unutmuş. Çeşitli yöntemler deniyorlar." Yüksek sesle okumaya başladı, ben de sessizce tüydüm; o bölümü belki beş yüz kez dinlemişimdir. Peki, haydi üç yüz diyelim.
Ambardaki atölyeme kapanıp değişik yolları gözden geçirdim. Birinci yol, Colorado Springs'teki Hava Akademisi'ne gitmekti. Eğer kabul edilirsem, eğer mezun olursam, eğer Federasyon Uzay Birliği'ne seçilmeyi becerebilirsem, bir olasılıkla günün birinde Ay Üssü'ne ya da hiç olmazsa uydu istasyonlarından birine atanabilirdim.
Bir diğer yol, mühendislik okumak, jet motorlarıyla ilgili bir iş bulmak ve Ay'a gönderilmemi sağlayacak pozisyonu kollamaktı. Elektronikten soğutma mühendisliğine, metalurjiden seramiğe, havalandırmadan roket mühendisliğine dek her çeşit görevle Ay'a gidip gelmiş ya da halen orada çalışan onlarca, yüzlerce mühendis vardı.
Evet, ya! Bir milyon mühendisten ancak bir avucunu seçip Ay'a gönderiyorlardı. Yahu, benim tombalada bile çıktığım nadirdir!
İnsan doktor, avukat, jeolog ya da teknisyen olarak da kendisini dolgun bir aylıkla Ay yüzeyinde bulabilirdi; yeter ki kendisi için, o olmazsa olmaz, dedirtebilsin. Benim parada filan gözüm yoktu, ama işinde bir numara olmayı nasıl becereceksin?
Bir de normal yol vardı tabii. Çuvalla parayı götür, biletini al.
İşte bunu hayatta başaramazdım, o dakikada tamı tamına seksen yedi sent param vardı; ama sorunu da kafama bu yüzden takmıştım. Ucunda ölüm olsa Dünya'dan ayrılmam diyen bir avuç cücüğü saymazsak, bizim okuldaki oğlanlardan yarısı uzaya gitmek istediğini itiraf ediyordu, yarısı da şansımızın çok az olduğunu bildiklerinden umursamazmış gibi davranıyorlardı. Ama üzerinde konuşulan bir konuydu bu ve bazılarımız gitmeye kesin kararlıydık. Benim kurdeşen çıkarmam ancak American Express ile Thos. Cook ve Oğulları'nın Ay turizmini başlatmalarından sonradır.
Reklam kampanyalarını dişçide sıra beklerken National Geographic'te gördüm. Ve hayatım kaydı.
Canı isteyen her zenginin canı istediğinde parayı bastırıp atlayıp gideceğini düşünmek, benim dayanma sınırımın ötesindeydi. Gitmek zorundaydım. Buna para yetiştirmem söz konusu olamazdı; ya da en azından yıllar sonra olabilirdi ki, şimdiden düşümenin anlamı yoktu. Öyleyse, gönderilmek için ne yapabilirdim?
Hani öyküler vardır, duyarsınız, yoksul-ama-dürüst delikanlı kentteki, hatta ülkedeki herkesten daha zeki olduğu için zirveye yükselir. İşte o öykülerde anlatılan ben değildim. Lise son sınıfta, sınıfın önde gelen çeyreğindeydim, ama bunun için insana M.I.T. bursu vermezler; en azından Centerville öğrencilerine değil. Doğru söylüyorum; bizim lise pek iyi değildir. Aslında harika bir okul: Baskette lig şampiyonuyuz, halk dansları ekibimiz eyalet ikincisi, her çarşamba da acayip keyifli çuval yarışları yaparız. Okulluluk şevkinden yana eksiğimiz yok.
Ama derse gelince iş değişiyor.
Trigonometriden çok, müdürümüz Mr. Hanley'in "yaşama hazırlık" dediği şeye ağırlık veriliyor. Belki yaşama hazırlıyordur; ama CalTech'e hazırlamadığı kesin.
Bunu kendim fark etmedim. İkinci sınıfta bir akşam sosyal bilimlerdeki "Aile Yaşamı" çalışma grubunda hazırladığım anket formunu eve getirmiştim. Sorulardan biri de "Aile Konseyimizin Şeması" idi.
Yemekte, "Baba, aile konseyimizin şeması nasıl?" diye sordum.
Annem, "Babanı rahatsız etme, canım," dedi.
Babam, "Ha?" dedi. "Ver şunu bakayım."
Anketi okudu, sonra da ders kitaplarımı istedi. Kitaplar okuldaydı, o da "Git getir öyleyse," dedi. Neyse ki binayı açık buldum; Sonbahar Şenliği provaları sağ olsun. Babamın emir verdiği pek nadirdir, ama verdi mi ikiletmemek gerekir.
O dönem şeker gibi bir ders programım vardı: Sosyal bilimler, muhasebe, uygulamalı İngilizce (bizim sınıf "slogan yazımı"nı seçmişti, çok eğlenceliydi), el sanatları (şenliğin dekorlarını hazırlıyorduk), bir de jimnastik ki o da benim için basketbol demekti; A takımına girecek kadar uzun boylu değildim, ama yetenekli bir yedek oyuncu da son sınıfta okul takımının armasını takmaya hak kazanır. Kısacası okulda durumum iyiydi, ben de bunun farkındaydım.
Babam o gece bütün ders kitaplarımı okudu; hızlı bir okuyucudur. Sosyal bilimler raporuma bizim ailenin gayri resmi demokrasi ile yönetildiğini yazarak geçiştirdim; sınıf, konsey başkanı seçimle mi gelsin, yoksa dönüşümlü mü olsun ve ailesiyle birlikte yaşayan büyükanne ve büyükbabalar da başkan olabilsin mi diye tartışmakla meşguldü. Büyükanneler ve büyükbabaların da konsey üyesi sayıldıklarına ama başkan olamayacaklarına karar verdik, sonra da proje bulguları olarak ailelerimize sunacağımız ideal bir aile örgütlenmesi anayasası hazırlamak üzere kurullar oluşturduk.
O birkaç gün babam okulda sıkça görülür oldu, bu da içime kurt düşürdü. Ana babalar hareketlendi mi mutlaka bir iş karıştırıyorlar demektir.
Ertesi cumartesi gecesi babam beni çalışma odasına çağırdı. Masasının üzerinde bir yığın ders kitabıyla Amerikan Halk Dansları'ndan Hayat Bilimleri'ne dek Centerville Lisesi'nin bütün derslerinin çizelgesi duruyordu. Çizelgenin üzerinde de benim ders programım işaretlenmişti; hem de yalnız o dönemki değil, danışmanımla birlikte planladığımız üçüncü ve dördüncü sınıf programlarım da.
Nazik bir çekirge gibi gözlerini bana dikip sakin sakin "Kip, üniversiteye gitmeyi düşünüyor musun?" diye sordu.
"Hı? E, tabii baba!"
"Neyle?"
Duraksadım. Üniversite öğreniminin pahalı olduğunu biliyordum. Gerçi bizim sepetin deste deste banknotlarla dolup taştığı günleri de görmüştük, ama çoğu zaman içindeki paraları bir bakışta sayabilirdiniz. "Üüü, belki burs bulurum. Ya da hem çalışır hem okurum."
Babam başını salladı. "Ondan kuşkum yok... Eğer istersen olur. İnsan para derdinden korkmuyorsa her zaman bir çözüm bulur. Ama 'Neyle?' diye sorarken, yukarıyı kastediyorum." Kafasını gösterdi.
Boş boş bakakalmışım...