Açılış Bölümü, s. 5-9
Önceden doldurmuş olduğum formlarımı ve paramı sıkıca elimde tutarak sıraya geçmiş, diğer vergi mükellefleri gibi sabırla bekliyordum. Nakit, para, bunlar modası geçmiş şeylerdi. Bu yerel alışkanlığı onlara pahalıya ödetmeye niyetliydim. Önümdeki adamın işini bitirip çekilmesiyle vezneye ulaştığımda fena halde kaşınmakta olan takma sakalımı tırmalamakla meşguldüm. Parmaklarıma yapıştırıcı bulaşmıştı ve bu yapıştırıcıdan kurtulmak, ama bunu yaparken de sakalımın çıkmasına engel olmak gibi zor bir işi başarmak durumundaydım.
"Gel, gel, ver bakalım," diyerek sabırsızca elini uzattı veznedeki memure. Hafif yaşını almış, ince ve uzun yüzlü, suratsız bir cadalozdu.
"Tam aksine," dedim, "Asıl sen ver." Bu arada da, elimdeki 75 kalibrelik muazzam silahı gizlemekte kullandığım paraları ve evrakları bir kenara fırlattım. "Bu geri kalmış gezegeni dolduran aptal koyun sürüsünden topladığınız vergi parasının hepsini istiyorum."
Söylediklerimde ne kadar ciddi olduğumu göstermek için de şöyle bir sırıttım. Kadıncağız küçük bir çığlık attı ve korkudan tir tir titremeye başladı. Daha önceden parlak kırmızıya boyamış olduğum dişlerimin hepsini görebilmesine olanak sağlayacak şekilde sırıtmıştım; çünkü bu haliyle dişlerimin, kadının nasıl davranması gerektiği konusunda karar vermesine yardımcı olacağını düşünüyordum. Memure paraları önüme yığarken, ben de bir yandan onları uzun pardesümün her yerini kaplayan ceplerime dolduruyordum.
"Ne yapıyorsun sen?" dedi arkamdaki adam nefes nefese. Şaşkınlıkla açılmış gözleri iri birer üzüm tanesini andırıyordu.
"Para alıyorum," dedim ve bir desteyi de ona doğru fırlattım. "Neden sen de biraz almıyorsun?" Adam, gözleri yuvalarından fırlamış bir halde gayri ihtiyari yakaladığı desteye bakarken, bütün alarmlar birden çalmaya başladı ve kapıların çarpılarak kapandığını duydum. Veznedar alarm düğmesine basmayı başarmıştı.
"Aferin sana," dedim "Ama böyle önemsiz bir ayrıntının seni paraları vermekten alıkoymasına müsaade etme."
Korkudan dizlerinin bağı çözülmüş, neredeyse düşmek üzereydi, ama silahımı ve pırıltılar saçan kırmızı boyalı dişlerimi yeniden görmek onu biraz canlandırdı; bu sayede para akışı devam etti. İnsanlar oradan oraya koşuşturuyor, o sırada içeri girmekte olan nöbetçiler ellerindeki silahlarla vuracak birini bulabilmek için can atıyorlardı. Bunun üzerine cebimdeki radyo vericisinin düğmesine bastım. Tüm banka, her birinin içine gaz bombaları yerleştirmiş olduğum çöp kutularından gelen müthiş patlama sesleriyle inliyor, müşterilerin çığlıkları ise patlamaları bile gölgede bırakıyordu. Gaz geçirmez pilot gözlüklerimi cebimden çıkarıp takmama yetecek kadar bir süre için para istiflemeye ara verdim. Tabii bu sırada, kendimi burun deliklerime yerleştirmiş olduğum filtrelerden nefes almaya zorlamak amacıyla çenemi de sıkıca kapatmıştım.
Büyüleyici bir manzaraydı. Karartma gazı renksiz ve kokusuzdur, ama neredeyse anında etki eden ve göz sinirlerini geçici bir süre için felce uğratan kimyasal bir madde içerir. Bankada bulunan herkes onbeş saniye içinde kör olmuştu.
Tabii on parmağında on marifet bulunan James Bolivar diGriz, yani bendeniz hariç. Dudaklarım kapalı olduğu halde neşeli bir melodi mırıldanarak paranın geri kalanını ceplerime doldurmaya devam ettim. Hayırsever veznedarım ise sonunda yere yığılıp kalmıştı ve tezgâhın arkasında bir yerlerde gayri ihtiyari çığlıklar atıyordu. Başka pek çok insan da öyle. Ben göz gözü görmeyen bu küçük tımarhane köşesinden çıkarken, diğerleri el yordamıyla yollarını arıyorlar, bu arada da her şeyi yere deviriyorlardı. Aslında oldukça garip bir duyguydu, körler ülkesinde tek gözlü bir adam olmak falan. Dışarıda da bir kalabalık toplanmış, bir süreden beri bu dramatik sahneyi pencerelerden ve cam kapılardan hayret dolu gözlerle izlemekte olan insanlar, bankanın önünde izdihama yol açmıştı. Onlara gülümseyerek el sallamam üzerine bir korku dalgasına kapılan öndekiler, panik içinde kapıdan uzaklaşmaya başladı. Silahımı kurşunların kimseye isabet etmemesini sağlayacak bir açıyla tutarak kilide ateş ettim ve kapıyı bir tekmede açtım. Çıkmadan önce de kaldırıma bir çığlık makinası fırlattıktan sonra tıkaçları kulaklarıma çabucak yerleştirdim.
Çığlık makinası çalıştı ve herkes süratle orayı terk etmeye başladı. Bu aletlerin sesini duyan birinin bunu yapmaması da mümkün değildi zaten. Büyük bir depreme eşit şiddette çok çeşitli şeytani sesler yayıyorlardı. Bunlardan bazıları, mesela tahtaya sürtünen tırnak sesi gibi sesler, insan kulağının algılayabileceği düzeydeyken, diğerleri de panik ve ölüm korkusu yaratan süpersonik seslerdi. Zararsız ve oldukça etkili. Ben bankadan çıkmış kaldırımın kenarına yanaşmakta olan arabaya doğru ilerlerken, sokakta kurbanlarımdan başka hiç kimse yoktu. Kulaklarımdaki tıkaçları delip geçen süpersonik sesler nedeniyle başım zonkluyordu. Bu nedenle, arabanın açık olan kapısından içeri girip Angelina'nın gazı köklemesiyle rahatladığımda mutluluğuma diyecek yoktu.
İki tekerlek üzerinde bir viraj aldıktan sonra gözlerini yoldan ayırmadan, "Her şey yolunda gitti mi?" diye sordu. Uzaktan uzağa siren sesleri gelmeye başlamıştı.
"Kaymaklı ekmek kadayıfı. Tereyağından kıl çeker gibiydi..."
"Benzetmelerine de diyecek yok doğrusu."
"Kusura bakma. Bu sabah biraz hazımsızlık çekiyorum da. Ama paltom ihtiyaç duyacağımızdan bile fazla parayla dolu."
"Ne kadar güzel!" diye içtenlikle güldü. Bu dayanılmaz gülüş, burnundaki şirin kırışıklıklar. O burnu ısırmak, ya da en azından dudaklarını öpmek için can atıyordum ama bütün dikkatini yola vermesi gerektiğinden, dostça omuzuna vurmakla yetindim. Dişlerimdeki kırmızı boyayı çıkarmak için ağzıma bir ciklet attım ve kılığımı değiştirmek için soyunmaya başladım.
Benim görüntüm değişirken arabanınki de değişiyordu. Angelina bir sokağa saptı, yavaşladı ve sonra da rahatça ilerleyebileceğimiz daha sakin bir sokağa girdi. Görünürde kimseler yoktu. Düğmeye bastı.
Şu teknoloji nelere kadir! Plaka ters dönerek değişti ama bu sözünü etmeye bile değmeyecek kadar basit bir numaraydı. Arabanın önündeki küçük bir delikten katalitik bir sıvının fışkırmaya başlamasıyla Angelina silecekleri çalıştırdı. Sıvının değdiği her yerde arabanın rengi maviden parlak kırmızıya dönüyordu. Tavan hariç; orası saydamlaşmıştı ve kendimizi bir sabun köpüğünde yolculuk yapıyor gibi hissediyorduk. Kromla kaplı bir metalden yapılmış olan tavanın büyük bir bölümü eriyerek akmış ve böylece arabanın görüntüsü, hatta yapısı bile değişmişti. Bu süreç tamamlanır tamamlanmaz, Angelina bir köşeden dikkatle geri döndü ve geldiğimiz yöne doğru gitmeye başladı. Ben direksiyonu tutarken, o da turuncu renkteki peruğunu benim kılık değiştirme malzemelerimin yanına koyarak kilitledi ve gözüne kocaman bir güneş gözlüğü geçirdi.
"Şimdi nereye?" diye sordu. Sirenleri feryat edercesine çalan bir sürü polis arabası dibimizden geçerek karşı yönde ilerliyordu.
"Deniz kıyısında bir yere gitsek diyordum. Rüzgâr, deniz, kum falan. Sağlıklı ve hareketli bir ortam."
"Kusura bakma ama bu benim için biraz fazla hareketli." Mutluluk dolu bir gülümsemeyle elini şişkin karnının üzerinde gezdirdi. "Altı ay bitti, yedinciye giriyorum, dolayısıyla kendimi pek atletik hissetmiyorum. Bu arada aklıma gelmişken..." Kaşlarını çatarak bana sert bir bakış fırlattı ve sonra dikkatini tekrar yola verdi. "Bunun gerçek bir balayı olabilmesi için beni dürüst bir kadın yapmaya söz vermiştin."
Bütün içtenliğimle elini tutarak, "Sevgilim," dedim. "Mümkün olan en kısa zamanda. Seni dürüst bir kadın yapmak gibi bir niyetim yok; bu zaten fiziksel olarak da imkânsız, çünkü senin aklın da tıpkı benimki gibi yalnızca sahtekârlığa işliyor. Ama seninle kesinlikle evleneceğim ve o küçük, güzel parmağına pahalı bir–"
"Çalıntı demek istiyorsun!"
"–yüzük takacağım. Söz veriyorum. Ama evlilik için kayıt yaptırmaya kalkışırsak, isimlerimizi bilgisayara yüklerler ve o zaman, hem bu oyun hem de balayımız sona erer."
"Seni de ömür boyu hapse tıkarlar. Sanırım karnım peşinden koşup yakalamamı imkânsız hale getirecek kadar şişmeden seni kafeslesem daha iyi olur. Şimdi senin dediğini yapıp deniz kıyısına gidelim ve bu son özgür günümüzün tadını iyice çıkaralım. Ama yarın, kahvaltıdan hemen sonra gidip evleniyoruz. Söz mü?"
"Yalnızca tek bir soru..."
"Söz ver, Kaypak Jim, seni iyi tanırım!"
"Söz veriyorum ama..."
Ani bir frenle arabayı durdurdu ve kendimi .75 kalibrelik silahımın namlusuna bakarken buldum. Oldukça büyük görünüyordu. Parmağı, tetiği çekmek üzere hazır bekiyordu.
"Söz ver diyorum, seni kurnaz, adi, yalancı, sahtekâr, düzenbaz herif, yoksa beynini dağıtırım."
"Sevgilim, sen beni gerçekten seviyorsun!"
"Tabii seviyorum! Ama tümüyle benim olmazsan seni öldürürüm, bundan emin ol. Konuş!"
"Yarın sabah evleniyoruz."
Silahı cebime, kendini de kollarıma bırakırken, "Bazı erkekler çok zor ikna oluyor," diye fısıldadı. Sonra da beni öyle baştan çıkarıcı bir biçimde öptü ki, yarının olmasını adeta iple çekmeye başladım.