Açılış Bölümü, s. 5-9
Eğer karşınızdaki adam bir taşralı gibi giyinmişse ve sanki o yerin sahibiymişçesine hareket ediyorsa bilin ki bir uzayadamıdır.
Bu durum mantıklı bir gereklilikten kaynaklanır. Mesleği gereği kendini bütün evrenin patronu gibi hisseder; toprağa ayağını bastığı andan itibaren de köylülerin arasında dolaşıyor gibi olur. Zarafetten yoksun giyimine gelince, zamanının onda dokuzunda üniforması sırtında olan, medeniyetten çok uzayın derinliklerinde yaşamaya alışmış birinden doğru düzgün giyinmesini tabii ki bekleyemezsiniz. Her uzaylimanında "yer giysisi" satarak oradan oraya koşturan sözde terziler içinse böyle biri tam bir enayi alıcıdır.
Bu iri kemikli adamın çadırcı Ömer tarafından giydirildiğini anlamıştım; üstünde vatkalı omuzları fazlasıyla şişirilmiş ama boyu kısa tutulduğu için oturduğunda kıllı baldırlarında toplanan, ancak bir ineğin üzerinde iyi durabilecek buruş buruş bir tünik vardı.
Gene de fikirlerimi kendime saklayıp uzayadamlarının paralı olabileceklerini düşünerek ve bunu bir yatırım gibi görerek cebimdeki son Emperyal'imle ona bir içki ısmarladım. "Muhteşem jetlere!" dedim kadehlerimizi tokuştururken. Bana şöyle bir baktı.
İşte bu Dak Broadbent'le ilgili yaptığım ilk hataydı. Bana "Açık bir uzaya!" ya da "Güvenli inişlere!" gibi yanıtlar vermesi gerekirken yüzüme baktı ve yumuşak bir sesle, "Çok hoş bir dilek ama yanlış kişiye. Ben hiç dışarı çıkmadım," dedi.
Bu sözü, çenemi tutmam gerektiğini anlatan bir ipucuydu. Uzayadamları Casa Mañana barına pek sık gelmezlerdi; burası onların tarzında bir otel değildi, üstelik uzaylimanından da kilometrelerce uzaktaydı. Biri yer kıyafetiyle ortada dolaşır, barın karanlık köşelerini seçer ve uzayadamı olduğunun bilinmesini istemezse bu onun bileceği bir iştir. Bu yeri ben seçmiştim, böylece çevremdekiler beni görmeden etrafı seyredebiliyordum – şuraya buraya biraz borcum vardı, gerçi önemli bir miktar değildi ama beni utandırıyordu işte. Arkadaşın da kendine göre buna benzer nedenleri olabileceğini düşündüm ve ona saygı gösterdim.
Ama ses tellerim kendi başlarına buyruktular, yani vahşi ve özgürdürler. "Bana yutturamazsın gemici dostum," diye cevapladım. "Eğer sen bir Dünyalı'ysan ben de Tycho Kenti'nin Belediye Başkanı'yım. Mars'ta daha fazla içtiğine bahse girerim." Yerçekiminin düşük olduğu yerlerde edinilen alışkanlığın bir göstergesi olarak bardağını dikkatlice kaldırdığını görünce ekledim: "Hem de Dünya'da içtiklerini katlıyorsundur."
"Alçak sesle konuş!" diyerek sözümü kesti dişlerinin arasından. "Bir gezgin olduğumdan nasıl bu kadar emin olabiliyorsun? Beni tanımıyorsun bile."
"Affedersin, ne istersen olabilirsin, tabii. Ama iki gözüm var benim, içeri girdiğin an kendini ele verdin zaten."
Duyulmayacak bir sesle bir şeyler mırıldandı. "Nasıl?" "Yo, merak etme. Benden başka kimsenin fark ettiğini sanmıyorum. Ben başkalarının görmediği şeyleri görürüm." Belki biraz da kendini beğenmiş bir tavırla ona kartımı verdim. "Yalnızca bir tane Lorenzo Smythe vardır. Tek Adam Anonim Şirketi. Evet, bendeniz 'Büyük Lorenzo' – üç boyutlu, banda alınmış opera – Olağanüstü Pandomimci ve Taklit Sanatçısı."
Kartımı okudu ve kolundaki bir cebe attı. Böyle yapması canımı sıkmıştı, çünkü kartlar bana pahalıya mal olmuştu – hakiki el yazması kartlardı. "Demek istediğini anlıyorum," dedi yavaşça, "ama davranışımda yanlış olan neydi?"
"Göstereyim," dedim. "Kapıya kadar bir yer herifi gibi yürüyüp dönüşte de senin gibi yürüyeceğim. Seyret." Dediğim gibi de yaptım, bu tür ayrıntıları yakalamak üzere eğitilmemiş gözleri iyice fark edebilsin diye yürüyüşünü biraz da abartarak taklit ettim – ayaklar güvertede sallanıyormuşçasına yere sürtülüyor, ağırlık öne verilmiş ve denge kalçalardan sağlanıyor, eller önde ve bedenden bağımsız, her an bir şeyler tutmaya hazır.
Aslında sözcüklerle anlatılamayacak onlarca ayrıntı daha vardır; akılda tutulması gereken nokta, bir uzayadamının her an tetikteki bedenini ve bilinçsiz dengesini ortaya koyarak o olmanız gerektiğidir – bu durumu yaşamalısınız. Şehirde yaşayan bir adam tüm yaşamı boyunca düz bir zeminde, dünya yerçekiminin olduğu sabit yerlerde dolanıp durur ve sigara kâğıdına bile takılıp tökezler. Bir uzayadamı ise asla tökezlemez.
"Ne demek istediğimi anladın mı?" diye sordum yerime otururken.
"Korkarım evet," diye kabul etti suratını ekşiterek. "Böyle mi yürüdüm?"
"Evet."
"Hımmm… Belki de senden ders almalıyım."
"Daha kötüsünü de yapabilirdin," diye itiraf ettim.
Beni inceleyerek yerine oturdu ve konuşmaya başladı – sonra fikrini değiştirdi ve barmene kadehlerimizi yeniden doldurması için işaret etti. İçkilerimiz gelince parasını ödedi, yumuşak bir hareketle yerinden kalktı. "Beni bekle," dedi usulca.
Ismarladığı içkiyle karşımda oturmasına karşı çıkmamıştım. Böyle bir şey yapmak da istemedim zaten; doğrusu ilgimi çekmişti. On dakikalık bir tanışıklığım olsa bile ondan hoşlanmıştım; kadınların peşine düşebileceği, erkeklerin de kendisinden emir alabileceği şu çirkin-çekici tiplerdendi.
Zarif bir biçimde oda boyunca ilerledi ve kapının yanında, dört Marslı'nın oturduğu masayı geçti. Marslılar'ı hiç sevmezdim. Tepesine bir güneş başlığı geçirilmiş ağaç gövdesine benzeyen ve insanların ayrıcalıklarına sahip olduğunu iddia eden bu şeylerden hoşlanmıyordum. Bedenlerinden çıkardıkları sözde uzuvlarından nefret ederdim, bana deliklerinden sürünerek çıkan yılanları anımsatıyorlardı. Başlarını çevirmeden bütün yönlere aynı anda bakabilmelerinden de hiç hoşlanmıyordum – tabii başları var denebilirse, çünkü başları da yoktu. Son olarak da kokularına dayanamıyordum!
Hiç kimse beni ırklara karşı önyargılı olmakla suçlayamazdı. Bir insanın renginin, ırkının ve dininin ne olduğu beni hiç ilgilendirmezdi. Ama insan insandır, Marslılar'sa yalnızca birer nesne. Benim anlayışıma göre hayvan bile olamazlardı. Yanımda her gün bir Afrika yaban domuzuyla dolaşmayı tercih ederdim doğrusu. Bunların lokanta ve barlara girmelerine izin verilmesi bence çok çirkindi. Ama ortada Antlaşma vardı tabii, ben ne yapabilirdim ki?
İçeri girdiğimde bu dördü yoktu, yoksa kokularını alırdım. Bu yüzden, ancak, kapıya kadar gidip gelmemden kısa bir süre önce gelmiş olabilirlerdi. Şimdi orada, bir masanın etrafında bizler gibi görünmeye çalışarak dikiliyorlardı. Havalandırma cihazının hızlandırıldığını bile duymamıştım.
Önümdeki beleş içki ilgimi çekmiyordu, yalnızca ısmarlayan kişinin geri dönmesini ve böylece kibarca burayı terk edebilmeyi istiyordum.
Birden uzayadamı arkadaşın alelacele çıkmadan önce o masaya doğru baktığını hatırladım, Marslılar'ın bu durumla bir ilgisi olup olmadığını merak etmiştim. Onlara bakıp bizim masaya dikkat ediyorlar mı anlamaya çalıştım – ama bir Marslı'nın nereye baktığını ve ne düşündüğünü nasıl bilebilirsiniz ki? İşte onlarda sevmediğim bir başka özellik de buydu.
Birkaç dakika daha önümdeki içki bardağını evirip çevirdim ve uzayadamı arkadaşıma ne olduğunu düşündüm. Misafirperverliğinin akşam yemeğine kadar ve hatta yeterince samimi olabilirsek, geçici ufak bir borca kadar uzayabileceğini düşünmüştüm. Öteki beklentilerimin gerçekleşmesi –kabul ediyorum– çok daha zayıf bir ihtimaldi. Menacerimi aramaya çalıştığım son iki defasında da telesekreterinde, parasını yatırmadığım sürece odamın açılmayacağı mesajıyla karşılaşmıştım… İşte bu da servetimin nasıl suyunu çektiğini gösteren bir kanıttı: Ancak bozuk para atılarak girilen otomatlı bir odacıkta uyuyabilecek kadar param kalmıştı.
Melankolik düşüncelerimin tam ortasındayken bir garson dirseğime dokundu. "Size telefon var, efendim."
"Öyle mi? Peki arkadaşım, telefonu masaya getirir misin?"
"Özür dilerim efendim, ama getiremem. Lobide 12. hat."
"Ah, çok teşekkür ederim," dedim olabildiğince sevimli bir şekilde, çünkü ona bahşiş niyetine verebileceğim bir şeyim yoktu. Dışarı çıkarken Marslılar'ın masasının orada geniş bir daire çizdim.
Sonunda telefonun neden masaya getirilemediğini anlamıştım! 12. hat en yüksek düzeyde emniyet tertibatlı, ses, görüntü geçirmeyen ve konuşmayı gizli tutan bir kulübeydi. Ekranda görüntü yoktu, kapı arkamdan kapandığında bile ekran netleşmedi. Yerime oturana ve yüzümü alıcıya yerleştirene dek görüntü sisliydi, derken bulutlar yok oldu ve kendimi uzayadamı arkadaşıma bakarken buldum.
"Seni dışarı çıkardığım için özür dilerim," dedi çabucak, "ama acelem vardı. Bir an önce Eisenhower Oteli 2106 numaraya gelmeni istiyorum."
Başka bir açıklamada bulunmadı. Eisenhower da Casa Mañana gibi uzayadamlarının pek uğramadığı bir oteldi. Belanın kokusunu alabiliyordum. Barda bir yabancıyla tanışıp sonra da ona bir otel odasına gelmesi için ısrar edemezsiniz – yani en azından hemcinsinizse...