Önay Sözer, “Birhan Keskin’de aşkın ‘dünya’ hali”, Varlık, Ocak 2011
Bir şairin çağdaşı olmak, onunla aynı dünyayı paylaşmak, onun okuyucusu için bir varoluş deneyimi haline gelebiliyorsa bunun üzerinde ayrıca durmak gerekir. Birhan Keskin’in şiirlerini ilk okuyuşumdan başlayarak ben de böyle bir deneyimin içine girdim. Bu deneyime göre onun şiirlerinin güzel, etkileyici vs. olmalarının ötesinde (bu niteliklere birçok başka şiir de sahip olabilir) doğru şiirler olduğunu gördüm. Doğru şiir bence, bizi dünyadaki varoluşumuza açan, bize bu varoluşla ne yapabileceğimizi ve aynı zamanda günlerin fırtınası içinde ayakta kalabileceğimiz bir yer gösteren şiirdir. Bir şiir bizi bu anlamda yeniden dünyaya getirmiyorsa (“doğru” sözcüğü Türkçede “doğurmak”tan geliyor) ve giderek yazmaya, sanatçı olmasak bile, bundan böyle olmaya çağırmıyorsa onu unutmak gerekir. Tabii ki bu, kendi başına büyük ve aynı zamanda esnek olması gereken bir projedir, her durumda tıpkı tıpkısına yerine getirilmeyebilir. Ama işte yerine getirildiği bir örnek özellikle Keskin’in Y’ol adlı şiir kitabıdır. Aşağıda, söylediğim deneyimle ilgili olarak ortaya çıkan bir profili bu yapıttaki şiirlerin öz yapı ve kuruluşunda belirdiği gibi izlemek istiyorum.
Şiirin kendine-göndermesi
Keskin’in şiirinin yapısal bir özelliği şiir metninin kendine göndermede bulunmasıdır. Kendine-göndermeyi (auto-referentiality) yazdığı yazıların başlıca yaratıcı bir ilkesi haline getirmesiyle tanınan bir yazar Gertrude Stein’dır (1874-1946). Stein’a göre kendine-gönderme yazılı metnin karşımıza olmuş bitmiş bir sonuç, düpedüz bir veri olarak konulması yerine kendi yazılma sürecine göndermede bulunmasında, yazıyı yazılmasından ayrılamaz bir biçimde sunmasında ortaya çıkar. Bu ise, yazarın buluşlarına bağlı olarak çeşitli yollardan gerçekleşebilir. Bu tür bir metin sözcüklerin alışılmış anlamlarına yönelmekle yetinmez, anlam burada doğacaksa, ilkin metnin yüzeyindeki (sözcüksel, dilbilgisel, düzenlenim ve serim ile ilgili) oyuna teslim olmamızdan doğar. Kurulan tümceler anlamsız değildir, fakat anlam hazır bulunmaz: metinsel bir deneyimle yeniden elde edilir, imleyenlerin tekrarı imleyen-imlenen ilişkisini tazeler ve amaçlı olarak yarım bırakılmış tümceler, birbirinden kopuk sözcükler okuyanı başka bir bakış açısına çağırır.
Bu söylenenler şiir sanatı için de geçerlidir. Stein şöyle yazıyor:
“Şiir, ismi kullanmayla kötü kullanmayla, yitirmeyle istemeyle, yadsımayla ondan kaçınmayla, ona tapmayla yer değiştirtmeyle ilgilidir. O bunu o bana yapıyor, hep bunu yapıyor, bunu yapıyor ve bundan başka hiçbir şey yapmıyor. Şiir isimleri kullanmaktan yitirmekten geri çevirmekten ve memnun etmekten ve aldatmaktan ve okşamaktan başka bir şey yapmıyor. Şiirin yaptığı budur, hangi çeşit şiir olursa olsun şiirin yaptığı budur. Ve şiirin pek çok çeşidi vardır.
Dediğim zaman,
Bir gül bir güldür bir güldür bir güldür” (1) [Gertrude Stein: “Poetry and Grammar,” Look at me now and Here I am (Yay. haz.: Patricia Meyerowitz), Middlesex (İngiltere) 1984, s. 125-147, 138.]
Bir konferansından sonra “Gül bir güldür bir güldür” ün (rose is a rose is a rose) anlamını soran bir öğrenciye Stein “Salt varlığın heyecanının” günümüz şiirlerinden çekildiğini, şairin “isme canlılığını geri vermek için tümcenin yapısına bir tuhaflık, beklenmedik bir şey sokmak zorunda olduğu” nu, bu değişiklikle “İngiliz şiirinde gülün yüzyıldan beri ilk kez kırmızı” renk kazandığını söylemiştir. (2) [A.g.y. Editor’s Forewoid, s. 7-9, 7.] Bu renk kazandırmanın sözcüğü yeniden önplana çıkarmak için ona beklenmedik bir gönderme yapılmasıyla olanaklı olduğunu görüyoruz.
Şiirdeki bu gariplikleri; bozuşturma ve yinelemeleri formalist bir ilke haline getiren Stein’den ayrı olarak Keskin bunlarla geleneksel dilbilgisi ve alışılmış sözcüklere taze bir kan vermeyi deniyor. Onlara kazandırdığı yeni anlamla insan, dünya ve varlık sorununu –hep yan çizilen ya da unutulan bu sorunu– gündeme getirmeyi amaçlıyor.
Burada üzerinde durmak istediğim kitabın adından başlıyorum: Y’ol. Kuşkusuz bu yadırgatıcı yazılışına karşın bu sözcüğü “yol” olarak okuyoruz, ve aynı zamanda okurken başka bir şey düşünüyoruz: “Y’ol” birdenbire kendi içinden “Y” harfini (bu da bir başka sözcüğün ilk harfi olabilir) ve “olmak” filini gösteriyor. Olmak ise Türkçede varlığın dile getirildiği fiilerden biri. “Y’ol” birden olmak fiilinin emir kipine dönüşme çağrışımı yaparak bizi bir şeyi (“Y” harfinin imlediği bilinmeyen bir şeyi) olmaya çağırmıyor mu? “Y’ol” artık bildiğimiz, anlamını ya da anlamlarını unutarak kullandığımız “yol” değil. Şaire “Ne idüğü belirsiz yerler benimle yürüdü” (3) [Birhan Keskin? Y’ol, İstanbul 2010, s. 10.] dedirten ya da:
“O kadar uzun yol geldik ki seninle/ Şimdi, sen ayrı ben ayrı olan o yolu/ Nasıl yürüyeceğiz?” (4) [A.g.y., s. 44.] dizelerini yazdıran ve yürüyenin kendisinden ayrılmayan o yolu.
Aynı yapıtta şiirlerin bölümlenmesi de sıra dışı ve bölümleme olayının kendisine dikkati çekiyor: “TAŞ PARÇALARI” başlığı altında bölüm numaraları şu sırayı izliyor: III IV II VI V I... Ayrıca Keskin sözcükleri onların harflerini yineleyerek yazıyor sık sık: “uykuuuuuuuu”, “çoooooookkkkkkkkkk”, “buzzzdaaaaaaa” vb. Bu türlü yinelemelerin bir ses öykünmesi (onomatope) olduğu söylenemese de yerine göre sözcüklerin anlamlarına bir özellik kattığı ya da onları pekiştirdiği düşünülebilir. Ne olursa olsun normal yazımı ağır bir biçimde değiştiren bu bozuşturmalar dikkatimizi herşeyden önce yazının kendisine, bu türlü yazılmalarına ve yazma sürecine çekmektedir. Stein bu noktada isimlerin “okşanması”ndan söz ediyordu, burada yapılan ise harfler açısından bakıldıkta daha çok bir istiflemedir. Yüksek sesle okunmasında sesel-anlamsal sonuçları olabilse de bu nokta okuyucuyu her şeyden önce görsellik alanında yakalamaktadır, yine de bütünüyle “görsel şiir”e (visual poetry) kaymadan. Keskin’in yalnızca Soğuk Kazı şiirinde görsel şiire çok yaklaştığını görüyoruz, yalnız burada da şiirin içinde siyah harflerin yarattığı sarmallarda çoğunlukla aynı harfler ya da aynı sözcükler döne döne vurgulanıyor. (5) [Birhan Keskin: Soğuk Kazı, İstanbul 2010, s. 61-63.]
Görsel şiirde (tabii şairine bağlı olmak üzere) ve motifler daha çok süse kaçarlar, oysa Birhan Keskin’in şiirinde böyle bir şey yok. Yukarıdaki örneklerde onun işi, sözcüklerle zaman zaman birtakım “peyzaj”lar çizmektedir. Nasıl bir peyzaja bakan kişi onu kendi dışındaki bir şey olarak değil de bir iç mekân olarak yaşar ve kendini orada bulursa, tıpkı bunun gibi Keskin’in harfçi peyzajları bizi kendi özdeneyimimizin içine sokuyor. Bunu sağlayan ise doğrudan doğruya bu şiirlerin yalnızca öyle yazılmış olmaları ve yazılmalarının ötesinde hiçbir varlığa sahip olmadıkları gibi hiçbir başka içeriğe de göndermede bulunmamalarıdır.
Sözcükler yazarken onları uykularından uyandırabilenler için yaşamın kendisidir. Birhan Keskin bunu bilerek yazıldıkları gibi olan şiirler yazıyor.
Yani doğru şiirler.
Aşk dünyayı gösterir
“Aşkın gözü kördür” denir. Bunun anlamı aşıkların gözünün dünyayı görmediğidir. Hannah Arendt’in ontolojisine göre normal olarak iki insanın “ara”sını (örneğin iki kişi arasındaki masa gibi) oluşturan dünyayı aşıklar gözden yitirirler, dünyada değil birbirlerinde varolurlar. Keskin’in sınır tanımadan, (yani kadın ve kadın, kadın ve erkek, ana, kız, çocuk…) bütün insanlığı kapsayan aşk şiirleri tam bu iddiayı yalanlamak için yazılmış gibidir. Onun için, aşk dünyadan bir kaçış değildir, tam tersine aşkın içine, bütün onu aşan, öteleyen şeyler karışır, sevilen seveni dünyaya fırlatır ve darmadağın eder: “Beni bilmediğim bir dünyaya attı... / Bir cümlem yok, darrrrrgğmadaaaaaaanım, bundan” (6) [Birhan Keskin: Y’ol, s. 21.]
“Böyle. Kendime inandığım gibi inanmıştım ona da/ Aşk olanın ötesinde bir aşktan söz etmek, aaaaaah/ Bir inançtı desem./ Bu kadar dağılmam kendimi şimdi/ bu dünyaya fırlatılmış gibi hissetmem bundan”. (7) [Aynı yer.]
Keskin’e göre âşıklar baştan sona birlikte varoluşlarıyla dünyadadırlar, dünyadaki eşitsizlik özel bir anlam kazanarak bu ilişkiye de sızar: “Aşk iki kişi arasında asla eşitlenmeyendir.” (8) [A.g.y., s. 53.]
“Dünyaya fırlatılma”, “iki kişinin arası” gibi anlatımlar, Keskin’in şiirine ontolojik bir okuma ile yaklaştığımızda kuşkusuz Heidegger’in Varlık ve Zaman (1927) yapıtındaki “fırlatılmışlık” (Geworfenheit) ve “ile-olmak” (Mitsein) kavramlarına çağrışım yapmaktadır. Fırlatılmışlık insan “orada-varlık”ının “ora”ya, dünyada bulunduğu yere fırlatılmasıdır. İle-olmak ise orada-varlığın başkasıyla (olması değil) ile-olmasıdır. Yani insanın yapısında başkasıyla olmak vardır. İle, yani il-işki. Keskin bir filozof değil, fakat kuşkusuz şiirlerinin doğruluğu ona bu ontolojik motifleri bulduruyor ve böylece aşk ilişkisi dünyadalığına tüm varoluşsal sonuçlarıyla katlanıyor.
Bütün bu “dünya”, “ora”ya “fırlatılmış” olma ve aşk ilişkisinin “ile”si Keskin’in zaman zaman kullandığı “yuva” motifinde bir kez daha yerini ve anlatımını buluyor:
“Sen benim yuvamsın,/ Yuvanım ben senin”. (9) [A.g.y., s. 20.]
Türkçede yuva sözcüğü “ev” sözcüğü ile eşanlamlı olmakla birlikte bağlamsal kullanılışında “ev”de olmayan birtakım anlam yönelimleri kazanmakta, bu da onun derinlik boyutuna işaret etmekte: “aşk yuvası”ndan tutun da “birinin yuvasını yapmak”, “yuvası başına yıkılmak”, “yuvaya dönüş” çeşitlemeleri “ev”de olmayan olumlu/olumsuz bir anlatım yelpazesini önümüzde açıyor. “Ev” de, “yuva” da “kuruluyor”, fakat özellik yuva aranıyor ve bulunuyor ya da bulunamıyor. Yuva insanı “var” ile “yok” arasında bir yerde bırakıyor:
“Beyhude insanın yuva arayışı ama/ Yine de yuva arar insan”. (10) [A.g.y., s. 28.]
Dildeki varlığın şiiri
Birhan Keskin’in Y’ol yapıtında şimdiye kadar saptamaya çalıştığım ana tutumu, yani şiirinin kendine yaptığı göndermelerin (şiirindeki bu dokusal sıcaklığın) aynı zamanda dünyaya açılma anlamına gelmesi, ısrarlı bir biçimde kullandığı var/yok deyimiyle, “durmak” filindeki zengin gücüllüğü yakalaması onun şiirinde anlamlı bir bütünlüğe kavuşuyor. Dünya varlık ile yokluğun sahnesidir. Dil ise varlık ile yokluğun oyununu sahneye koyar. Dilde varlık dillenir, çünkü dil insanın yalnızca “yol”, “aşk”, “yuva” ile ilgili deneyimlerinin değil, varlık deneyiminin süzüldüğü ortamdır. Bunun için de şairin “var” ile “yok”un birbirine teğellendiği yerde kendini bulması, kendisi için arkaik ve yine de yepyeni bir deneyim olmaktadır:
“Varla yok arasındayım/ Varla yok arasındayım/ Hep, varla yok arasındaydım./ Zaten./ Ben bilmedim ki/ niye teyelliyim, niye?”. (11) [A.g.y., s. 32. Şiirin bütünü metnin içinde yer alıyor.]
Bu şiirin devamında “teyel” eğretilemesi “kırık testi”yle yer değiştiriyor:
“Varla yok arasında/ Varla yok arasında/ Elimde bir kırık testi”.
Gerek “teğel”, gerekse “kırık testi”nin “kırık”ı “varla yokun arası”nı, buradaki aralanmayı, bunları bir “ara”dan başka hiçbir şeyin bir arada tutmadığını dile getiriyor. Ama bu ara insan varoluşunun kendisidir, bilmeden bir şeye teyellenmiş, testinin kırığıyla kendisi de kırılmış ve iki arada kalmıştır:
“Elimde bir kırık testi/ Nereye bırakayım?”
Türkçede birçok deyimde (“Ne var ne yok?” “Varını yoğunu sattı”, “var mı yok mu belli değil” vb.) kullandığımız “var/yok” ikilemesi, ayrıca masallarımızı başlatan derin anlamlı bir tekerlemenin içindedir: “Bir varmış bir yokmuş”. Varın yokla bu aralanması Keskin’in birçok şiirinde izlekleşiyor ve aşkın “yuvası” da varla yok arasında yerini alıyor:
“Katlanan, insanın birbirine yapışan yaralarından/ Bir yuva inşa etmektir aşk da varla yok arasından/ Ve ahşabı kemiren de ahşaba dahildir, değil dışardan”. (12) [A.g.y., s. 28.]
Türkçede tıpkı “olmak” gibi –onunla eşit hakla– “varlık”ı bildiren bir fiil de “durmak”tır. “Durmak”ın taşıdığı anlamlar aynı zamanda varlığın anlamlarıdır ve biz var olan şeyleri de bu anlamlarla anlamlandırırız. “Durmak” doğrudan doğruya “var olma” ve “varlığını sürdürme”nin ötesinde “kalmak”, “hareketsiz kalmak”, “bir yerde bir süre oyalanmak”, “beklemek”, “hayatta olmak”, “bir yerde olmak veya bulunmak”, “sürekli, arka arkaya olmak”, demektir. Bu anlamlarıyla “oluş”un karşıtı olan “durmak” filinin kökü “dur” ses uyumu kuralına göre aldığı “dur/dir/dur/dür” biçimleriyle Türkçe tümceyi bitiren koşaç (copula) olarak kullanılmaktadır, yani doğrudan doğruya öznenin tümleç tarafından gösterilen belirlenimle var olduğunu bildirmek üzere.
Birhan Keskin, “dır” koşacını “dur” diye yazarak “dır” da unutulan “durma”yı bize hatırlatıp düşündüren ilk Türk şairi olmalı:
“Burası araftan sonrasıdur.../ Burası araf sonrasıdur. Arafta çok bekledimdi./ Şimdi burada duracağım dur...” (13) [ A.g.y., s. 62.]
“BU MEKTUP SENDE DURSUN” Başlığını taşıyan şiir baştan aşağı “durma”ya, yani var olmaya bir çağırıdır. Bu şiirde “dur” fiil kökü bir isim olarak da kullanılır (“dur olmak”, dur etmek gibi; İLHAN İLHAN şiirinde çeşitli çekimleriyle tek bir dizeyi taşıyacak güç kazanır:
“VII Durmuştun, durmuşsun, duruyormuşsun”. (14) [A.g.y., s. 67.]
Bir başka yapıtta, bir başka şiirde taş dile gelip şöyle konuşur:
“Issızlık bilgisiyim, sessizlik bilgisi./ Durmanın ve kalmanın büyük planıyım”. (15) [Birhan Keskin: Bu, İstanbul 2010, s. 35.]
Bu “durma” gizemlidir, hareketli görünüşlerin ortasında bir delik açar, hayret uyandırır, âşıkların gizli ve zalim isteği de sonunda “durmak” olabilir, ne olursa olsun doğru ve yerindedir.
Yazımın en başında Birhan Keskin’in şiirindeki kendine-gönderen sözcüklerden söz etmiştim. Aslında “BU MEKTUP SENDE DURSUN” şiirinde “durma” sözcüğünün içinde çoğun italik ile yazılan bu “dur” (“durakta”, “duracağım”, “durdur”) “durma”nın kendine (“durma”nın çeşitli anlamlarının taşıyıcısı olan fiil köküne ve koşaca) yaptığı bir göndermeden başka bir şey değil. Ama burada aynı zamanda felsefi bir anlam kazanıyor. Görünüşün varlığa yaptığı gönderme; ya da ontolojinin diliyle söyleyecek olursam: varlığın, durup dururken, yani bir anda örtüsünü kaldırıp görünüş alanında patlak vermesi olarak.
Görülüyor ki Keskin’in uyarıcı, sıradışı şiir yazma tarzı bizi âşıkların şimdiye kadar ihmal edilmiş dünya deneyimine götürüyor. Dilde yakaladığı varlığı söyleme damarı ise her iki noktayı yeni bir anlam boyutunun içine sokuyor. Ama daima dilin (dolayısıyla şiirin) olanakları içinde, duyguları doğrudan doğruya dile getirdiği izlenimi veren dizeleri bile çoktan yapılanmış bir şiirin içinde yerlerini alıyorlar.