| ISBN13 978-975-342-789-0 | 13x19,5 cm, 264 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | M. Said Aydın, “Son Adım’a daha çok var”, Kitap Zamanı, 7 Mart 2011 ‘Son Adım’a daha çok var Kitaplar arasında ilişki kurmanın akademide bin bir türlü yolu var, üstelik buna gerek de var. Metinleri analojik bağlantılarla ilişkilendirmek, “yeniden okuma”lara tâbi tutmak, ikili karşıtlıklar üzerinden sonuçlara varmak, akademilerin amentüsü olmalıdır; –çoğu zaman iyi ki vardırlar da. Fakat okuyucu için, yazınsal herhangi bir bağ kurmak konusunda kendini zorunlu hissetmeyen okuyucu için benzer türlerdeki metinler arasındaki görünür/görünmez bağlar oldukça keyfi ve hadi diyeyim “güzel”dir. Kendi hesabıma, son zamanlarda ne zaman iyi bir roman okusam, elim Mehmet Açar’ın Çok Uzaklarda Bir Yaz’ına gitti sık sık. Orada adını bilmediğimiz ama hayatının neredeyse tamamını, ‘güzel’ bir anlatıcı mesafesiyle okuduğumuz karakterin hafızası, gençliği, aşkları, dönemin siyasi atmosferi vs. o kadar canlıdır ki, bir süre sizinle, gündelik hayatınızın içinde yaşar. Keza Cemil Kavukçu’nun, bence Türk edebiyatının en güçlü şehir monografilerinden biri olan uzun anlatısı Angelacoma’nın Duvarları da öyle bir metindir. Ve daha yakın zamandan, yer yer yumru olup boğaza takılan, kimi yerlerde insanın içini kabartan, coşturan ama bunu neredeyse bir Marquez estetiğiyle yapmayı başarmış Perperık-a Söe [Gece Kelebeği] isimli Haydar Karataş romanı. İşte asıl analojiyi, birazdan söz edeceğim kitapla bu kitap arasında kurmak niyetindeyim: Ayhan Geçgin’in, üçüncü romanı Son Adım, geçtiğimiz günlerde okuyucu karşısına çıktı. Az yazan bir yazar Ayhan Geçgin, kolaylıkla söylenebilir ki, “az yazan” bir yazar. Bunu aslında şöyle tashih etmek gerekebilir; “çok yazmaktan imtina eden” bir yazar bence. Çünkü cümle cümle özenildiği o kadar açık ki, Son Adım’ın yazım sürecinin uzun ve zorlu olduğunu tahmin etmek güç değil. Adeta bir üslup obsesyonuyla metni güçlendirmiş Geçgin; üslup denen şeyin bir roman boyunca gerilimi nasıl azaltılmaz, göstermiş. Son Adım’ın zemin-mekân ilişkisine dair bir güncel analoji daha kurmak mümkün aslında: Behçet Çelik’in –hassaten Diken Ucu’nda– İstanbul’u gibi bu İstanbul. Çelik de, kenardan, renksiz (rengi varsa bile renksiz), kendine has kokularıyla mevcut, romanın/edebiyatın çok da mekânı olmamış mekânlardan harekete (hareket?) geçiriyordu karakterlerini. Ayhan Geçgin de, Alisan’ı [Ali İhsan] Küçükçekmece’de, Bakırköy’de, Çapa’da dolaştırıyor. Alisan; babasını ve annesini kaybetmiş, babaannesiyle çocukluk evinde, Küçükçekmece’de yaşayan, üniversite için Eskişehir’e gidip kısa bir süre sonra okulu bırakıp dönmüş, iç sesiyle ağzından çıkan sesler arasında dünyalar kadar fark olan bir karakter. Uyumsuzluğunun “şehir”le bariz bir alakası var; işlerle, kadınlarla, babaannesiyle, televizyonla, tozlanıp duran bir adet kitapla ilişkisi çerçevesinde gördüğümüz, dinlediğimiz Alisan roman boyunca “bir şey” bekliyor. Geçgin, ikinci tekil şahısla [“sen” ile] büyük bir üslup tutturuyor; anlatıcıyla Alisan arasında mesafe bir süre sonra belirsizleşiyor, belirsizleşmesinin “sorun” olacağı yerlerde, hemen devreye giriyor tekrar anlatıcı. Çok alışık olmadığımız ikinci tekil şahısla böyle bir üslup tutturmuş olmasında da, evvelden söylediğim, “obsesyon” ile bir tutarlı bir ilişkisi var kanımca. Alisan, çok tanıdık biri; Mersault’ya da benziyor, Selim Işık’a da, “Uyuyan Adam”a da, Zebercet’e de. Bu tanıdıklığın içinde biricikliğini de sabırla örüyor. İç sesi, ailesinin göçüne karşı mesafesi, ailesiyle olan derin ilişkisizliği, “onların dili”, babaannesi, babaannesinin hastalığında yaşadıkları ve Kader isimli komşu kadının hayatına girişi. Metnin büyük kısmında beklediği “büyük şey” babaannesinin ölümüyle, “onların dili”nin konuşulduğu Tunceli-Bingöl arasındaki o ilçede yaşadıkları haline geliyor. Zaman değişse de acı değişmiyor Burada Geçgin ne kadar “sert” ve “gerçek”se, Karataş aynı coğrafyada ama bu defa 38’deki kırımdan söz ederken aynı ölçüde gerçeküstü ve büyülü bir dil kuruyordu. Uzak zamanlarda, aynı coğrafyada yaşanan olabildiğine “sert” ve “gerçek” şeyin, iki ayrı kalemin elinden anlatılışı, sadece edebiyat için değil, vicdan ve insanlık için de çok mühim adımlardı. Karataş, bir küçük çocuk ile annesinin yaşadıklarını anlatıyordu, Geçgin şehirli olamamış ama kesinlikle “oralı” da olmayan bir uyumsuz adamın yaşadıklarını anlatıyor. Üslup değişiyor, metin değişiyor, zaman değişiyor ama mekân sabit kalıyor. Acı ve zulüm de. Alisan, kitabın sonunda işkencecisine “Ama ne yaparsanız yapın insanı bir hiçe indirgeyemezsiniz. Gerçeği mi istiyorsunuz, işte gerçek: İnsanın içinde ölümsüz bir şey vardır. İnsanın içinde yok edilemez bir şey vardır” diyor işkence tezgâhında. Edebiyat, bazen insana güç verdiği için de değerli oluyor. Ayhan Geçgin’e Türkçe bilen herkes bir teşekkür borçludur. |