Açılış bölümü, s. 9-12
Gecenin bir yarısı babanın ev halkını uyandırmak istemeyen sessiz, dikkatli adımlarını işitiyorsun. Giysilerinin hışırtısını, gıcırdayan kapıyı, karanlıkta nereden geldiğini çıkartamadığın çıtırdama seslerini işitiyorsun.
Gözlerini açıyorsun. Bir an gerçekten babanın canlanıp odada yürüdüğünü sanıyorsun. İki zaman üst üste biniyor: geçmişin bir ânı şimdiki zamana mı geldi, yoksa sen çocukluğunun o ânına geri mi döndün, karar veremiyorsun. Her ikisi de olabilir.
Ama baban değil, babaanne bu. Güya seni uyandırmamaya çalışarak mutfakta bir şeyler yapıyor, kendi kendine konuşuyor.
Sesleri işitiyorsun, mutfaktaki takırtıları, borulara ıslık çaldırarak açılıp kapanan su sesini, uzaklarda bir yerde birden havlayıp sonra yine birden susan köpekleri; içinde gecenin uğuldadığı sessizliği ise bütün gövdenle işitiyorsun. Uyuyabilen varlıklar oluşumuz seni bir an şaşkınlığa düşürüyor. Gece böyle kaynayan bir sessizlikle gerilmişken, böylesine şişkin, doluyken nasıl uyuyabiliyorduk, nasıl gözümüzü, kulaklarımızı kapatabiliyorduk? Yaşlılar bunu öğreniyor olmalı, diye düşünüyorsun, o yüzden uykuları tuhaflaşıyor. Yoksa ölüm sonsuz uyku değil de, bir daha hiç uyuyamamak olmasın?
Gözlerini kapat!
Her gece böyle üçle dört arası uyanıyorsun. Uykun iyi değil. Uyku seni dinlendirmiyor. Yatağa girdiğinden daha yorgun kalkıyorsun. Bu artık hayvan uykusu, diye düşünüyorsun.
Babaanne yüzünden mi? Belki. Kadın iyi değil, sürekli sızlanıyor, kendi kendine konuşuyor, ağrılarından yakınıyor, somurtup duruyor. Sabaha karşı kalkıyor, sonra da uyuyamıyor. Yatakta dönüp duruyor, ahlayıp ofluyor, erkenden yataktan çıkıyor. Herhalde seksenine varmak üzere. Kimi zaman o eğrilmiş bacakları, kopacakmış gibi duran cılız kolları, kamburu, bu çürüyen, kokan, küçülüp buruş buruş olan bedeni görmek bile tiksinmene yetiyor. Bir tek o kaldı. Ne inatçılık ama. Saat dört falan olmalı. Kolunu kımıldatıp saatine bakmak istemiyorsun.
Bir kamyon ıslak asfaltı ıslıklar saçarak geçiyor. Çatı kenarlarından damlayan damlaların düzensiz seslerinin farkına varıyorsun. Yağmur yağmış. Bir karga bet bet ötüyor. Babaanne bir şeyler mırıldanıyor: "Ayy, başım dönüyir, ya Hızır." Tuvalete gitmen gerek, ama kalkmak, kımıldamak istemiyorsun. Uyumalıyım diyorsun, uyku iyi. Gözlerini kapat. Gözlerini kapatıyorsun.
HER ZAMANKİ GİBİ sekize doğru uyanıyorsun. Göz kapaklarını aralamakta zorlanıyorsun. Ağır hissediyorsun. Bedenin ağırlığı sanki elli katına çıkmış. Kalkmak için kendini yataktan çekip alman gerek. Peki kalkmadan bunu nasıl yapacaksın, kendini nasıl çekip çıkartacaksın? Kalın perdeleri çekili oda boşlukta yerini bulmak ister gibi salınıyor. Dışarıda cıvıldayan serçeleri işitiyorsun.
Beş dakika sonra cep telefonunun alarmı tam sekizde öttüğünde –kimbilir nasıl ya da hangi güçle– yataktan çıkıyor, işe gitmek için hazırlanmaya başlıyorsun.
Babaanne mutfakta, kahvaltılıkları çıkarmış, çayı demlemiş. Her zamanki giysileri içinde –mavi benekli lacivert pazen eteği, eskimiş, rengi çoktan solmuş kahverengi hırkası, beyaz saç tellerinin göründüğü başörtüsü, kalın çoraplarının üstünde çedikleri, terlikleri– hırkasının kollarını dirseklerine doğru sıvamış çayı dolduruyor. "Sen kalhti?" diye soruyor geldiğini görünce, "çayları koyam?"
Kahvaltı hazırlamamasını defalarca söyledin, ama dinlediği yok, ara sıra kafasına esiyor, yine hazırlıyor. Ağzına ayaküstü birkaç lokma atıyorsun, babaanne "Otursana a oğlum," diyor, "otur, otur da öyle ye." Oturur oturmaz "Yene heç uyuyamadım," diye yakınmaya başlıyor. Oturduğuna pişman oluyorsun, hemen çıkmalıydım diye düşünüyorsun. Sabahları zaten sinirlisin, bu aralar iyice sinirli hissediyorsun. Kalkar kalkmaz ne konuşmak, ne de babaannenin bu bitmeyen yakınmalarını dinlemek istiyorsun.
Eylemlerine sürekli eşlik eden ahlardan, aylardan, oflardan, amanlardan birini daha uzunca çıkarıyor ağzından, "Kemihlerim böyle nasıl sızlıyi," diyor, "sana nası diyem, içi sanhi böyle, böyle ufalaniyir."
Bunu söylerken sağ elini kaldırıyor, parmaklarını birbirine sürtüyor. Tüm bu kahvaltı hazırlama, sabah karşılama faslı bunun için işte, bu sabah yakınması için. Havadaki ele bakıyorsun. Açılıp kapanmakta zorlanan, derisi aşınmış, buruş buruş bir el – kurumuş, taşlaşmış. Başını onaylar gibi sallıyorsun. Kemikleri yavaş yavaş eriyor. Kullandığı ilaçlardan biri de kemik ilacı. Biri hap biçiminde, diğeriyse her akşam yatmadan önce burnuna sıktığı bir sprey. Beş ay önce süresi bitmiş raporunu uzatmak için hastaneye gittiğinizde yeni kemik ölçümü sonucunu görmüştün. Rapora göre kilosunda pek bir değişiklik yoktu, birkaç kilo vermişti yalnız, ama boyu bir elli birden bir kırk yediye düşmüştü. Bedenin büyümesini biliyordun ama küçülmesi de neydi? Santim santim küçülen bu beden seni bayağı şaşırtmıştı.
Eriyen kemikleri gözünün önüne getiriyorsun: içerde un ya da kum gibi bir şeylere dönüşüyorlar, ama kurumuş, incelmiş, inatçı deri onları ısrarla sarmayı sürdürüyor.
...