Ersan Üldes, “Yeni Başlayanlar İçin Ermeni Meselesi”, Akşam Kitap Eki, Nisan 2006
“Roman öyle bir yazın türü ki aşkın, tutkun, bağlılığın yoksa götüremezsin. Bu konuda beni üzen birbirinin başarısını çekemeyen edebiyatçılar. Biri bir roman çıkardığı zaman sanki kendi cebinden bir şey eksilmiş gibi davrananlar. Böyle bir refleksimiz var. Türk entelijansiyası birbirine karşı çok hoyrat. Önce hırpalıyor, hırpalıyor, hala ayakta kalıyorsan, yaşlandığında ödüllendiriyor. Bu sistemden çeken de bu defa kendine yapılanı bir başkasına yapıyor.(1)”
Gerçekten de böyle bir sorunumuz var, bu cümlede dile getirilen sitem, neredeyse bütünüyle doğru ve isabetli... İlginç olan, bütün bunları, sadece çoksatarsever okuyucularca değil, ilk romanından itibaren başka birçok kesim tarafından; basın, gazeteciler, televizyonlar, edebiyatçılar ve özellikle kitap tanıtım yazarlarınca da pek sevilen Elif Şafak gibi tanınmış bir yazardan duyuyor olmamız. Nedense yazarlarımızda böylesi bir ‘istenmeyen kişi’ refleksi gelişti son zamanlarda. Hâlbuki şu an edebiyat dünyamızın tamamı bu istenmeyen, acı çeken, sürgüne zorlanan yazarlardan oluşuyor zaten; ülkesinde konumu ve düşünceleri yüzünden muhtelif sıkıntılar yaşayan, müşterek Türk vicdanına ters düşen, politik havsalamızı uluslar arası sularda bizim adımıza temsil eden ‘muhalif’ yazarlar...
Unutma ve hatırlatma
Amerika’da The Bastard of İstanbul (İstanbul’un Piçi) adıyla yayımlanacak olan Baba ve Piç, genel hatlarıyla, ayrı memleketlerde yaşayan iki genç kızın hikâyeleri üzerinden Ermeni meselesine odaklanıyor. … Türk piçi Asya ile kökleri Anadolu’ya dayanan Amerikalı-Ermeni Armanuş’un yaşamları, atalarının yaşadığı yerleri ve kültürü merak eden Armanuş’un İstanbul’a uçmasıyla kesişiyor. Bir yığın başka karakter de var romanda. Asya’nın ısrarla ‘teyze’ dediği annesi ve her biri farklı eğilimlerle kuşanmış ‘karikatür’ teyzeler ile Armanuş’un babasından boşandıktan sonra bir Türk ile evlenen annesi ve soykırım sebebiyle Türklere düşmanlık besleyen ‘öteki’ halalar.
1915 yılında gerçekleştirilen tehciri unutma eğiliminde olan Türkler Asya’nın babasının kimliğini merak etmeyişi üzerinden, Ermenilerin bu zulmü hatırlamakta, varlıklarını biraz da böyle tanımlamakta diretmeleri de Armanuş’un atalarının yaşadığı yerleri görme isteği üzerinden aktarılıyor romanda. Türkler, sadece unutma refleksleriyle değil, asıl kendilerine zulüm yapıldığını iddia etmeleriyle de öne çıkarken, Ermeniler sadece hatırlatma ve yalnızca bir özür bekleme halindeler. Bütün bunları, adı konusunda bin türlü tevatür bulunan Kafe Kundera’da ve Ermenilerin üye olduğu bir sanal kafede gerçekleşen sohbetlerden ve yazarın anlatıcı olarak romanına kattığı genel bilinçten çıkarıyoruz.
Eleştirinin endazesi
Baba ve Piç, piyasaya çıkar çıkmaz, eleştirmenlerce de yoğun bir ilgiyle karşılandı.
“Göçebelik, kimliksizlik, belleksizlik, varlıkla yokluk, iç ve dış, hayat ve ölüm, dolu ile boş, yerlilik, yabancılık, zıtların benzerliği, bölünmedeki bütünlük, birlik ve parçalanma kavramları halesinde eserlerini ören ve göçebe ruhunu karakterlerine yansıtan Elif Şafak; kozmopolit, heterojen, çokboyutlu bir dünya arayışıyla, romanları boyunca ara dünyaların keşfinde, akılcılığın aralarına güven verici sınırlar koyarak aralarından su bile sızmasını istemediğimiz gerçeklerin iç içe geçmiş ve birbirine karışmış (ebru modeli) olduğu bir 'araf' üzerine bina ediyor yeni romanı Baba ve Piç'i de. Çok çağrışımlı, müstehzi metaforlarla temellendirilmiş, acımasız ironilerle çağrışımsallaştırılmış, farklı okumalara açılan bir roman Baba ve Piç; hafızaya, unutulanlara, hatırlananlara, gizlere, suskunluğa, sırlara dair bir kuşak romanı; Türkiye'deki milliyetçi ve cinsiyetçi ideolojiye neşter savuran sivri dilli bir anlatı...(2)”
Yazarın biri Türkiye’deki eleştirmenleri alaya alan bir roman yazmaya kalksa ve yukarıdaki paragrafı kurguladığı eleştirmen karakterine söyletse, fazla acımasız davranmış diye düşünmez miyiz?
Önce romanı, sonra da hakkında çıkan eleştirileri okuyanlar, acaba ben başka bir baskıyı mı satın aldım, diye düşünüp boş yere endişelenebilir. Zira, Baba ve Piç hakkında öyle ilgisiz, desteksiz ve zorlama destekli tanıtım yazıları çıktı ki, bu defa alışılagelmişin dışında bir tavırla, yazar Elif Şafak’tan önce ‘eleştiri’ yazılarını kaleme alanların çıkış noktalarını masaya yatırmak icap ediyor.
“Bir kavramı, bir hâli hem gerçek, hem mecaz anlamıyla kullanarak dünyayı çoksesli bir estetiğin içinden alımlayan Şafak, iki önemli Bakhtinyen kavramı kullanır Baba ve Piç'te: Polifoni (çokseslilik) ile heteroglossia (değişik dil ve söylemlerin bir arada bulunup çarpışması).2”
Peki Baba ve Piç, eleştirmenin iddia ettiği gibi, gerçekten de çoksesli bir roman mı?
Çokseslilik
Çoksesli romanın ne olduğuna kabaca baktığımızda, en belirgin özelliğinin, birden fazla karakterin özgürce söyleşmesinden ziyade, ucunun açık bırakılışı olduğunu görürüz. Yazar, tartıştığı meseleyi, yarattığı bütün kişilikler üzerinden deşer, ancak yine de romanın ucunu açık bırakıp gider. Gerisi okurun insafına kalır. Çoksesli romanın ikinci önemli özelliği ise; yazarın karakterleriyle kurduğu ilişkinin tamamen diyalojik olmasıdır.
Bu açıdan bakıldığında, Baba ve Piç Ermeni meselesinin Tanrısal bir objektiflik ile derlendiği, yenilir yutulur kıvama sokulduğu ve rasyonel bir vicdan ile sonlandığı bir roman. Tecavüzcü ölür, Türklerin en azından bireysel anlamda özür dilemesi ve Ermenilerin de artık mazlumluğun ardına sığınmaktan vazgeçmesi gerekir.
Yazar, romanın genelinde hissettirdiği bilinci ve tüm objektifliğini, sanal kafede Baron Baghdassarian lakabıyla söyleşen bir Ermeninin sözlerinde vücuda getiriyor ve orta yolu bu sayede tutturup batılı rasyonel mantığa, dolayısıyla hakkaniyetli vicdana kocaman bir parantez açıyor:
“Diyasporadaki Ermeniler arasında Türklerin soykırımı kabul etmesini asla istemeyecek olanlar var. Çünkü Türkler bunu kabul edecek olurlarsa ayağımızın altındaki halıyı çekip, bizi bir arada tutan en güçlü ve belki de tek bağı ortadan kaldıracaklar. Tıpkı Türklerin yapılan haksızlığı inkâr etme alışkanlığı olması gibi, Ermenilerin de yapılan haksızlığın hatırasına dört elle yapışıp, ‘mazlum’ kimliğinin keyfini sürme alışkanlığı var. Görünüşe göre iki tarafın da değişmesi şart. İki tarafın da acilen terk etmesi gereken kabuklanmış dogmaları var.”
Elif Şafak, çok sesli olabilmek, karşı görüşleri bir araya getirebilmek için, tam aksine tek boyutlu, arka planları eksik, insana dair karanlık ve açıklanamaz yönleri olmayan, bütün karakterlere üstten bakan bir Tanrı anlatıcı tarafından şekillendirilmiş kişilikler yerleştirmiş romanına. Alkolik Karikatürist, Aşırı Milliyetçi Filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi, Gizli Gay Köşe Yazarı ve Olağanüstü Yeteneksiz Şair gibi tanımlamalarla baştan bir cendereye hapsedilen karakterler arasındaki konuşmaları nakletmek, diyalojik metin oluşturmak için ne kadar yeterli?
“Başka insanların bilinçleri nesneler olarak veya şeyler olarak algılanamaz, tahlil edilemez, tanımlanamaz – onlarla yalnızca diyalojik olarak ilişki kurabilir. Onlar hakkında düşünmek onlarla konuşmak anlamına gelir; aksi halde, bize derhal nesne(l)eşmiş yüzlerini çevirirler: Sessizliğe gömülür, kapanırlar, kemikleşip bitmiş, nesne(l)eşmiş imgeler haline gelirler. Çoksesli bir romanın yazarından muazzam ve yoğun bir diyalojik etkinlik beklenir.(3)”
Objektif olmaya çalışmakla veya simetrik karşıtlıklar kurgulamakla, diyalojik roman yazmak çok, ama çok ayrı şeyler... (Çoksesli roman için bkz. Latife Tekin-Unutma Bahçesi. Kıyas edebilmek için dört dörtlük bir örnek. Baba ve Piç gibi, yine unutma kavramı etrafında gelişen romanda, Latife Tekin’in bu kavramın sunduğu bir yığın ‘aktüel’ ve ‘siyasi’ avantajları elinin tersiyle itmesi, felsefi açıdan tartıştığı bütün kavramları boşluğa tutturması, aslında boşluktan da çok, okurun göğsüne acıtmadan raptiyelemesi, takdirlik bir edebiyat gösterisiydi.)
Turistik eser
Çok sesli roman, bir zorunluluk değil elbette. Monolojik kurgu ile tasarlanmış olağanüstü güzellikte bir yığın roman var edebiyat tarihi içinde. Tolstoy’un monolojik romanlarını kalkıp çöpe atacak değiliz. Benzer şekilde diyalojik olmadığı için Baba ve Piç’i de görmezden gelmek olmaz... Burada sorun, bir romanın nasıl okunduğu, nasıl okunması gerektiğidir. Baştan koyulan bir yığın kıstas, kriter ve teori, bir yerden sonra romanın kendisine ulaşmanızı engeller. Sonrasında elimizdeki romanla olan benzerliği olay örgüsü ile sınırlanmış ya da yazarın röportajlarına endekslenmiş bir eleştiri metni kalır.
Velhasıl, Baba ve Piç okunası, sürükleyici, günümüzde yayınlanan bir sürü örneğe kıyasla derin, detaylı ve özenli bir yapıt olmasına rağmen ne çoksesli ne de söylendiği gibi milliyetçiliğimize neşter savuran sivri dilli bir anlatı. Aksine alabildiğine yumuşak, konforlu ve elastiki bir zeminde hareket etmekte direten, manevra kabiliyeti yüksek, sert noktalara ve keskin köşelere geldiğinde helvalaşan, tartıştığı meseleye bir orta yol tutturma gayretiyle yaklaşan, mülâyim mi mülâyim bir metin.
Baba ve Piç, yeni ve dişe dokunur bir şey söylemeden, Ermeni meselesini sadeleştirip bir payda altında toplama gayreti. Yeni başlayanlar için, konuya aşırı uzak ve yabancı kalanlar için ‘ne kadar duyarlı bir yaklaşım’ şeklinde nitelendirilebilecek, Amerikalı sıradan bir okurun ‘ermeni meselesi hakkında iyi bir roman okudum’ diyebileceği profesyonel bir çaba. Bir sadeleştirme uğraşı, yabancıların algılayabileceği kodları bulma telâşı.
Sorun şu; meselâ yazacağı romanın geçtiği mekânı hakkıyla teneffüs edebilmek için on beş günlüğüne o yöreye taşınan bir yazar, işine saygı duyan biri olarak mı algılanmalıdır, yoksa kendi gerçekliğini anlatmaktansa, kendine uzak bir mesele için profesyonel zorlama altına giren biri olarak mı? İşte Baba ve Piç’te de, meseleye yaklaşım açısından böyle bir benzerlik var. Yabancı bir yazar, birkaç haftalığına Türkiye’ye gelip zemin etüdü yapar ve romanını kotarır. Ülkeye özgü bir sürü detayı -istemeden de olsa- hadım eder, ama aşure metaforuyla çok kültürlülüğe gönderme yaptığı için kıvançlıdır.
Ermeni meselesi, tarihsel olduğu kadar sosyolojik de bir mesele. Ama ne kadar gündemde olursa olsun, konuya özellikle eğilmeyen okurlar için biraz sıkıcı. Bu sorunu nasıl aşabiliriz? Fonksiyonelliği kanıtlanmış bir yöntemle; büyü, fal, muska, cin vesaire... Doğu dediğin nedir ki zaten, bolca batıl itikat, biraz baharat, Binbir Gece Masalları ve Aladdin’in Sihirli Lâmbası... Elif Şafak Banu Teyze karakteri üzerinden, romanına mistik bir yan katarak cinlere yol vermiş. Sağ omzundaki Ağulu Bey adlı cine, Ermeni soykırımının gerçekten yaşanıp yaşanmadığını soruyor Banu Teyze. Bu sorgulamada, yazar tarafından hiçbir mizahi yaklaşımın sergilenmediğini söylemek şart.
Benzer şekilde, Benjamin, Adorno, Gramsci, Zizek ve Deleuze okuyan ve soyutlamaları sevdiğini söyleyen Asya, “Ermeni soykırımı diye bir şey duymadınız mı hiç?” gibi bir soruya “Ben daha on dokuz yaşındayım,” diye cevap veriyor. Şu haliyle mizahi ve de ironik sayılabilecek bu diyalog, yazarın özel çabasıyla fevkalade ciddi bir amaç uğruna, Türklerin meseleye yaklaşımını resmetmek adına kullanılıyor. Burada da, romanın genelinde olduğu gibi, istihzadan eser yok.
Hülasa, ‘müstehzi metaforlarla temellendirilmiş, acımasız ironilerle çağrışımsallaştırılmış’ gibi bir tespit ile ucundan kıyısından bir alâkası yok Baba ve Piç’in... Ancak eleştirmenin yaptığı tespitin, romanın kendisinden daha müstehzi durduğunu söyleyebiliriz gönül rahatlığıyla...
Buradan, edebi bir tür olarak romandan didaktik unsurlar beklediğimiz anlaşılmasın. Evet, roman bir tasarımdır ve evet, romana tasarım olarak bakmak gerekir. İşte tam da bu noktada, Baba ve Piç’in her şeyden önce tasarım olarak geçkin kaldığını, bir yığın popülist hareket noktasına sahip olduğunu belirtmek gerek. Her şeyi bilen, her şeyi gören, romandaki bütün kişiliklerin geçmişini serip döken, bazen geleceğini de söyleyen, Tanrı anlatıcıların da Tanrısı bir anlatıcı eliyle ortaya çıkan roman, ister istemez keskin bir naftalin kokusu getiriyor insanın burnuna. Bugün çok tartışılan bir konuyu Reşat Nuri’nin ya da içinden mizah duygusu alınmış bir Hüseyin Rahmi’nin kaleminden okumak gibi (bkz. Sunay Akın’ın hala Orhan Veli şiirlerini yazmaya çalışması). Her örnek, “biçim bünyesi gereği ideolojiktir(4)” yargısını doğruluyor bir bakıma...
“Bir de tabi söz etmeden geçilemeyecek kadar önemli cinler var romanda. Sağ omuzda Şekerşerbet Hanım, sol omuzda da cin taifesinin gulyabani kümesine mensup Ağulu Bey. Belki Elif Şafak’ın sol omzunda da, ancak cinlerin ilham kaynağı olabilecek güzellikte roman yazdığı için, bir baron oturmakta.(5)”
En başa dönersek; Elif Şafak, entelijansiyanın birbirini yıpratma refleksinden ziyade, Şafak romancılığı üzerine ciddi eleştiriler –olumlu ya da olumsuz– yazılmamasından yakınmalı...
Notlar
(1) Fadime Özkan’ın Elif Şafak ile Söyleşisi, 3 Ocak 2006, Yeni Şafak Yukarı
(2) Hande Öğüt, Radikal Kitap, 10 Mart 2006 Yukarı
(3) Mihail. M. Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, Metis Yayınları 2004, Çev: Cem Soydemir. Yukarı
(4) Wayne C. Booth, Dostoyevski Poetikasının Sorunları-Önsöz, Metis Yayınları 2004, Çev: Cem Soydemir Yukarı
(5) Asuman Kafaoğlu-Büke, 23 Mart 2006, Cumhuriyet Kitap Yukarı