Ece Temelkuran, “Med ve dahi cezir”, Radikal Kitap Eki, 7 Ekim 2005
"Eliiiif, pabucu yarım, çık dışarı oynayalım, gel de biraz seni hırpalayalım, şayet hırpalanmazsan biz de seni dışlayalım... Eliiif, pabucu yarım!"
Yazılana göre, Evham Hanım'ın küf kokulu evinde bir koltukta ki bitmez tükenmez, uykulu bir loşluk vardır o evlerde-büzüşüp kalmış Elif o sırada. Dışarıda sesler kendi içlerini gıcıklaya gıdıklaya yükselirken ne de güzel gelir Evham Hanım ile oracıkta hep kalakalmak. Orada bir tespih böceği gibi der top olup otursan ne olur ki? Hiç çıkmasan ne olur? Orada, artık hep öyle kalsan ne? İçinde, iki cam parçası birbirini keserek bir cam makas oluşturur gibi, makas kendi etini biçer gibi, gövden derinin altında fitne bir illetle tükenir gibi...
"Evham Hanım başını sallar endişeli endişeli. 'Bak gördün mü nasıl da çağırıyor toplum gene seni, sakın gelme oyuna, çıkma dışarı. Kal burada, benimle bir kuytuda yaşlan... Ben sana kurabiyeler pişiririm daima.' Biraz daha büzülürüm koltukta. Beynim bedenime ağır gelir. Ne dışarı çıkmaya cesaretim kalır, ne de cesaretlenmek için bir sebebim."
İnsana bir küçücük sebep bırakmayana kadar ve sebepsiz yere öldüren, yemeyeceği gövdeleri parçalayan et oburlarla doludur bu şehir. Ah! Bilmez miyim! Şehir, en kirli ormandır. Hele kalem gibi erkeklere ait bir alameti almışsan eline, biraz da elin yüzün düzgünse... Senin hiç haberin olmaz, varlığın, sadece kötülükle beslenen cinlere karışmış alıcı kuşları çağırır. Kötülük etme becerin yoksa eğer, bu şehir derhal tanır seni, arkadan "Kaç! Arkana bakmadan kaç buradan!" diye bağırır. Kaçmak sanıldığı kadar korkmakla ilgili değildir; boz bulanık sularda boğulmamak için de gidilebilir.
Med-Cezir başlığı altında yazılarını toplamış Elif Şafak. Metis Edebiyat. Dergilerde, gazetelerde yayımlanmış yazılar. Tarihsiz, çoğu kez de tarifsiz. Kendini de benzettiği, kökleri havada Tuba Ağacı gibi metinler. Böyle de olması gerek. Metin tek başına boşlukta duruyorsa duruyordur zaten. Durmuyorsa hiç durmasın zaten. Tarihsiz durabiliyorsa tarif edebilir kendini metin. Ama bu metinler sadece kendi kendilerini değil, Elif'i de tarif ediyorlar biraz. Tuhaf bir tarif elbette. Şöylemesine: Bazımız, kalbimizin haritasını, çok küçükten beri bilinmeyen yöntemlerle geliştirdiğimiz bir şifreleme sistemiyle veririz insanlığa. Ancak çok dikkatli 'kalp okuyucularının' sabır edip okuyabileceği, insan derisi üzerine çizilmiş hazine haritalarıdır bunlar. Belki de kimsenin o kalbi sevmediği ihtimalinden duyduğumuz sakat korkuyu kovmak için bu kadar karışık kurarız yollarımızı. Çünkü nihayet biri hiç çalmazsa hazineli kalbin kapısını 'Ne olsa çok karışıktı harita' deme hakkını, sevilmemekten korktuğunu bilmeyen bir çocuk gibi saklı tutarız kendimizde. 'Mütereddit ruhlara' dönüşmek oralarda başlar. Bu yüzden kimseye kötülüğümüz dokunmaz, yerlere çalmaktan kendimizi kimseye bir fiske vuracak hâlimiz kalmaz. Ama bilmeyiz ki bizden başka kimse kötülük etmezsek kötülük görmeyeceğimize inanmaz. Ne kadar kitap okusan, ne kadar insan tanısan da insanları öncelikle iyi sanmak gibi bir dermansız dert yakamızı bırakmaz.
Öyle işte... Karışık bir kalp haritasıdır bu kitap. İnsanlığın toprağında hâlâ hazineler gizli olduğuna inanan meczuplar bulabilirler gömülü olanı. Bulduklarında en tatlı 'HİÇ'i, sevinebilecek olanlar ancak yola çıkmalı, elini metnin kâğıdına değdirmelidir. Yok değilse eğer böyle, "Aman bizim dengemizi bozmayınız", biz böyle iyiyiz, tam kendimize göreyiz, mümkünse hiç karıştırmayınız. Çünkü...
Çünkü... 'Batıni yüzüm' diyor Elif buna kitaptaki bir yazıda: "En az dillendirdiğim damarım; romanlarımda kendiliğinden ortaya çıkabilen, çıktı mı kendi başına, bana rağmen akabilen, herkesten ve her şeyden ziyade kendiyle cebelleşen rindane, kalenderane, dervişane damarım. Yazarlığı değil yazının kendini seven, sonrasında ne olacağını değil tam da şu anda burada ne olduğunu önemseyen, ne sahip ne de var olmaya inanan, alttan alta hiçlikten dem vurup yok olmayı salık veren ve aslında kimsenin anlamayacağını düşündüğümden mümkün mertebe kapattığım, bastırdığım, romanlarıma sakladığım iç fısıltım."
Bir çocuk, nedenini bilmeden kapandığı odasında, nedenini bilmeden çizdiği resimleri çizerken nasıl hiçleşiyorsa, yazı yazarken öyle tatlı tatlı hiçleşmeye imkân verse dünya, bu şehir. Yeni Çağ'ın arsız, müdanasız bilginleri gibi her şeyi ergen bir hevesle parçalayıp, deşip bölerek anlamaya çalışmasa, parçalanıp, deşilip bölünmesek... Doğu, kadının ve yeryüzünün çok kurcalanmadan anlaşılıp sevileceğini bilen bir olgun adamdır. Öyle anlasa bizi insanlık ve bu şehir, yazının özü olan o "hiçlik fısıltısına" daha çok enerji ve zaman ayırabilirdik. Çünkü bizden, bu gövdeden ne kalacaksa geri o fısıltıda gizli.
O fısıltıdan uzaklaşıp yazılan metinler, birer birer tarihin yelinde sökülüp gidecekler.
Ya biz, bu gövde?
O ne zaman sökülür, sonra nerede dikilir yeniden en maharetli yara dikici elinden?
"Gene kimse kıymetini bilmeyecek İstanbul'un. Ve o gene kıymetini bilmeyecek kimsenin. Belalı bir med-cezir bu şehir. Uzağındayken onu düşünmeden yapamadığım, içindeyken kendimi ondan uzaklaştırdığım örselenmiş bir aşk gibi daimi bir çekişme, didinme, mücadele. Çetrefil bir ay Eylül çünkü tam da suların çekilme zamanı."
Sularımız çekiliyor bazen. Yaz boyunca dalgaların ve meraklıların parçaladığı ne varsa kıyıda kalıyor, toprakta sürgün. Onlara kalıyor elleyerek bozdukları ne varsa. Biz geri çekiliyoruz; büyük, tuzlu, mavi. Deniz kendi kendini iyileştiriyor kış boyunca, bizim gibi. Dedim ya, bir çocuğun kendi kendine dalıp hiçleşmesi gibi deniz de kendi karnına dönüyor, biriktirmek için balıklarla ve yosunlarla fısıltılarını. Bütün bir kış en mahir elleriyle kendi kendini okşuyor sular, şifa veriyor kendine. Sonra elbette yazımız geliyor, 'kepaze mevsim' demişsin sen, ben 'en arsızı mevsimlerin' derim, desem desem. Yükseliyor sular velhasıl, insanlığa sunuyor gövdelerimiz kendilerini. Merakla uğraşsınlar, kurcalasınlar, birikmiş fısıltılarda yıkansınlar. Nasılsa birkaç kişi duyacak suların dibine daldığında gelen o mavi gürültüyü, en fazla birkaç kişidir nefes almayı unutacak suların dibinde, ileri doğru baktığında gördüğün sonsuz maviye dalarak.
Bu gövdenin ve yazının med-ceziri. Hep böyle yükselecek ve geri çekilecek. Ten yaşamaya doyana kadar bu kavga, bu şehir, bu orman bitmeyecek. Nefes yorulana kadar fakat, bu deniz de kendi kendini çoğaltacak. Med mi şimdi? Cezir mi? Sen söyle.