Atilla Birkiye, “Kararsızlık, Araf, Hamlet”, Varlık, Aralık 2004
Bir pazar günü; geç kalkmışım. Yaz, sıcak. Aslında erken kalkmak gerek ama, gece biraz uzamış. Kahvaltımı etmiş, gazeteleri bitirmiş ve iş, gün boyu şimdi ne yapacağıma gelmiş. Her zamanki gibi, yıllardır yaptığım gibi dergileri okuyacağım. Bu benim için, artık alışkanlık ötesi, bir “pazar yaşam biçimi”...
Seksen öncesi edindiğim bir âdet. Ritüel. Aylık kültür, sanat, edebiyat dergileri önümde, karıştırıyorum. Eskiden çok daha fazla alırdım, şimdi yedi-sekizle bitiyor. Ama öte yandan da yazı yazmam gerekiyor. Bir roman üzerine yazacağım. Yazının acelesi yok ama, ertesi güne kalırsa, her hafta yazdığım gazetenin yazısıyla çakışacak. Daha sonraki güne kalırsa bir başka “iş” ile çakışabilir.
Ama karar veremiyorum. Yıllardır olduğu gibi dergileri mi okuyayım, yazıya mı oturayım? Gerçi yazı için de önce bir-iki şey okumam gerek. Adım gibi bilsem de, her yazı için geçerli bu. Aslında yazıyı kafamda belirlemişim. Bir deneme yazacağım, kitaba ilişkin (romana ilişkin) bir özelliğin üzerinde duracağım.
Yoksa dergileri mi okusam; çünkü okumazsam, önceki pazar dergilerin tümü çıkmamıştı, sonraki haftaya kalacak ve dergilerin gündemi konusunda geri kalacağım. Sanki dergiler pazardan başka okunmazmış gibi! Dergileri hemen okumamın bir başka yararlı yanı da: her hafta yazdığım köşe için yeni bir yazı esinleyebilir!
Doğal olarak, dergileri mi okuyayım, yoksa roman ile ilgili yazmak için bir iki şeyler mi okuyayım kararsızlığı bana zaman yitiriyordu. Bu belirsizlik durumu, başkalarında da gördüğüm, günlük yaşama ilişkin, bazen ironik, eğlenceli, bazen de dramatik sonuçlar doğuran insani bir durum!
Kimlik Sorunu/Araf
Kararsızlığın “metinsel tanrı”sı olsa olsa Hamlet’tir. Onun gibi, yazınsal karakterler vardır ama, kararsızlık konusunda kimse Hamlet’in eline su dökemez.
Hamlet’in kararsızlığı nerden geliyor. Kuşkusuz ki oyun karakteri olarak Shakespeare böyle uygun görmüş. Dünya edebiyatının “yaşayan” en önemli metinlerinden biri olan Hamlet oynunun karakteri Hamlet’in kararsızlığının felsefi bir yanı var. Öte yandan, kararsızlığın nedenlerinden en büyüğü, hiç kuşkusuz ki, birey kavramıyla ilgili.
Daha önceki bir yazımda belirttiğim gibi, Hamlet karakteri modern insanın habercisi. Büyüklüğü, birçok kuramcının da işaret ettiği gibi buradan gelir.
Son yıllarda romanlarını izlediğim bir yazar Elif Şafak. Daha önce –Pinhan hariç– bütün romanlarını okumuştum. Son romanı Araf. Bu roman öncelikle İngilizce yazılmasıyla gündeme gelmiş ve tartışılmıştı. Romanın içeriğine ilişkin bir iki yazı vardı ama, daha çok roman, “çevrilmesi” dolayısıyla tartışma açmıştı.
Aslında o pazar Araf’a ilişkin ne yazacağıma dair bir kararsızlığım yoktu; dergileri mi okuyayım, yoksa yazı mı yazayım kararsızlığı vardı. Romanın, tartışılan konusu benim denememe girmeyecek. Beni Araf’ın evrensel kararsızlığı, “belirsiz” durumuna ilişkin, kendi okumam ilgilendiriyor. Tabii ki Hamlet metinde de iz sürerek.
Şafak ABD’de yaşayan yabancıların (akademisyen/öğrenci) konumlarını –ki aralarında Amerikalılar da var–, “kültürel kimlik”, “yabancı”, “aidiyet” kavramlarının ve bunların getirdiği “belirsizlik” çerçevesinde ele alıyor. Öncelikle romanın (Araf’ın), adının ilk elde çağrıştırdığı metinleri –her ne kadar konum olmasa da– anmak gerek: Kuran’ın yedinci suresi, “Araf”; Dante’nin İlahi Komedyası’ndaki Beatrice ile Dante’nin karşılaştığı bölüm, “Araf” vb. Başka metinlerden de söz edilebileceği gibi, en çok Hamlet’te kendi Araf “okuma”mı buldum.
Belirsizlik Durumu/Hamlet
Kardeşi tarafından öldürülen Danimarka kıralının hayaleti zırhlar içinde birinci perde birinci sahnede görülür; dekor kale surlarıdır ve o sıra sahnede olan Bernardo, Marcellus ve Horatio ile konuşmaz; ama konuşmaya niyet eder. Konuşup konuşmama durumuyla görürüz hayaleti önce. Bir kararsızlık vardır yani; bunu Horatio tespit eder, hayalet gidince oğlu prens Hamlet’e haber vermeye karar verirler.
“Hayalet” de bir belirsizlik durumunu imler; net, somut bir nesne değildir. Burada da nesnenin gönderme yaptığı anlam içinde pekâlâ kararsızlık tanımını bulabiliriz.
Ertesi gece hayalet (“o şey”dir, aslında), yine surlarda ortaya çıkar, bu kez prens Hamlet de vardır. Hayalet, oğlunu bir kenara çekerek, kardeşinin kendisini zehirlediğini söyler.
Hamlet, babasının hemen ölümünden sonra annesinin, kırallığını ilan eden amcasıyla evlenmesi üzerine yıkmış, deyim yerindeyse ruhen çökmüştür. Gerçeği öğrenmeden önce, birinci perde ikinci sahnede, düğün toplarının atıldığı sırada bir kenara çekilip oyundaki ünlü iç monologlarının ilkine şöyle başlar:
Ah bu katı, kaskatı beden bir dağılsa,
Eriyip gitse bir çiy tanesinde sabahın!
Ya da Tanrı yasak etmemiş olsa
Kendi kendini öldürmesini insanın!
Tanrım! Ulu Tanrım! Ne bunaltıcı, ne berbat,
Ne tatsız, ne boş geliyor bu dünya bana! (s.22)
Hemen hemen bütün yorumcular, Hamlet’in intihar etmeyi düşündüğünü ama, dini yasaklardan dolayı yapamadığını söyler. Oyunun sonuna kadar bu intihar izleği sürer. Doğrudur, metinden anlaşıldığı gibi, intihardan söz etmektedir. Kendi intiharından. Ama acaba,Tanrı yasak etmemiş olsaydı, Hamlet intihar edecek miydi? Oyunun başından sonuna kadar öylesine kararsızdır ki, doğrusu bana Hamlet’in intihar edeceği fikri hiç de inandırıcı gelmez. Bir belirsizlik durumudur biraz.
Hayalet, Hamlet’e gerçeği açıkladığı zaman, ilk göründüğü kıyafetledir; yani zırhlar içindedir. Daha önce askerler bunu Danimarka’ya yormuşlardır ama, aslında hayelet Araf’tadır. Bir bakıma, sorgulanıyordur; ve Hamlet’e şöyle der:
Ben babanın ruhuyum senin, ve bir süre için
Mahkûmum geceleri karanlıkta gezmeye,
Gündüzleri ateşler içinde kalmaya,
Yanıp tükeninceyedek işlediğim günahlar.
Açıklamam yasak olmasaydı eğer
Yaşadığım zindanın sırlarını,
Öyle şeyler anlatırdım ki sana, (s. 42)
Hemen ardından da yukarıda sözünü ettiğim cinayeti anlatır ve Hamlet o sahneden oyunun sonuna kadar öcünü alıp almama kararsızlığı içinde yanıp tutuşur –kendi kendini yakar. Hamlet’in kararsızlığının benzeri Araf’taki birçok kahramanda da vardır. Ömer ile Gail’in bir anlamda kimlik sorunu, belirsizlik durumu, ama yalnızca günlük yaşamda değil hayatın derinliğine ilişkin, yaşama felsefesine ilşkin bir sorun olarak karşımıza çıkar. Ya da ben öyle okuyorum.
Örf ve Âdetler
Elif Şafak’ın romanın adına gelince. Araf, cennet ile cenennem arasındaki tepe, yükselti. Günahların sınandığı yer (tasavvufta daha farklı, sanırım roman bunla çok ilintili değil) anlamına geliyor. Aynı zamanda sevap ile günahın birbirine eşit ve denk olduğu için ne cennete ne de cehenneme gidemeyenlerin bulunduğu yer. Nitekim hayaletin biraz önceki konumu bu tanımla örtüşmektedir.
Ayrıca Araf, örf ve âdetler anlamına gelir ki, romanda da arap, türk, ispanyol vb. karakterlerin kendilerine özgü durumları da bu bağlamda ele alınır. Örneğin, bana son derece etkileyici gelen Alegre’nin –İspanyol– ailesinin tanıtımı, ilişkileri ve özellikle de ünlü yemek takımının; Ömer’in çeşitli “ev” hallerinin betimlenmesi gibi. Bu tür özellikleri romanın başından sonuna kadar, öteki karakterlerde de görmekteyiz. Zaten sorun kimlik sorunu, dolayısıyla da örf ve âdetlerin sorunu, karşılaşması, zaman zaman uyumu, zaman zaman çatışması. Örneğin hep birlikte gittikleri Çin lokantası.
Bu bağlamda da, Elif Şafak’ın sözcüklerle oyunu var her zamanki gibi. Özellikle de bölüm başlıklarında okuyoruz. Ama romanın estetik ve “teknik” özelliklerinden çok teması ilgimi çekiyor ve kendi okuma yöntemimle denemeyi onun üzerine kurmakta görüldüğü gibi hiç kararsızlık duymuyorum!
Tanrı Yazar
Yalnız yeri gelmişken bir iki şeye değinmek gerekir. Önceki romanda (Bit Palas) olduğu gibi, bu romanda da benim “yatay anlatım” dediğim özelliği öne çıkıyor Şafak’ın. Betimlemeler ve anlatıcının olayları ve durumları ayrıtılı biçimde anlatması, yatay anlatımı oluşturuyor. Bu romanda seçtiği tanrı-yazar anlatıcı da giderek daha da tanrılaşıyor. Bu anlatım biçimi klasik romandan gelen bir anlatım biçimi (tabii ki böyle de yazılır). Ne var ki kendi adıma böylesi bir anlatıcı biçimine son yıllarda pek sıcak bakmıyorum. Özellikle de yatay anlatımın derinleştiği, yoğunlaştığı tanrı-yazar anlatıcının “varlığına”.
Çünkü bazı yerler giderek bir “sosyoloji” metnine dönüşüyor, tehlike burada. İkincisi yatay anlatım iyice yataylaştıkça, karakterlerin iç çatışmaları geride kalıyor. Özellikle de Ömer ile Gail’in. Nitekim Gail’in romanın sonundaki eylemi, metin ilişkisi açısından bu bağlamda bana göre zayıf. Ama şu var ki Elif Şafak bunu bilinçli olarak da seçmiş olabilir.
Bocalamak/Meczup
Tekrar hayalete dönelim. Hayaletin üçüncü görünmesi, Hamlet’in annesinin odasındayken olur. Bu kez her zamanki giysileriyledir ve yalnızca Hamlet’e görülür. Daha önce zırhlı ve öteki karakterlere görünürken, günlük elbiseleri içinde, karısına görünmez ve Hamlet’e görünür. Bana sorarsanız, bunun yorumu hayalet Araf’ı geçmiştir. (Çünkü bir kez daha görünmez.) Ama romanın kahramanları Gail, Ömer başta olmak üzere, Abed, Piyu Araf’ta “bocalamaktadır”.
Oyunda da Hamlet’in ruhsal dengesizliği, kararsızlığı, bocalamsı sürer. Bir başka nokta: E dergisinde kendisiyle yapılan bir söyleşide Elif Şafak karakterlerinin “meczupluk” ile temas halinde olduğunu, itilmiş, normalin dışında olduğunu söylüyor.
Bilindiği gibi Hamlet bir türlü gerçekleştiremediği eylemini gizlemek ve amacına ulaşmak, babasının intikamını olmak için deli taklidi yapar. Meczup’tur, anormaldir. Böylesi bir “kimlik”e bürünür.
Hamlet’in ağızından dökülen ünlü “Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu!”(s. 91) dizesi de onun belirsiz durumunu, yapıp yapmama kararsızlığını betimler. Olmak ya olmamak, öldürmek ya da öldürmemek, eyleme geçmek ya da geçmemek. Kararsızlığın tanrısıdır Hamlet.
Tarihsellik/11 Eylül
Fuat Keymen’in Araf ile ilgili“tarihsellik sorunu”nuna –dolayısıyla da gerçeklik sorununa– ilişkin “eleştirisi”, roman konusunda bir soruyu da gündeme getiriyor. Gerçi benim denememle uzaktan ilgili ama, yine de çağrışımlar bizi bu soruya getirdi. Hamlet’in zihni nasıl çağrışımlarla dolu ise, Araf da çağrışımlarla bezeli.
“… Roman, Boston'da bir barda Abed ile Ömer'in 16 Mart 2004'te geçirdiği beş saatle başlıyor. 11 Eylül günü Dünya Ticaret Merkezi'ne, Pentagon'a çakılacak, üç bin küsur sivilin ölümüne yol açacak, dünya politikasında ciddi bir kırılma yaratacak, Afganistan ve Irak'a karşı savaş kararları aldıracak, terörizme karşı küresel mücadele adına ciddi sayıda insanı öldürecek uçakların kalktığı kent, Boston. Ve Boston'da yaşayan ikisi Müslüman yabancılar üzerine gelişen romanda, 345 sayfa içinde tek bir referans bile yok 11 Eylül'e. Acaba yabancı kavramı üzerinden kimlik ve aidiyet tartışması yapmak mümkün mü, 11 Eylül'e referans vermeden? Yabancı kavramı ile güvenliğin en köktenci, en dışlayıcı bir tarzda ilişkilendirildiği 11 Eylül sonrası Amerika'da, hele Boston'da, bir ilişkiler dizimi, bir kuramsal tartışma, hiç mi hiç 11 Eylül'ü konuşmaz? 11 Eylül sonrası Amerika ve Bush yönetimini sorunsallaştırmayan bir kimlik ve aidiyet çözümlemesi, kuramsal düzeyde de çok zayıflamıyor mu?”
İlk bakışta son derece haklı gibi geliyor Keymen. Ayrıca bir “okuyan” olarak böylesine bir eleştiri getirmesi çok doğal. Ama öte yandan romanın genel bir sorunu olan, dahası kurmacanın genel bir sorunu olan soru da gündeme gelmiyor mu?
Acaba, Elif Şafak’ın Araf adlı romanında, “şunu şunu” anlattığı romanında 11 Eylül oldu mu? İlla “olmalı” mı? Bunun yanıtı hiç de kolay değil biliyorum, ama öte yandan yalnızca Keymen’e, Şafak’a ya da kendime sormuyorum soruyu! Kurmacanın incelikli alanlarından biri de, şu “tarihsellik sorunu”…
Tabii ki Keyman’ın haklı yanları var, öte yandan Elif Şafak niye bir tarih veriyor. Tüm bunlara karşın, romanında 11 Eylül bana sorarsanız olmayabilir! Romanın tarihselliği ile gerçek yaşamdaki tarihselliğin tamamen çakışması şart mı?
Çivit Mavi Sular/Uygarlıklar Köprüsü
Benzer bir gerçeklik sorunu da romanın sonundaki Gail’in eylemiyle gündeme geliyor. Boğaz köprüsünden kendini aşağıya bırakıyor. Daha önce intihar girişimde bulanan Gail bu kez gerçekleştiriyor. Boğaz köprüsünden geçme eylemi ile Boğaz köprüsünün o muhteşem manzarası, “kimlik” sorunlu Gail’i eyleme geçiriyor.
Hamlet de en son sahnede, Leartes ile düello sahnesinde, kıralın kendisine oyun yaptığını anladığında ve kendisi için hazırlanmış zehirli şarabı annesinin bilmeden içip ölümünden sonra eylemini gerçekleştirir; amcasını öldürür, ama birkaç dakika sonra kendisi de ölecektir.
Türkiye, Anadolu hep doğu ile batı arasında bir köprü diye tanımlanagelmiştir. Batıya giden bir vapurda, doğuya koşanlar ya da zaman zaman da tersi gibi yakıştırmalar yapılmıştır. Çok ciddi bir kimlik sorunu yaşandığı kesindir bu topraklarda. Kültürlerin, örf ve âdetlerin iç içe geçmesi. Yüz elli yıl kadar önce başladığı modernizm sürecini Batıdaki gibi tamamlayamamış öte yandan AB’ye girmek için çırpınan; ama doğu ile bağlantılarından da kolay kolay vazgeçmeyen bir yer/toplum. (Yani bir Araf durumu da var!)
İstanbul Boğaz köprüsü, (“Araf” burçlar, tepeler, köprüler anlamına da gelir) birçok tanımın da simgesi. İşte Gail’i çağıran bu! Romanın son cümlesi şöyle:
“Gail’in düşüşü sadece 2,7 saniye sürüyor.”(s. 345)
Yukarıdaki gerçeklik örneğinden yola çıkarsak, Gail romanda intihar etti ama, ya sonra. Öyle ya, binde bir de olsa Boğaz Köprüsünden atlayanlar hayatta kalabiliyor! Hamlet’in sevgilisi, (çok sevdiğini beşinci perdede mezarının başında açıklar) Ophelia, önce Hamlet’in kendisine kötü davranması, ardından da babasının ölümü onu delirtir (meczup)! Sonra da kendini ırmağa atar. İntihar eder. Gail’in intihar etteğini ve Boğaz’ın çivit mavisi sularına düştüğünü biliyoruz!
Ömer ile Gail’in bir araya gelmesi, birbirlerine âşık olması, arkadaşlarını şaşırtmıştır; çok farklı tiplerdir ama mıknatıs benzeri birbirlerini çekmiş ve de evlenmişlerdir. Kocasının ülkesine gelen Gail, kentin, ki İstanbul’dur bu olağanüstü kent, “cazibesine” kapılır!
Ömer de sanırım benim gibi düşünmektedir, Gail kendini boşluğa bıraktıktan sonra. Ne var ki, benim tezimle ilgisi omayan, daha çok romanın tezi olan ve anlatıcı tarafından aktarılan şu sözler zihninden geçer:
“… Ölmeyecek. Hayır, ölmeyecek. İnsanlar başkalarının ülkelerinde intihar edemez, burası onun vatanı değil. Peki hiç vatanı oldu mu onun? Kim gerçek yabancı –bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi yoksa kendi ülkesinde bir yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir yeri de olmayan mı?”(s. 345)
Notlar:
Hamlet, W. Shakespeare, çev: Sabahattin Eyuboğlu, Remzi yay. 1965
“Elif Şafak ile Söyleşi” Zerrin Yılmaz, E dergisi, Nisan 2004
“Araf ve Tarihsellik”, Fuat Keyman, Radikal İki, 18.7. 2004