Mehmet Polatel, “Osmanlı’da birey olmak ve ‘biz yoğ iken var’ olanlar”, Agos Kitap/Kirk, Ekim-Kasım 2009
Erken dönem Osmanlı tarihi alanında yaptığı çalışmalarla tanınan, Harvard Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyelerinden Cemal Kafadar’ın, Kim var imiş biz burada yoğ iken: Dört Osmanlı: Yeniçeri, Tüccar, Derviş ve Hatun başlıklı kitabı, geçtiğimiz günlerde Metis Yayınları tarafından yayımlandı. Kafadar’ın 1986-1994 yılları arasında yazmış olduğu (üçü daha önce İngilizce, biri de Türkçe olarak yayımlanmış) dört makaleyi bir araya getiriyor. Makalelerde, Osmanlı tarihyazımında birçok açıdan tartışılamayan ya da eksik bırakılan ‘Osmanlı’da birey olma hali’ni inceleyen Kafadar, bu amaçla, 16. ve 17. yüzyıllarda, Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı yerlerinden dört farklı yaşamöyküsüne odaklanıyor, ve sınırlı arşiv belgeleri ışığında, Osmanlı tarihine alternatif bir yaklaşım geliştiriyor.
Kitabın “sıradan” başkarakterlerini tanıtmaya geçmeden önce, yazarın, Karacaoğlan’ın bir dizesinden aldığı başlığa dair satırlarını alıntılamakta fayda var:
Tarih, yok olanla değil bir zamanlar var olanla ilgilidir. Nitekim, Karacaoğlan da ‘Kim var imiş?’ diye sorar, onların kanlı canlı insanlar olduklarını hatırlatacak şekilde, şimdi yok olduklarını değil bir zamanlar var olduklarını ifade ederek. Dönüp seyir ettiğimiz zamanlar için bir yokluk söz konusu ise, o bizim yokluğumuzdur, anlama çabasıyla telafi etmeye çalıştığımız yokluğumuz. ‘Onlardan sonrası’ olduğumuzun ve bir de ‘bizden sonrası’ olacağının bilinciyle, yani bugüne ait ve geleceğe dönük bir perspektifle anlamaya çalıştığımız birileridir mazinin insanları. (s. 14)
Osmanlı’da ‘birey’
Tarihin merkezine insanları (bireyleri) ve onların deneyimlerini koyan Kafadar, yalnızca insanların çektiği çileleri ve acıları değil, “hayata nasıl anlam ve zevk, derinlik ve eğlence kattıklarını, kendilerine özerk yaşama ve ifade alanları açtıklarını, üreticiliklerini ve yaratıcılıklarını sergilediklerini, hınzırlıklarını ve hergeleliklerini” (s. 15) anlamanın tarihçi için önem teşkil etmesi gerektiğini belirtiyor. Bu yaklaşım, Osmanlı tarihyazımında hâkim olan anlayışa dair önemli bir eleştiriyi de barındırıyor: Osmanlı tarihi alanındaki çalışmaların ezici çoğunluğu, Saray çevresine ya da çeşitli devlet kurumlarına odaklanırken, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan “sıradan” bireylere ya da bu bireylerin gündelik yaşam pratiklerine dair çalışmaların sayısı son derece sınırlı. Hâkim tarihyazımının temel mazereti, eldeki arşiv malzemesinin bu tür çalışmalar için yetersiz olması. Kafadar, Kim var imiş biz burada yoğ iken ile, alternatif arşiv belgelerinin varlığına işaret ederek, bu varsayımı çürütüyor.
Aslında 1970’lerden itibaren, önce ‘aşağıdan tarih’, sonra da ‘mikrotarih’ çalışmalarıyla, sıradan insanlara ve gündelik hayata gösterilen ilgi, tarih alanında, yavaş yavaş yeni pencereler açtı. Kafadar, bu çalışmasında, seçtiği kişilerin karakterleri özelinde, Osmanlı’da birey olmanın tarihini anlatıyor. Yaygın kabul gören tarih anlatısına göre, ‘birey’, Batı’da, modernleşme ile birlikte, insanların cemaatleri ya da klanları içinde erimektense kendilerini birey olarak ifade etmeye başlamasıyla ortaya çıkmış bir kategoridir; bu süreç, Batı dışı toplumlarda da, 19. yüzyılda başlamıştır. Kafadar, “otoriteye itaat etmektense kendi kararlarını özgür bir şekilde verebilen” bireylerin ortaya çıkışını modernleşmeye koşut olarak ele alan bu anlayışı eleştiriyor, ve birey ile, bireylerin aidiyet duydukları gruplar arasında keskin bir çizgi olmadığını ifade ediyor:
Aile, klan, cemaat, ümmet içinde erime halinden birey olma haline geçiş diye özetlenebilecek çizgisel bir hikâye yok. Değişik zamanlarda ve bağlamlarda, kişilerin ben-lik algısının ve bireyliklerini yaşama biçimlerinin değişmesidir söz konusu olan. Kendilerini aşan yapılarla kâh uyuşarak kâh didişerek iç içe yaşayan insanların gelgitli hikâyesi. (s. 21)
Yeniçeri, Tüccar, Derviş ve Hatun
Birinci karakterimiz, babasından kalma bir arazideki haklarını korumak amacıyla Divan-ı Hümayun’a başvuran, Mustafa adlı bir Yeniçeri. Hâkim tarihyazımının Yeniçeri Nizamı’nın “bozulması” meselesine dair anlatısına göre, Yeniçerilerin zanaat ve ticaretle meşgul olmaya başlamalarıyla düzensizlik başlamış, ve imparatorluk gerileme dönemine doğru yol almıştır. Kafadar, Mustafa’nın hikâyesi üzerinden, Yeniçerilerin, en başından itibaren üretime ve kazanca yönelik etkinliklere katıldığını ortaya koyarak, bu tezin, yani “ilk bozulma” anlatısının geçersiz olduğunu gösteriyor.
İkinci karakter, Derviş Seyyid Hasan. Hasan’ın, tuttuğu günce ile günümüze ulaşabilen hikâyesi, Osmanlı’da ‘birey olma halleri’ni ortaya koyan bir başka örnek. Kafadar, bu bölümde, Osmanlı edebiyat ve kültür dünyasına ilişkin ‘iki tabakalı yapı’ (saray kültürüne karşı halk kültürü) klişesini eleştiriyor, ve “saraylı ya da popüler olarak tarif edilmeye direnen, şehirde üretilmiş kişisel nitelikte bir grup özgün anlatı kaynağı” (s. 40) aracılığıyla, bu tür bir keskin ayrımın yapılamayacağını savunuyor. Kafadar, Seyyid Hasan’ın “rutinle ve alelade detayla dolu ve günce formatına inatla bağlı” güncesi üzerine yaptığı çalışmayla, Osmanlı edebiyat geleneğinde ve anlatı kaynaklarında yazarların kendi ben’lerinden söz etmelerinin yaygın olmadığı yönündeki kanaati sarsıyor.
Üçüncü metin, ticaret için Venedik’e giden Ayaşlı Hüseyin Çelebi’nin, orada öldürüldükten sonra hazırlanan terekesi (kişisel eşyalarının, defin masraflarının ve alacak-vereceklerinin listesi). Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk döneminde Müslümanların ticaret hayatına katılmadıkları, katılanların –İslami geleneklerden ötürü– yadırgandığı, Osmanlı ile “âher diyar” (öteki ülkeler) arasındaki ticari faaliyetlerde ise kesinlikle yer almadıkları varsayılır. Kafadar, memalik topraklar dışında ticaret yapan Müslüman tüccar Hüseyin Çelebi’yi tanıtırken, Osmanlı’da iktisadi hayata dair yerleşik bir kanının geçersizliğini gösteriyor,
Son mütevazı kişimiz ise, rüyalarını kaleme alıp şeyhine gönderen, ve bu sayede irşad edilmeyi bekleyen Üsküplü Asiye Hatun. Asiye Hatun’un rüya defteri örneği üzerinden, eldeki arşiv metinlerinin zenginliğine rağmen Osmanlı tarihinde kadın ve çocuk temalarının araştırılmamasını, var olan çalışmalarda ise bu nüfusun marjinal gösterilmesini eleştiren Kafadar, bu kısımda, Osmanlı tarihine ilişkin çalışmaların “araştırma dışı” bıraktığı konuların yeni tarih anlayışı içinde ilgi görmeye başladığını, yeni araştırma konularını sıralayarak vurguluyor:
“Bir yandan, tarihin altın sayfalarının kenar çizgisinin dışında kalan sosyal kümeler (deliler, fahişeler, eşcinseller, çalgıcılar, güruh olarak değil karmaşık kişilikler olarak isyancılar, vb.), bir yandan toplumun her kesiminden insanların zihniyet ve duyarlılıkları, ölçmesi güç, hatta gizli kapaklı yanlarıyla iç dünyaları (düşleri, korkuları, ölüm konusunda tavırları, okuma alışkanlıkları, zaman anlayışları, atasözlerine yansıyan derin zihniyet kalıpları, vb.), bir yandan da hünsalık ya da Hindistan’ı ararken Amerika’nın bulunması gibi ‘garip vakalar’.” (s. 123)
Asiye Hatun’un rüya metinleri, Osmanlı’da kadın olmaya, ve özellikle tarikatlardaki farklı kadın rollerine dair çok değerli bilgiler sunuyor. Seyyid Hasan’ın güncesi gibi birinci ağızdan yazılmış olan, ve Asiye Hatun’un itiraflarını ve iç hesaplaşmalarını barındıran bu metinler, ayrıca, Osmanlı dünyasındaki ‘birey’ algısına ve bireyleşmeye dair önemli ipuçları barındırıyor.
***
Dört “mütevazı” kişinin hikâyesini, Osmanlı tarihyazımındaki bazı temel varsayımların eleştirisi ışığında aktaran Kim var imiş biz burada yoğ iken, Osmanlı’nın erken dönemine, özellikle birey olma hallerine ilgi duyan genç araştırmacılara öneriler de sunmakta. Tarihçinin yaptığı işin, ‘emek’ ve ‘meşk’i bir arada barındırması gerektiğini vurgulayan Kafadar, genç tarihçilere şöyle sesleniyor:
“Hammaliye ise hammaliye. Tonlarca arşiv belgesi arasında ıdının dıdısı ile uğraşmanın romantizmini de yabana atmamalı. Kaynakların zenginliği ve öğrenileceklerin uçsuz bucaksızlığı, keşif yolculuğunun yükünü de artırır, zevkini de.” (s. 25)