Ömer Erdem, “Varlık ve yokluk”, Radikal Kitap Eki, 16 Ekim 2009
Bir şiirden yola çıkılarak tarih yazılabilir mi? Ya da bir mısra, yalnızca bir mısra karanlık bir kuyudan çıkmak için tutunacağımız ip olabilir mi? Şimdilik bu soruyu bir kenara bırakalım ve bu kitabın dizinine bir göz atalım. I. Beyazıd, Abdalan, Mustafa Akdağ, Hannah Arendt, Oğuz Atay, Bacıyan-ı Rum, Italio Calvino, İbn-i Arabi, İstihare, Karacaoğlan, Mevlana, Nietzsche, Susan Sontag, Cemal Süreya, A.Hamdi Tanpınar, Semerkant... İlk bakışta görebileceğimiz üç beş isim ve başlıklardan sadece bazıları bunlar. Yetinmeyip, neredeyse metinler kadar değer taşıyan dipnotlarına bakacak olursak karşı karşıya bulunduğunuz yazar kadar yazma yöntemini de değerlendirmek durumunda kalırız.
Cemal Kafadar’ın Kim var imiş biz burada yoğ iken adlı kitabı, Karacaoğlan’ın bir mısraından ödünç alınarak isimlendirilmiş. Yalnız sadece bir isimlendirme değil, tarihe bakış yönteminin yeni bir anahtarı. Yolu. Bir tarihçi gözüyle geçmişe dönüp baktığınızda, hangi malzemeyi hangi bileşenler içerisinde değerlendirmek elbette bir birikim olduğu kadar yöntem meselesidir de. Yeni nesil tarihçiler, belgelere sadece evrak olarak bakmazlar, canlılığı her bakımdan devam eden etkin bir varlık olarak da görürler. Tarih, zaman içinde kültürlerin bir varlık ve yokluk meselesiyse eğer, teknik yaklaşımlar tek başına yeterli değildir. Bu görüş, tarih içindeki yerimizi anlamamız kadar bugünü anlamlandırmak bakımından da kritik bir köşeyi işaretlemektedir.
‘Osmanlı dünyasındaki değişik aidiyet duygularının ve tasavvurlarının kaynaklardaki izini sürmek, ortaçağdan moderniteye çizgisel bir hikâye yerleştirmek amacı gütmeden keşifler yapmak, Osmanlı tarihi kaynaklarında bireylerin kendileriyle ilgili doğrudan metinlerin bulunmadığı yargısını sorgulamak’ amacını da taşıyan yazılar toplamı Cemal Kafadar’ın çalışması. Osmanlı’dan seçtiği dört kşinin öyküsü üzerinden bir tür kültürel tarih kazısı olarak da değerlendirilebilir. Yazara göre seçtiği kaynaklar nadir değil yaygın, fakat ilgilenilmemiş belgelerdir ve bir o kadar da çoğul okumaya elverişli numunelerdir.
Birden bire soruverir tarihçi; “askerler ne zaman ticaret ve üretim ilişkilerine başladılar?” Gidip deşeceği kaynak ve oradan yapacağı keşifler, paradigmaların çürütülmesini de beraberinde getirecektir. Ticaret bilmez denilen Türklerin pekala da ticaret bildiklerini ortaya çıkaracaktır şahsi metinler. Osmanlı kültür tarihi okumalarının yeterince gelişmemiş olması tek taraflı ve tarihle örtüşmeyen paradigmaların türemesine sebep olmuştur. Öyleyse yapılması gereken başta edebiyat olmak üzere türler arası ilişkileri güçlendirecek çalışmaların arttırılmasıdır. Ancak böylesi bir bağlamsallaştırmanın neticesinde ‘Seyahatnameyi sonuç olarak otobiyografik bir alt tür’ olarak görecektir tarihçi.
Osmanlı’daki kişisel mektuplaşmalar büyük ölçüde araştırılmamış, ‘selam sabah ve boş laftan çok öte şeyler içeren’ otobiyografi kaynakları gözüyle değerlendirilmemiştir. Her ne kadar Osmanlı hanedanı otobiyografi yazmaktan uzak dursa da bu toplum tarafından örnek alınmamıştır. Ve edebi eserlerin sebeb-i telif bölümleri bölük pörçük de olsa otobiyografik bilgiler içerir. Sohbetname gibi eserler, temsil ve temaşa sanatlarının temelinde yatan ortak özelliklerle örtüşürken, sosyal hayatı da naklederler. O vakit tarihçi hükmünü şöyle verir: “Sohbetname çağının ürünüdür, özellikle de Osmanlı birey edebiyatının daha geniş çerçevesi içinde ele alındığında.”
Dört Osmanlı: Yeniçeri, Tüccar, Derviş ve Hatun... Toplum kadar hayatı da temsil eden, çekip çeviren dört ana karakter. Bir tür anasır-ı erbaa... Kendi bağlamları içinde yan bağlamlara kolaylıkla açılabilen hayat zenginliklerine sahip insanlar, bireyler. Tarihçiye düşen, bazen bir romancı kurgusuyla zamanı kavramaya çalışmaktır. Kaldı ki, kitabı okurken yer yer kurgusal bir metinle karşılaştığım fikrine kapıldım. Acaba bu yeni bir roman yazma türü olabilir mi diye de düşündüm. Bir tarihçinin macerası pekala tarihi daha iyi anlamamızın yollarından birisi olabilir. Çünkü tarih süren bir şeydir. Gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyde ve her yerde.