Kerem Ünüvar, “Osmanlı'da birey olmak”, Radikal Kitap Eki, 16 Ekim 2009
Osmanlı tarihi çalışmalarının, çok meşakkatli süreçlerde hazırlandığı aşikâr. Sadece tez ya da kitapların değil, her bir bağımsız makalenin bile hazırlık aşamaları uzun zaman alıyor. Osmanlı tarihçileri, bu makalelerini yayımladıkları çeşitli dergilerle birbirlerinden ve tartışmalardan haberdar oluyor. Ancak kabul etmek gereken bir gerçek var ki, o da bu dergilerin ve makale sayılarının, sürekli takip edilebilir sınırları aşması. Dolayısıyla bu dağınık yazıları derlemek, okurlar ve araştırmacılar için büyük bir hizmet. Cemal Kafadar’ın makalelerinin toplanması da böylesi bir işlevi yerine getiriyor öncelikle. Uzun bir zaman, değişik yayınlara dağılmış bu makaleler bir araya geldiklerinde ise yukarıda saydığımız faydanın yanı sıra, çok farklı bir bütünü ortaya çıkararak Osmanlı tarihine dair müthiş bir döküm sunuyor.
1980’lere kadar devam eden ve genç bir tarihçi kuşağının etkisiyle gelişen önemli bir değişimi burada anmakta fayda var. Kafadar’ın da dahil olduğu bu kuşak, “...muazzam arşiv ve yazma hazinelerine sahip bir sahada çeşitli konulardaki bilgisizliğimizin temel sebebini kaynaksızlıktan önce o konulara yönelik soru sorulmayışında arama”yı önererek ve bu sorulara yönelerek klasik olarak nitelendirilebilecek akımın ötesine geçmeyi başarmıştır. Bu kuşak içinde Cemal Kafadar’ın da, Osmanlı kuruluş dönemine ait eseri Between Two Worlds: The Construction of the Ottoman State (University of California Press, 1995) ile müstesna bir yeri vardır.
Cemal Kafadar’ın bu derlemede bir araya getirilen yazıları, öncelikle bahsettiğimiz türde yeni soruların ve bu sorulara verilebilecek muhtemel cevapların neler olabileceğini araştırıyor. Pedantik olmayan, muhtemel cevapların ne olması gerektiğini dayatmayan, birlikte düşünmeye davet eden bir arayış bu. Şimdiye kadar varlığına yönelik sorular sorulmayan ve bu nedenle de bizim tahayyülümüzün ötesinde ‘yok’ olduğu konusunda özgüvenli yargıların yerine, ticaretle uğraşan yeniçeri, şimdi bize kayıtsızlık gibi görünecek bir ilgiyle hayatını (en azından bir bölümünü) kayda geçiren derviş, Osmanlı İmparatorluğu’nun bulunduğu coğrafyada ülkeler arası ticaretten uzak durmayan ve ticareti küçümsemeyen bir Müslüman tüccar ya da şeyhine rüyalarını anlatan, bunları bir toplumsal bilgilenme, araştırma sürecine de çeviren hatun, kitabın dört ayrı boyutunu oluşturuyor.
Cemal Kafadar, tarihi nasıl algıladığı ve nasıl bir arayış içinde olduğunu gayet güzel özetleyerek, kitabın giriş bölümünde öncelikle bunu anlatıyor. “Tarih yok olanla değil bir zamanlar var olanla ilgilidir.” Ve diğer yandan da “...anlama çabasıyla telafi etmeye çalıştığımız yokluğumuz”un peşine düşmeyi gerektirir. Kafadar’ın kitapta ele aldığı kişilerin, yalnızca biyografilerini ortaya çıkaran belgesel malzeme değil, bireyler olarak nasıl yaşadıkları, nasıl düşündükleri, kendilerini, içinde yaşadıkları toplumu ya da içinde bulundukları ânı nasıl değerlendirdiklerini görmek için sarfettiği çaba, kendisinin çerçevesini çizdiği arayışla uyum içindedir. Ve bu anlamda sadece bir makale derlemesinden değil, bütünlüklü bir kitaptan bahsetmeye de imkân verir.
Kitabın kahramanları
Kim var imiş biz burada yoğ iken kitabını oluşturan makalelerden ilki, bir arazi davası nedeniyle mahkemeye müracaat eden bir yeniçeri ile ilgilidir. Bu dava ile ilgili anlatıya gelinceye kadar Kafadar, yeniçerileri, Osmanlı toplumsal düzeni içinde ne ifade ettiklerini, tarihçilerin onları yazarken nasıl konumlandırdıklarına bakıyor önce. Daha sonra bu bakışın içerdiği zaaflara ve neleri dışarıda bırakarak yeniçerileri anlatmaya çalıştıklarına değiniyor. Kafadar’ın master tezinin de konusu olan yeniçeriler ilgi çekici bir araştırmanın ve makalenin konusu olarak yeniden arzı endam ediyorlar.
Osmanlı’da cemaatleri birbirine bağlayan ilişkiler kadar bu cemaatler arasındaki farklılıkları da takip etme imkânı veren alanlardan bir tanesi tarikatlardı. Bu tarikatların dergâhları ve şeyhleri, ‘posta oturmak’ için izlenmesi gereken bir süreç vardı. Bugünün değerleriyle bakmaktan imtina etmek gereken bir alan ve o alana dair süreçlerden bahsediyoruz. Halvetî-Sümbülî tarikatının Kocamustafapaşa merkez dergâhı şeyhinin oğlu Seyyid Hasan’ın sohbetnâmesini, kitabın ikinci makalenin konusunu teşkil ediyor. Seyyid Hasan’ın tarikat mensubu olarak sosyal hayatını naklettiği bu eserle, bir dervişin hem sosyal dünyasını takip etmeye çalışmak hem de bu takip sırasında pek çok yeni soruyla karşılaşmak mümkün. Kafadar da bu soruları takip ediyor, gelenekleri aktarıyor, Osmanlı toplumundaki bu sosyal kategorinin ilişkilerine değiniyor, anı/hatırat geleneğinin içinde biçimlendiği tarihsel örnekleri ele alıyor ve bir anda çok zengin bir tartışma çerçevesine okuyucularını davet etmiş oluyor. Kafadar’ın “kendine özgü bir çevrenin gündelik yaşam ethos’u...” olarak tanımladığı ve Seyyid Hasan’ın anlatısının kimi zaman kayıtsızlık derecesine ulaştığı (elbette bugün bakıldığında) noktalarda bize hatırlatma gereği duyduğu şu noktanın altını çizmek gerekiyor: “Kayıtsızlık ilginin yokluğu değildir; aksine, hayatın her anına eşit (aralarında fark gözetmeyen) bir aşk duymak demektir.” Bunu şeyh figürü üzerinden yorumlamaya kalkma aceleciliğine kapılmadan belki de zaman algısına dair yeniden kafa yormamız gerekiyor.
Osmanlı’da ticaretin genellikle Müslümanların imtina ettiği bir alan olduğu, fetih sözkonusu iken ticaretin hakir görüldüğü üzerinde genelleşmiş ve yerleşmiş bir yargı vardır. Bu yargı ne Osmanlı’nın hüküm sürdüğü coğrafyayı dikkate alır ne de insanlar arası ilişkileri hesaba katar. Böyle olunca bütün bir Akdeniz havzasının önemli bir bölümünde var olan imparatorlukta yalnızca gayrımüslimler ticaretle uğraşır gibi görünür. Hatta bu noktadan üretilen teorilerle kendi iç sınırları haricinde ticaret dünyasıyla ilişkisi olmayan bir Osmanlı imgesine varmak dahi mümkün sayılır. Kitapta yer alan üçüncü makalede Cemal Kafadar, “20 Mart 1575’te Venedik’te öldürülen Ayaşlı sof tüccarı Hüseyin Çelebi bin Hacı Hızır bin İlyas’a ilişkin bir grup belge”ye dayanarak, Osmanlı ve Venedik kaynaklarında mevcut terekelerin de karşılaştırılmasıyla Akdeniz ticaret ağı için yine farklı bir anlatının mümkün olduğunu gösteriyor. Ankara’da üretilen daha sonra Kıbrıs’ta canlandırılan sof üretiminin ve ticaretinin, Orta Anadolu’dan Ancona ve Venedik’e uzanan hikâyesine Müslüman Osmanlı tüccarları açısından bakmak oldukça ilgi çekici. “Sof kelimesinin çeşitli Avrupa dillerindeki karşılıkları (İngilizcede camlet, Fransızcada camelot, İtalyancada ziambellotti, vb.) muhtemelen Arapça hamla kelimesinden türemişti ve deve ya da keçi kılından yapılma her türlü iyi kalite yünlü için kullanılırdı” (s. 98). Elbette tarihsel, coğrafi bağlamlar, kültürel zemin ve bu zeminin değişimi bu makalenin yine geniş bir çerçevesini çizmeye yarıyor.
Kitabın dördüncü ve en ilgi çekici karakteri Asiye Hatun. ‘Mütereddit Bir Mutasavvıf: Üsküplü Asiye Hatun Rüya Defteri, 1641-43’ makalesi, başlığından da anlaşılacağı üzere çok ilginç bir dünyaya açılıyor. Bu dünyanın içinde toplumsal cinsiyetten, tarikatlara, icazet almadan, tasavvud dünyasına ve kadın mutasavvıfların âlemine uzanan zengin bir hikâye vardır karşımızda. Asiye Hatun’un “âşufte ve perîşân ” rüyalarının değil, şeyhiyle ve tasavvuf inancı ile ilgili rüyaların aktarıldığı mektuplaşmalara dayanan bu makalenin (ki daha önceki yayımları kaçıran açısından) tekrar ve tekrar okunmayı hakkeden bir çalışma olduğunu bir kez daha belirtmek gerekiyor.
Tarihçilik zenaatı
“...Tarihçinin zenaatında ilerlemesi, kaynak çalışması ve yöntem bir yana, onun kendisine ve dünyasına dair farkındalığını geliştirmesi, duyarlık perdesini tecrübelerini kendine kılavuz edinecek şek ilde genişletmesi ile mümkündür.” Cemal Kafadar’ın makalelerinde öne çıkan bu zenaatçılığa değinmemiz gerekiyor. Zira makaleler sadece kitapta bahsi geçen bireylere dair belgelerin özetlenmesinden, naklinden ibaret değil. Venedik ’te ölen tüccara değinirken Akdeniz ticaret havzasının özelliklerinin; liman kentlerinin birbiriyle rekabetinin; alternatif limanlar ve güvenlik için girişilen faaliyetlerin; Venedik ve Ancona ’da Osmanlı tüccarlarının nasıl karşılandığının bir bütün içinde ama ayrı ayrı işlendiği bir zenaatkârlık sözkonusu olan. Benzer bir örnek Asiye Hatun’un rüya defteri için de geçerli. Asiye Hatun’un rüya defteri ile ilgili makale, tarikat hiyerarşisini; tarikat özelliklerini; şeyhin toplumsal konumunu; rüyanın toplumsal özellik ve ayrıntılarını; cinsiyet ağlarını; cinsiyet ağlarının toplumsal sirkülasyondaki etkisini; rüya defterinin fonksiyonunu; tâbi olanların sosyal ilişkiler içindeki rolünü ve etkisini; kadının toplumsal konumunu değiştirmek için nasıl bir yöntem izlemiş olabileceğini çeşitli bağlamlara yerleştirilmiş sorular gibi bir çerçeve içine topluyor. Ardından bu soruların cevapları biribirine bağlanan yeni ve daha geniş bir çerçeve haline geliyor. Böylelikle Osmanlı dünyasına, insanlarına ve bu insan bireyler arasında kadınlara dair yeni bir anlatı ortaya çıkıyor. Bir anlamda mektupların derleyicisi de sayabileceğimiz ‘müstensih’in pekala müstensiha olması ihtimalini de hatırlatan bir yeniden okuma yapabiliyor Kafadar, yukarıda andığımız geniş çerçevenin içinde. Tarihçiliğin zenaat tarafının, “rüya anlatıları, görenin kimliğine, görülenin bağlamına ve yorumlanışına göre değerlendirildiğinde, tarihçilerin ilgilendiği birçok sosyal ve k ültürel meseleye ışık tutabilir” yargısını izlediğini unutmayalım. Kitabı oluşturan makalelerin her birinde bu zenaatın izlerini tekrar tekrar görebiliyoruz.
Osmanlı ve yeni sorular
Osmanlı tarihi dönemselleştirilirken gayet ideolojik bir tasnifle kuruluş, yükseliş, duraklayış ve çöküş evrelerinden bahsedilir. Eğitimin en erken çağlarından başlayarak işlenen bu bilgi türü, Osmanlı tarihini tek taraflı okuma ve değerlendirme anlayışının yerleşmesindeki en önemli etkendir. Sürekli tekrarlanan ileri-geri, yükseliş-çöküş tarifleri Osmanlı tarihini de, kültürel dünyasını da ve hatta Osmanlı’nın içinde bulunduğu coğrafyada sürdürdüğü ilişkileri de anlamayı kuraklaştırdı. Sadece iyilik ve kötülük tasvirleri açısından değil, bir döneme, bir olaya ait yaşananları farklı pencerelerden, tarih söz konusu olduğunda farklı arşiv, kaynak, belge, anı, gazete, tereke vb. kaynaklardan görme/bilme zaruretini bertaraf ederek yaptı bunu. Belirli bir tarihçilik anlayışı ya da sadece ulus-devlet ideolojisinin çarpık merceği değil failler. Cemal Kafadar’ın ilk başta alıntıladığımız sözlerinde belirttiği gibi, ‘bir zamanlar var olan’la ilgilenme saikinin bir yana bırakılmasıydı söz konusu olan. ‘Kim var imiş biz burada yoğ iken’, bu nedenle de akıldan çıkarılmaması gereken bir soru olarak halen karşımızda duruyor.