Bülent Somay, Giriş: Bilmediğini Bilmeyen Özne, s. 11-22
Herkes bilir ki hilelidir zarlar
Herkes içinden dua edip sallar
Herkes bilir ki savaş bitti
Herkes bilir, iyiler kaybetti
Herkes bilir, bu dövüş danışıklı
Fakir gene fakir, zengin daha varlıklı
Bu işler böyledir
Herkes bunu bilir
Leonard Cohen, Everybody Knows
2008 yılı başlarında "üniversitelerde türbana/başörtüsüne özgürlük" içerikli bir bildirgeye imza verdim. Aynı bildirgeyi ılımlı-ılımsız İslamcılar, reforme olmuş-olmamış faşistler ve benim gibi sorunu düşünce, ifade ve var olma özgürlüğü açısından gören liberaller, özgürlükçüler, sosyalistler ve komünistler (en azından bunların bir kesimi) de imzaladı. Bu davranışım yüzünden çok fazla takdir görmeyi beklemiyordum, hatta bir miktar tahkir ve saldırıya da hedef olmam şaşırtıcı olmayacaktı. Ancak yalnızca bir tek e-posta aldım bu konuda, "arkadaşım" diyemeyeceğim, eskiden sosyalist olduğunu sandığım bir tanışımdan (adı bende saklı). Kibarca faşistler ve şeriatçılarla ittifak yaptığımı ima ediyor, en azından "özgürlük" adına gericilerin oyununa gelmek gibi bir saflık yaptığımı söylüyordu. Üşenmedim, bir cevap yazdım, kitabın ilk bölümünde ayrıntısıyla tartıştığım gibi, "türbanı/başörtüsünü savunmak" ile "türban/başörtüsü hakkını savunmanın" farkını anlatmaya çalıştım. Cevap daha ağır oldu: "Sen bir liberalsin!"
Bana bu postayı yazan (ya da atan) şahıs, bu noktaya kadar benim bilmediğim ama kendisinin bildiği, hiç kuşkusunun olmadığı bir şeyi varsayım olarak alıyordu belli ki: AKP'nin gizli bir gündemi vardı ve "türban özgürlüğü" bu gizli gündemin gizli hedefine, yani şeriat devletine giden yolda bir adımdı sadece. Ben ya aldanıyordum (aptaldım, cahildim), ya da bu gidişten bir çıkarım vardı. Üstelik bu yolda yalnız da değildim: Benim gibi aydın-aldanmışların ötesinde, AKP'ye üye olan ya da oy veren kalabalık da aldanmıştı. Böylece bu kişinin bilgisinin de katmerli olduğu ortaya çıkıyordu. Biz kendimizi aldatıyorduk, AKP bizi aldatıyordu, muhtemelen kendi içindeki, kendisine oy veren milyonlarca kişiyi de aldatıyordu. O kişiler bilmiyorlardı. O ise biliyordu. Öte yandan ben de on sekiz-on dokuz yaşımdan beri, yani neredeyse otuz beş yıldır kendimi Marksist sanıyordum, ama o benim aslında bir liberal olduğumu biliyordu.
Farkındaysanız bu kişinin bilgisi her şeyden önce geliyor. Önce a priori bir bilgi var, sonra da o bilgiye uymayan, o bilgiyi varsayım olarak almayan kişiler. Bunlar (yani ben ya da AKP'nin oy tabanını oluşturanlar) aldanmışlar; ya cahiller, ya da muhakeme yetenekleri sınırlı. Daha da kötüsü, bu aldanma kişisel çıkarların da bir sonucu olabilir: Ben Soros'tan nemalanıyor olabilirim, AKP de kendisine oy vereceklere yiyecek yardımı yapmıştı, vs. Bir de en kötüler var: Onlar da, tıpkı bu postayı yazan kişi gibi biliyorlar (yani örneğin AKP'nin önde gelenleri de kendi gerçek niyetlerinin farkında), ama zaten niyetleri kötü. Dolayısıyla dünya aslında bilenler ve bilmeyenler şeklinde ikiye bölünüyor; ama iş bununla kalmıyor. Bilmeyenler kendi aralarında bir yanda cahiller, aptallar ve süzme salaklar, öte yanda ise kişisel çıkar uğruna bilmemeyi, görmemeyi tercih edenler şeklinde ikiye bölünüyor. Bilenlerin içindeki ayrım ise daha net: Bir yanda iyiler (ilericiler, devrimciler, vs.) var, öte yanda ise kötüler (gericiler, tutucular, faşistler, vs.). Kuşkusuz bu "iyi/kötü" atıfları, nerede durduğunuza göre değişebilir. "İyiler" milliyetçilerden ya da yeni muhafazakârlardan, "kötüler" ise ülkeyi bölmeye, parçalamaya çalışan hainlerden ya da uluslararası teröristlerden oluşabilir, ama yapı değişmeden kalır.
Demek ki aslında ikili değil, dörtlü bir yapıyla karşı karşıyayız. Bu yapı birbirine tabanlarından yapışmış, biri büyük diğeri küçük iki piramit şeklinde: En tepede küçük ve iyi niyetli bir bilenler azınlığı var; onun altında ise en geniş kesimi oluşturan cahil, eğitimsiz ve (aptal demeye dilimiz varmasa da) saf kalabalık. Onların altında çıkarları uğruna bilmemeyi seçenler var; bunlar da azınlık ama hatırı sayılır bir azınlık. En altta ise gene küçük ama bu defa kötü niyetli bir bilenler azınlığı var.
Burada en önemli olan, küçük ve birbirine öldüresiye düşman iki azınlığın arasında ontolojik bir ortaklığın, bir ünsiyetin olduğunun saptanmasıdır. Onlar bilenlerdir, bu yüzden de ne yaparlarsa yapsınlar, birbirlerine istedikleri kadar düşman olsunlar, kardeştirler. Dolayısıyla tarihteki büyük çalkalanma dönemlerinin ardından, bu iki "bilen" azınlığın nasıl da sonunda uzlaşıp bir araya geldiklerine ve beraberce kuşkucu ya da ikircikli azınlığı şiddet yoluyla tasfiye edip cahil çoğunluk üzerinde mutlak bir diktatörlük kurduklarına tanık oluruz. "Lyons Celladı" Joseph Fouché, Fransız Devrimi'ne bir Jironden olarak katılır, terör günlerinde Jakoben olur, Napolyon döneminde yerini korur ve Napolyon'un düşüşünden sonra, Krallık yeniden kurulurken de yeni yönetimin içinde polis müdürü olarak yer almayı başarır. Hem terör dönemindeki gelişigüzel idamların, hem de Napolyon'un kendi mutlak gücünü korumak için giriştiği tasfiye hareketlerinin mimarıdır. 1790'larda "Akıl Kültü" (Culte de la Raison) diye bir örgüt kurup tüm kralcıları öldürmeye ve kiliseleri yağmalamaya girişen de odur, 1815'te Kral 17. Louis yönetiminde polis müdürlüğü yapan da. Fouché'nin daha beteri, Charles Maurice de Talleyrand-Périgord'dur. Devrim öncesinde soylu kökenli bir rahip olarak devlet içinde "Agent-General" sıfatıyla kiliseyi temsil eden Talleyrand, 1789'dan 1834'e kadar istisnasız her yönetimde (Jironden, Jakoben, Napolyon ve Restorasyon) yönetici ve diplomat olarak yerini almıştır. Benzer bir gelişmeyi Bolşeviklerin orduyu yeniden kurarken Çarlık generallerini göreve çağırmalarında ve yetkilerini geri vermelerinde, Çarlık bürokratlarını göreve çağırmalarında da görürüz. Aynı dönemde Menşevikler sürülmekte, anarşistler tek tek katledilmekte, Kronstadt isyanı şiddetle, isyancıların ailelerinin rehin alınması ve şantaj yoluyla bastırılmakta, Ukrayna'da Nestor Makhno öldürülmektedir.
Bu dengesiz (üstü büyük altı küçük) bir konik prizmaya benzeyen ve bize Aydınlanma çağından miras kalan yapıyı daha iyi kavrayabilmek için, tartışmaya bir önceki kitabımı bitirdiğim yerden başlamam gerekecek. Bir Şeyler Eksik'in son bölümü "Gerçek Orada Bir Yerde", Nietzsche'den bir alıntıyla başlıyor ve Marx'tan bir alıntıyla sonlanıyordu:
Şehitlerin kiliseleri için canlarını verdikleri gibi hayatımızı vermeyi önersek bile, bu fedakârlığı kendi iktidar arzumuz için, kendi güçlü olma duygumuzu korumak için yaparız. "Hakikat bende" duygusuna kapılanlar –bu duyguyu korumak için ne mülkler feda edilir, "üstte kalmak" için neler atılır güverteden aşağı– aslında "Hakikate" sahip olmayan diğerlerinin üstünde oldukları duygusuna kapılmışlardır. (Friedrich Nietzsche, Şen Bilim.)
II
Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilemeyeceği sorusu, teorik değil pratik bir sorudur. İnsan, düşüncesinin hakikatini –yani gerçekliğini ve gücünü, bu-yanlılığını– pratikte kanıtlamalıdır. Düşüncenin gerçekliği ya da gerçekdışılığı üzerine pratikten soyutlanmış olarak sürdürülen tartışma, tamamen skolastik bir sorundur.
III
Koşulların değişmesiyle ve eğitimle ilgili materyalist doktrin, koşulların da insanlar tarafından değiştirildiğini ve eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini unutur. Demek ki bu doktrin toplumu, birinin diğerine üstün olduğu iki parçaya bölmek zorundadır.
Koşulların değişmesi ile insan faaliyetini ya da kendini değiştirmenin çakışması, ancak devrimci pratik olarak kavranabilir ve akıl yoluyla anlaşılabilir. (Karl Marx, Feuerbach Üzerine Tezler, 1845.)
Bu alıntıların eksik bıraktığı (aslında Marx'ın içkin olarak söylediği ama açmadığı) şey, devrimci pratiğin tarihin her döneminde ve her yerde gerçek bir olasılık, güncel bir seçenek olarak karşımıza çıkmayabileceğidir. Ya belirli bir tarihsel dönemde gerçek sınıf mücadelesi devrimci pratik olarak ortaya çıkmıyorsa? Ya bazen skolastisizmden başka çaremiz yoksa? Ya bazen filozofların dünyayı kendi başlarına, bildikleri gibi değiştirmeye çalışmaları, onu yorumlamalarından daha kötü sonuçlar veriyor, en iyi ihtimalle kendilerini acınacak bir duruma düşürüyorsa? Televizyon programlarında kendi haklılığından hiçbir kuşku duymadan naralar salarak heyheylenenleri, kendi haklılığını bir gerçeklik haline getirmek için her türlü ittifaka girip komplolar kuranları düşünün.
Kuşkusuz bunun zıddı da ellerini kirletmeden bir köşede oturmak, "maddi koşulların oluşacağı" günü beklemek, dünyayı yorumlamak, sonra bir daha yorumlamak, bir de kuzeybatıdan bakarak yeniden yorumlamak, bu yorumları çiğneyip, tartışıp, birbiriyle tokuşturup her yanından kurcalamak, sonra hepsini bir yana koyup her şeye yeni baştan başlamak. Demek ki bir yanda kendi bilgisini yine kendi bilgisiyle sınayarak harekete geçmek var, öte yanda ise eylemsizlik. İkisi de bizi çok tekin bir yere götürmüyor; üstelik bu iki tutum da, birbirlerinden ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, sonunda sınırsız bir kitle küçümsemesine, halkı suçlamaya, kalabalığı aşağılamaya varacak. Köşesine çekilmiş solcu/aydın, zaten kalabalığa karşı sinik bir tutum benimsemiştir; onu aşağı, cahil, aptal, kaba ve kültürsüz bulur, ama kibarlığından sesini çıkarmaz. Eyleme kalkışan solcu/aydın ise yenilgiye kadar bu kalabalığı ölçüsüz bir biçimde pohpohlayacak, her (kaçınılmaz) yenilgide de kalabalığı suçlayacaktır. 2007 seçiminden sonra CHP ileri gelenlerinin ilk öfkeli ve kontrolsüz açıklamalarını hatırlayalım. Ancak aynı tavrı yarım yüzyıl önce, 1953 Doğu Berlin ayaklanması sırasında "sosyalist" Doğu Almanya nomenklaturasında da görmek mümkündü ("Halk hükümetin güvenini kaybetmiştir."). Demek ki kendine ister sosyalist isterse halkçı desin, her türden Jakoben yaklaşımın ilk fırsatta halkı, "bilmeyen" çoğunluğu suçlaması kaçınılmazdır.
Ancak ne yazık ki işler bununla kalmaz. Kalabalık, adı üstünde kalabalık olduğu için bu suçlamaların bir hükmü ya da yaptırımı yoktur. Bunu çok iyi bilen Brecht, 1953'te dalgasını geçerek hükümeti "bu halkı feshedip bir yenisini seçmeye" davet eder. Ama öteki azınlık ve daha büyükçe olan ve "çıkarlarından ötürü bilmezden gelen azınlık", her zaman için meşru hedeftir; onlar için av mevsimi her zaman açıktır. Dolayısıyla, dünyayı değiştirme hedefi kayıtsız/eylemsiz kalabalık yüzünden gerçekleşemez bir hale geldiğinde, mücadele iki azınlık arasındaki kördövüşüne indirgenir. Tabii ki arada en çok zayiat veren, iki uç azınlığın da hedefi olan "bilmezden gelenler" ve bir de eylemsiz/sinik aydınlar olacaktır.
Mutlak Bilgi ve Teori
Yeniden Marx'a başvuralım:
Açıktır ki eleştiri silahı silahların eleştirisinin yerini alamaz. Maddi güç ancak maddi güçle devrilebilir; ama teori de kitleleri kavradığı anda maddi bir güç haline gelir. Teorinin kitleleri kavrayabilmesi, [göstermek istediklerini] insana yönelik olarak (ad hominem) göstermesiyle mümkün olur; bunu ise ancak radikal olduğu anda yapabilir. Radikal olmak nesneleri kökünden kavramaktır; ancak insan için kök, insanın kendisidir. (Karl Marx, Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Doğru, 1844.)
Kuşkusuz sormamız gereken soru, "teorinin radikal olmasının" ne anlama geldiğinden önce, teorinin nasıl olup da bir özne muamelesi gördüğüdür. Kimdir bu teori ki kitleleri "kavrayacaktır"? Teori derken teorisyenler mi kastedilmektedir? Teori "adına" davranıp "insana yönelik olarak (ad hominem)" gösterecek olan kimdir? 25 yaşındaki Marx'ın 1843-44 yıllarında bu sorulara cevap verebilmiş olduğunu pek sanmıyorum. Onun yaptığı, Genç Hegelcilerde sürekli olarak soyut bir tasarım olarak beliren özneyi bir şekilde yeryüzüne indirmeye, insana irca etmeye çalışmaktı o zamanlar. Ancak bu çaba, 21. yüzyılda hâlâ en temel felsefi sorunlardan biri olmaya devam eden öznenin kimliği ya da ne'liği sorununu çözmeye yetmez. Marx bu metni yazmasıyla hemen hemen aynı zamanda (Eylül 1843) Arnold Ruge'ye yazdığı bir mektupta (devrimci) özneyi ne olarak tahayyül ettiğini biraz daha açıklıkla ortaya koyar:
Öte yandan, dogmatik bir biçimde dünyanın nereye gitmesi gerektiğini söylemektense yeni dünyayı eski dünyanın eleştirisi yoluyla bulmak istememiz, tam da bu yeni eğilimin avantajıdır. Bugüne kadar filozoflar bütün bilmecelerin anahtarını yazı masalarında buldular; salak dış dünyanın yapması gereken tek şey, mutlak bilginin pişmiş armutları içine düşsünler diye ağzını açmaktı. Bugünse felsefe dünyevileşti/sıradanlaştı, bunun en çarpıcı kanıtı da felsefi bilincin kendisinin yalnızca dışsal olarak değil, içsel olarak da mücadelenin girdabına çekilmiş olmasıdır. Ama eğer geleceği inşa etmek ve gelecek tüm zamanlar için tüm sorunları çözmek bizim işimiz değilse, şu anda yapmamız gereken şey iyice açıklık kazanır: Kastettiğim, var olan her şeyin acımasız eleştirisi; hem kendi sonuçlarından hem de egemen güçlerle çelişkiye düşmekten korkmaması anlamında acımasız. (Karl Marx, Ruge'ye Mektup, 1843.)
Yani, iki metni bir arada okumaya çalışırsak, filozoflar kendi iradelerinden bağımsız olarak gündelik hayatta sürmekte olan mücadelenin içine çekildikleri zaman, korkularını bir yana bırakıp eleştiri silahını somut bir silah haline getirdikleri, yani eleştirilerini radikal kıldıkları zaman, teori kitleleri kavrayabilir. Ama Marx'ın Ruge'ye yazdıkları arasında şöyle bir ifade var ki, tehlikeli bir biçimde "kitlelere dışarıdan bilinç götürmek" şeklinde özetlenen kaba Bolşevik anlayışı andırıyor: "Bugüne kadar filozoflar bütün bilmecelerin anahtarını yazı masalarında buldular; salak dış dünyanın yapması gereken tek şey, mutlak bilginin pişmiş armutları(1) içine düşsünler diye ağzını açmaktı." Buradan da, Marx'ın daha o tarihten devrimci bir güç olabilecek olan teori ile filozofların (ya da bilimcilerin) masa başında keşfedip halka ("salak dış dünyaya") hazır yemek gibi sunacakları bir mutlak bilgi arasında ayrım yapmakta olduğunu görebiliriz.
Marx'ın bize anlatmaya çalıştığı şey, pratik mücadelenin içinden doğabilecek olan bir kavrayışın asla mutlak bilgi biçimini alamayacağıdır. Masa başında "edinilmiş" mutlak bilgi de hiçbir biçimde, ister sinik aydının kendini beğenmesi için, isterse de muhayyel ya da gerçek bir egemenlik ilişkisi için kullanılsın, devrimci pratiğin kaynağı olamaz. Devrimci pratiğe kaynaklık edebilecek bir teori, ancak pratikten doğabilir, kendine yabancılaşarak teorik kavrayışa (felsefeye, eleştiriye) dönüşebilir ve en nihayet gene kendine dönerek devrimci pratiği bir üst mertebeye çıkarabilir. Aslında bu tartışma Hegel'in materyalist öncüllerle tekrarlanmasından başka bir şey değildir, ama bunları yazdığı dönemde en azından metodolojik açıdan hâlâ Hegelci olan Marx'ın farklı bir şey söylemesi de beklenemezdi zaten.
Felsefede düşüncenin öznesi ile nesnesi arasındaki ayrım, en azından Descartes'a kadar oldukça nettir: Anlaşılacak olan ve anlayan, eleştirilecek olan ile eleştiren, bilinecek olan ile bilen ve en nihayet değiştirilecek olan ile değiştiren birbirlerinden kalın çizgilerle ayrılır. Descartes ile birlikte (ki felsefe tarihinde bu bir bakire-doğum değildir kuşkusuz, daha önceden ipuçları bulunabilir) düşünen öznenin kendisi de düşüncenin nesnesi haline gelir ve işler iyice karışır. Artık refleksivite (kendi üzerine düşünme) söz konusu edilmeden felsefe yapmak imkânsız hale gelmeye başlar. İnsan zihni de "Düşünen Şey" olarak düşüncenin nesneleri arasındaki yerini alır.
Zihne, yani "düşünen/bilen şeye" hem özne hem de nesne özelliğini yüklediğimizde, aslında iki "bilme" fiiliyle konuşmaya başlamışız demektir. Bu iki bilme fiili arasındaki olası kombinasyonları Zizek (ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'e gönderme yaparak!) şöyle sıralıyor:
Mart 2003'te Rumsfeld, bilinen ve bilinmeyen arasındaki ilişki üzerine amatör bir filozofluk denemesine girişmişti: "Bilinen bilinenler vardır. Bunlar bildiğimizi bildiğimiz şeylerdir. Bilinen bilinmeyenler vardır. Yani, bilmediğimizi bildiğimiz şeyler vardır. Ama bir de bilinmeyen bilinmeyenler vardır. Bilmediğimizi bilmediğimiz şeyler vardır." Rumsfeld'in eklemeyi unuttuğu hayati bir dördüncü terim var: "Bilinmeyen bilinenler", bildiğimizi bilmediğimiz şeyler, tam da Freud'un bilinçdışı tanımı, Lacan' ın "kendini bilmeyen bilgi" dediği şey. (Slavoj Zizek, "Rumsfeld'in Ebu Garib Hakkında Bildiğini Bilmediği Şey", 2004.)
Bu yazıyı yazdığında Zizek'i esas olarak ilgilendiren şey, "bildiğini bilmemek", yani bilinçdışıydı. Nitekim bilinçdışını her zaman için zihinde var olan ancak ulaşılamayan (bastırılmış) bilgi olarak tanımlamak da mümkündür. Kuşkusuz erişimi engellenmiş bu kayıtlar yumağının "bilgi" biçiminde örgütlenmiş olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusudur, ancak şu anda bizi ilgilendiren bu değil. Bizi esas olarak ilgilendiren şey, bilmediğimizi bilmediğimiz şeyler.
Neyi bilmediğimizi bilmeyiz? Örneğin en gelişmiş teleskoplarımızın bile ulaşamadığı galaksiler varsa onları bilmeyiz, onları bilmediğimizi de bilmeyiz. Olsa olsa muhtemelen varlığını bilmediğimiz galaksilerin de olabileceğini düşünürüz. Ya da elektron-altı parçacıklar varsa bile onların varlığını ve davranış yasalarını bilmiyoruz. Bunları bilmediğimizi de bilmiyoruz. Sadece olabileceklerini olasılıklar evrenimize dahil ediyoruz, ama bunları aksiyomatik olarak kabul etmiyoruz ya da hipotezlerimizi bu olasılık üzerine kurmuyoruz. Oysa Heisenberg'in belirsizlik yasasını izleyerek, elektronların davranışlarını tam olarak saptayamayacağımızı (yani konumu bildiğimizde momentumu, momentumu bildiğimizde ise konumu kesin olarak bilemeyeceğimizi) biliyoruz. Demek ki bu açıdan bakıldığında bilmediğini bilmek ile bilmediğini bilmemek arasında belirgin bir fark var. Daha açıkça söylemek gerekirse, bilmediğini bilme durumunda bilinmeyen gene de simgesel düzende, yani dilde kendisine bir yer bulabiliyor, adlandırılabiliyor. Bilmediğini bilmeme durumunda ise simgesel düzende de içerilemiyor, tamamen "Gerçek" alanında kalıyor.
Ama bir bilmediğini bilmemek daha var ki, teoride ve pratikte karşımıza çıkabilecek en büyük sorunlardan biri: Bildiğini sanmak. Bildiğimizi sandığımız bir şeyi artık araştırmayacağız, dolayısıyla, diğer koşullar sabit kalmak kaydıyla, hiçbir zaman bilemeyeceğiz demektir. Dolayısıyla bildiğini sanmak, diğer "bilmediğini bilmemek"ten farklı olarak, yeni bilginin önüne bir engel olarak dikilir. Bilmediğimizi bildiğimiz şeyler gündelik yaşantımızda başa çıkması bireysel ve toplumsal olarak çok güç tekinsiz alanlar yaratıyorsa, bildiğimiz fantazisine ihtiyacımız olacak demektir. Deprem oluyorsa ve biz depremin nerede, neden ve ne zaman olacağını bilmiyorsak (ve bunu bilmediğimizi de biliyorsak), gündelik hayatımızda her an bir "Gerçek" istilası tehdidi altında yaşayacağız demektir. O zaman depremin önceden bilinebilir olduğu fantazisine ihtiyacımız olacaktır. Nitekim 1999 depreminden sonra, bir sonraki depremin ne zaman, nerede ve nasıl olacağı konusunda bilimcilerin ve bilmezlerin ortaklaşa ürettikleri "bilinebilirlik" fantazileri tüm medyayı kaplamıştı. İnsanların gündelik hayatlarını görece bir huzurla sürdürebilmeleri için bu fantaziye ihtiyaçları vardı çünkü. Derken bir ara çeşitli televizyon programlarında, ortada içinden bir çatlak geçen bir Marmara haritası, birbiriyle tartışan çeşitli uzmanlar, bir de depremi nasıl önceden haber alabileceğimizle ilgili fikir üretip duran yarı-uzmanlar hayatımızın önemli bir parçası oluverdi. Fantazi üretimi bir iktidar kavgasına dönüştü ve beklenebileceği gibi, tartışmaya karışanlar birbirlerini cahillikle suçlamaya başladılar. Bilmediğini bilmekten bildiğini sanmaya geçiş, bilmediğini bilmemek sonucunu doğurdu. Şimdi ise tam bir alacakaranlık durumundayız. Hepimiz Marmara'nın kuzeyinden geçen bir fay kırığı olduğunu ve bunun her an yeni bir depreme yol açabileceğini "biliyoruz", ama bunun ayrıntıları ve gelecekteki muhtemel davranış biçimi üzerinde o kadar çok fantazi üretilmiş durumda ki, artık ne bildiğimizi bilmiyoruz.
Demek ki bilmediğini bilmemek iki ayrı anlama geliyor: Birincisi, bilinmeyen herhangi bir biçimde simgesel düzende, yani dilde de yer almadığında ortaya çıkan, yani kelimenin Lacancı anlamıyla "Gerçek"i işaret eden bir bilmediğini bilmemek. Diğeri ise bu "Gerçek"in yarattığı tekinsizlik duygusuna tepki olarak ortaya çıkan bildiğini sanma fantazisi anlamında bir bilmediğini bilmemek.
"Gerçek"ten fantaziye geçiş, yani bildiğini sanma kibri, her şeyden önce bizi Gerçek karşısında savunmasız bıraktığı için tehlikeli. Ama bunun bir adım ötesinde, bildiğini sanmanın yarattığı fantastik bilgi hiçbir zaman kelimenin gerçek anlamıyla olgularla sınanamayacağı için mutlak olmak zorunda. Bu yüzden de gündelik hayatımızda mutlak iktidar alanları yaratarak (ya da var olan mutlak iktidar alanlarını destekleyerek) yürürlükte olan egemenlik ilişkilerinin desteklenmesi, yerlerinin sağlamlaştırılması için benzersiz bir fırsat yaratıyor. Örneğin, Türkiye'de AKP'nin temsil ettiği neo-liberal/geç kapitalist ilişkiler yumağına var olan bilgi hazinesi içinde bir yer bulunamadığında, bunun gizli şeriatçı emellerin bir kamuflajından ibaret olduğu fantazisini yaratıyoruz. Bu fantazi (bildiğini sanma) ise var olan Kemalist/modernleşmeci egemenlik ilişkilerinin sağlamlaştırılmasından başka bir sonuç vermiyor.
Ya da, değişen kapitalizm var olan (ya da var olduğunu sandığımız) kapalı sanki-Marksist söylem içinde bir yer bulamadığında, onun bu kapalı söyleme uyduramadığımız yanlarını yok sayıyoruz; bildiğimizi sanıyoruz. Bu fantazi ise 20. yüzyılın büyük bir bölümünde dünyanın her yanında "sol" içinde egemen olan Stalinist egemenlik ilişkilerinin temelini oluşturdu. Dünya bilenler ve bilmeyenler olarak kesin bir biçimde ikiye bölündü. Bilmeyenler kendi içlerinde cahiller/bilinçsiz kitle ve bilmemeyi seçenler/sinik aydınlar olarak, bilenler ise iyi niyetli devrimciler ve kötü niyetli karşı devrimciler olarak ayrıştılar ve en başta söz ettiğim asimetrik konik prizma ortaya çıktı.
Kuşkusuz somut pratik bu fantazilere kendi akışı içinde son verir. Nitekim Stalinist fantazilerin yarattığı egemenlik ilişkilerinin 1990'lardan beri artık pratik bir hükmü yok. Kemalist fantazilerin yarattığı egemenlik ilişkilerinin ise hâlâ bir geçerliliği var, ama önümüzdeki altüst oluş döneminde onların da bir hükmü kalmayacak büyük ihtimalle. "Gerçek" her zaman yerine döner, bildiğini sananların alim-i mutlak (her şeyi bilen, omniscient) olma fantazilerini sabırla, adım adım ortadan kaldırır. Ama bu arada olan bilmediğini bilenlere olur, kuşkuculuk hiçbir zaman popüler bir düşünce biçimi olmadığı için azınlıkta kalır, "bilen" azınlıkların şamar oğlanına dönerler. Dolayısıyla önümüzdeki pratik devrimci adım, bilmediğini bilenlerin, "Gerçek" karşısında fantaziler geliştirmektense ikircikli kalmayı seçenlerin radikalleşmesi, kendilerini "çokbilmiş öznelerden" korumayı öğrenmesidir. Gelmekte olan krizde kelimenin gerçek anlamıyla devrimci bir tutum, ancak böyle bir "radikal ikircikli" anlayış üzerine kurulabilecektir.
•
Bu kitabı oluşturan yazıları bir arada tutan üç büyük tema var: Birincisi: Hem bugüne kadar aksiyomatik olarak kabullenegeldiğimiz pozitivist, bilinebilirci Aydınlanma anlayışının, hem de son zamanlarda kendisini bunun karşısında konumlandıran relativist, bilinemezci postmodernist anlayışın ve bunların oluşturduğu kapalı ikili yapının radikal eleştirisi. İkincisi: Türkiye'de Fransız Devrimi geleneğine uygun olarak, kestirmeden "sol" diye adlandırdığımız geniş alanın, artık iç tutarlılığını ve merkezcil çekim gücünü kaybetmesiyle birlikte, sosyalist, komünist ve Marksistlerin kendileri için yeni (ve bir anlamda da daha eski) bir varoluş tarifi yapmaları, kendilerini uluslar, ulus-devletler, sınıflar ve tabakalar karşısında yeniden tanımlamaları gerekliliği. Üçüncüsü: Bu varoluş tarifinde yapısal olarak "madun" diye isimlendirilen toplumsal kesim ve tabakaların ("yoksulların", "siyahların", "kadınların", "eşcinsellerin", "üçüncü dünya ülkelerinin", "ezilen ulus ya da etnisitelerin") değil, günümüzde aldığı yeni yapısal ve biçimsel özellikleri yeniden tanımlamak kaydıyla işçi sınıfının kendisinin temel alınması gerekliliği.
Kitabın yapısı da bu sıralamaya göre kuruldu, o yüzden teorik/ etik/politik bir tutum olarak "Radikal İkircikliliğin" önerilmesiyle başlıyor ve "madun" kavramının sorunsallaştırılmasıyla sona eriyor. Yazdığım her şeyde olduğu gibi burada da belirtmek istiyorum ki, sorduğum soruların hepsine ya da çoğuna cevap vermek gibi bir iddiam yok. Eğer olsaydı, size (okurlara) ihtiyacım olmazdı. Oysa yardımınıza ihtiyacım var; temel amacım ise bu sorular hakkında düşünen mümkün olduğunca çok kişinin olması. Çünkü ancak bu yolla her şeyi bildiğini ve her soruya bir cevabı olduğunu iddia eden, kendisinden bu kadar emin olduğu için de kendi hakikatlerini hepimize kabul ettirmek amacıyla yalandan cinayete, otoriter dayatmalardan terör ve savaşa kadar her yolu mubah gören kılavuzlarımızdan, bizim bilgimiz, özgürlüğümüz ve hayatımız pahasına "bilen" o çokbilmiş öznelerden bir nebze olsun özgürleşebiliriz.
Notlar
(1) Almanca aslında "havada uçan pişmiş mutlak bilgi güvercinleri". Türkçedeki "Armut piş, ağzıma düş!" ifadesi bu duruma o kadar uygun ki, yorum yapmadan edemedim. Yukarı