Semih Gümüş, “Beklenmeyen geç dönem yaratıcılığı”, Radikal Kitap Eki, 20 Haziran 2008
Geç Dönem Üslubu’nun yayımlandığını göremedi Edward Said. Onun düşünsel derinliğini yalnızca oryantalizmin yinelendikçe sığlaşan çevreniyle sınırlı görenlerin pek ilgi göstermediği edebiyat ve sanat üstüne yazılarındaki zenginlik, siyasal yazılarından elbette bambaşka düzeydedir. Üstelik Geç Dönem Üslubu öylesine yaratıcı bir buluşun daha derine yapılan kazılarının ürünüdür ki, orada sanatçının yaratıcı zekâsının sınırlarına ilişkin, daha önce okumadığımız düşüncelerin fısıltısı vardır. Ormanın içlerinde, karanlık bir bölgedir yaşlılık; demek ki zaman da mekân da bizim gözlediğimizden farklı yaşanıyor orada.
Öyle ki, “Bu dünya, hakikaten tarih öncesidir,” diyor Said, bu tümcenin ardından gelenlerden bağımsız, bir başına yaşadığımız zamanın anlamını derinleştiren sözcüklerle. Şimdiki kuşakların, yenisine kendininkinden daha iyi olmayan bir dünya bıraktığını gösteren acı sözcükler. Üstelik öyle bir yanılsamadır ki bu dünya, “gündelik baskı ve kaygılardan bağımsızdır ve bireysel arzulara düşkünlük, eğlence ve lüks kapasitesi sınırsız gibi görünür; yirminci yüzyıl geç dönem üslubunun karakteristik özelliklerinden biri de budur.”
Edward Said bu yanından söz etmiyor, ama yaşanan yanılsama da bir gençlik hastalığı, insanın erken dönem algılama düzeyindeki kara delik, yeterince olgunlaşmamış bedensel özelliklerin sonunda yeterince olgunlaşmamış zihinsel özelliklere açtığı yoldur. Sanatçının erken döneminde başyapıtlarını verdiği zamanlar geride kalmış görünüyor. Ne büyük yapıtların verildiği zamanların gencecik eleştirmeni Dobrolyubov ne yirmi yedi yıllık ömrünü sürerken Puşkin anıtının ardılı sayılan Lermontov gibi dehaların ortaya çıktığı zamanlardayız. Şimdi sanırım bizim edebiyatımızın genç kahramanları da edebiyat tarihinin konusu gibi duruyor. Yaratıcı aklı çılgıya vuran genç yazarlar yok artık, demek, bir tezi de adamakıllı donatmayı gerektirebilir. Gelin görün ki, Edward Said’in saptadığı tarih öncesi, kısacık bir tanım içinde tezi temellendiriyor: Artık yaratıcı yazarların ustalık yapıtları geç dönemlerinde verilecektir, çünkü yalan zamanlar içinde erken başyapıtların yaratılma süreçlerinin oluşması gitgide güçleşmektedir.
Zaman: insanın baş belası: bir gerçeklik, dahası bir nesne gibi dikilir yolumuzun üstüne, kaldırabilirsen kaldır. İnsan, hayatı ellerine aldığı günlerden bu yana üretici olmayı ne zaman keşfetti, zamanla da neden sonra arapsaçına dönüşecek ilişkisinin ucundan yakalamış oldu. Zaman, ister sokaktaki insanın günlük koşturmacası içinde, ister felsefecinin düşünce karşısındaki tanımsız dramı sonunda görünsün, nasıl ilk vuruş hakkını hep elinde tutmayı biliyorsa, yaratıcı yazarın yazınsal dil içindeki bütün sorunlarını da çözülmesi gereken sayısız düğümle sarmıştır.
Geçlik, Edward Said’e göre “bir sürgün biçimi”: yazarın çıkardığı bu olağanüstü sonuç karşısında hem şapka çıkarmak, hem de zaman dışına geçen bir olgudan söz ettiğimizi bilmek gerekir. Geçlik: bir olgu, ama bir yaşama biçiminden mi, yoksa yalnızca düşünsel bir uzamdan mı söz ediyoruz. Artık ötesine geçemeyeceğimizi hatırlatıyor Adorno. Değil mi ki yaşlılıkla birlikte alınması gereken fiziksel bir uzamdır aynı zamanda, geçlikten ötesi saçmadır artık. O zaman geçliği bir süreç olarak almayı gerektiren gerçek başyapıtların varlığı nasıl açılanabilir? Adorno’nun kendisi Beethoven’ın geç dönem yapıtlarını bir süreç olarak alıyor, dolayısıyla bitmediği izleniminin kendini kararlı biçimde duyurduğunu belirtiyor.
Etkinlik içinde bir yaşlılık
Belki bütün büyük yapıtların yazgısından söz ediyor Adorno; gerçek yazınsal metinlerin hiçbirinin bitmeyeceğini, dolayısıyla alımlayıcılarında birer süreç olarak yaşamayı sürdüreceğini temel önermesi olarak seçen çağdaş ve çözümleyici eleştiri düşüncesini böylece bambaşka bir düzeyde yineliyor. Üstelik geç dönem yapıtları yaratıcılarınca nasıl sert düşünsel ve duygusal çarpışmalar içinde yaratılmışsa, okurun da onları aynı “acı ve dikenli yol”a girmeyi göze aldıkça alımlayabileceğini belirtmiş oluyor ki, yaratıcı yazarlar ancak dünyevi olanı büsbütün yadsıdıkları zaman bu acıya katlanabilir. Katlanmak için de yaratıcılık yetilerinin de sapasağlam olması gerekir elbette.
Beckett, “Ben her zaman zinde, etkinlik içinde geçen bir yaşlılık dönemi dilemişimdir...” diyor. “Beden çekip gidiyorken içimizdeki ateş yanmaya devam ediyor...”
Yaşlılıktan söz açınca çoğu kez Yeats’i düşündüğünü belirtir Beckett, onun en iyi şiirlerini altmış yaşından sonra yazdığını... Yeats’in geçlik yaşantısını bu denli yüksek verimlilikte geçirmesi en iyi yapıtlarını yaşlılıkta veren bütün yazarlarınkiyle aynı değildir. Bazen dış etkenlerin çekim gücü, şairin yaratım sürecini gelgitlere zorlar; kişisel sorunları kadar, sözgelimi kendini bağladığı ilişkiler, siyasal etkenler, kaygılar da geri çekilmeye yol açabilir. Nâzım Hikmet bu nedenlerle kendi kesintisiz arayışı içinde aynı kaygıları yaşamış, neden sonra Son Şiirler’de toplanan geç dönem şiirlerinde en önemli şiirlerinin önemli bir bölümünü yazmıştı.
Beckett’in yaşlılıktan üzüntü duymadan, yaşlılığı bilgece içselleştirip dinginlik içinde yaşadığı zamanlar, onun yazma biçimini de etkilemiş. Yaşlılıkta üstünde her zamankinden daha çok yoğunlaştığı metinlerin hemen yanı başında biçimciliğin çekimini de hissediyor, ama kendini büsbütün kaptırmamış o. Dinginlik, pek çok etkene bağlı olarak yaşlılıkta gelir insanın yanına. Gençlik yıllarında hangi dinginlikten söz edilebilir; ne sokakta, ne evde bulunur insanı kendisiyle daha uzun süreler baş başa bırakan zamanlar.
Memet Fuat, yaşlılık günlerini aynı zamanda Edward Said’in geçlik kavramıyla örtüşen bir deneyim olarak yaşadı. Yazarın kendisi bir yaşantı halini deneyim olarak yaşamaz, çoğu kez gönül indirmez bu ritüele, ama dışarıdan yapılan gözlemler yazarın vermediği anlamları yaşantısına pekâlâ yakıştırabilir. Bütün ömrünü başkalarının yapıtlarına son biçimleri vermeye harcamışken geçirdiği hastalık nedeniyle eve çekilen Memet Fuat, yalnızca kendi çalışmalarına kapandıktan sonra öylesine verimli oldu ki, bütün ömrü boyunca yazdıklarından daha çoğunu son altı yedi yıl içinde yazarken hem kendi başyapıtlarını geçlik döneminin pırıltıları olarak ortaya koydu, hem de anlatım biçimi yaratıcılığa doğru hızlı biçimde evrildi. Son yıllarında yazdığı iki romanı bir yanda bırakalım, Gölgede Kalan Yıllar anılarıyla Nâzım Hikmet biyografisi bile onun geç dönem olgunluğunu gösterir. Hayatın anlamını düşünmekle yetinmeyip kendi hayatının anlamına yoğunlaşan bir yazarlık tutumunu bir başına yaşaması, Memet Fuat’ı ayrıca onca birikimden çıkan bambaşka bir yaratım sürecine sokmuştu.
Artık ölebilirim
Demek yazarın bir gerilim olarak yaşamak yerine, kendine sürgün olarak rasyonelleştirme güdüsü yaşlılığın biçimini belirleyebilir. Yaşlanmayı, giderek ölümü yadsımak yerine, ölüme yaklaşırken yaratım sürecini tasarlamak, hayatı akılcı bir biçimbozumuna uğratmaktan geçer.
Adorno geçliği gerilemeye denk görüyor ki, bunu yadsımak anlamsız, ama bu gerilemenin yaratıcılığı öldürmekle ilgisi yok elbette, daha çok tensel gerilemenin yaratıcı zekâyı sıkıştırmasından söz edilebilir. Üstelik yaratma cesareti kalkıştıkça yaşlılık ve gerileme de sönümlenmeye başlar. Proust, “Artık ölebilirim,” diyerek on altı kitaplık Yitik Zamanın Ardında’yı tamamladıktan sonra cılız bedenini ruhuna bırakır. Bu bir bakıma yolun sonuna geldiğini, yaşlandığını gönülden benimseyen erdemliliği anlatır. Erdem olmadan yaşanamaz yaşlılık. Yoksa ölüme karşı koymak gitgide koyulaşan ruhani endişelerin abartılmasıyla sonuçlanır. Üstelik Proust kendi zamanının ötesine geçen bir roman estetiğinin yaratıcısıydı ve öteye geçen bir estetik yaratma amacı olmadan yapmıştı bunu.
Yaşlının ölümü hayatın dinginliğini, genç ölümleri sonsuzluğunu anlatır. Belki yaşlılık her durumda kötüdür: Doğanın kendine biçtiği elbiseyi görmezden gelmek metafiziğin işe yaramaz bir haliyse, yaşlılığı Said’in geçlik kavramını düşünerek geçirmektir yapılacak iş. Son zamanları öldürmek yerine canlı tutmak insanı biraz daha insanlaştırır.
Edward Said’in sözleriyle: “Geç dönem üslubunun ayrıcalığı buradan gelir: İnsana gerçeği gösterme ile zevk verme arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmadan, bunların ikisini de gerçekleştirme gücüne sahiptir. Bunları zıt yönlü iki eşit kuvvet gibi gergin tutan, sanatçının olgun öznelliğidir; kibiri ve gösterişi çoktan bırakmıştır, ne yanılmış olmaktan utanır ne de yaşın ve sürgünün getirdiği o mütevazı kendinden emin olma halinden.”
Hiç yaşanmayacakmış gibi beklenen geçlik, yaratıcılığı kendiliğinden böyle besler.