| ISBN13 978-975-342-641-1 | 13x19,5 cm, 256 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Alphan Akgül, “Şairde olup da psikanalistte olmayan nedir?”, Kitap Zamanı, 5. Mayıs 2008 Şiirin artık eskisi kadar revaçta olmadığının dile getirildiği, neredeyse bütün bir gençliğin facebook sitelerinde gezinip Amy Winehouse dinlediği bir dönemde, aynı sitelerde şiir alışverişi de yapılmasının ya da şiir merkezli edebiyat dergilerinin sayısının her geçen gün artmasının nedeni ne olabilir? Kariyerlerinin zirvesinde insanlar bile, neden şair olamadıkları için hayıflanırlar ya da şair olmanın bu kadar arzu edilmesinin, olunamadığında ise güçlü şairlere hasetle bakılmasının nedeni nedir? Adam Phillips, Hep Vaat Hep Vaat adıyla çevrilen kitabında bu soruları sormuyor; ama bu soruları sormama zemin hazırlayacak konulara değiniyor. Kendisi de meslekten bir analist olan Phillips, kitabın “Şiir ve Psikanaliz” başlıklı bölümünde analistler ile şairler arasında ortak ve ayırdedici yönler bulur ve bulgularını eğlenceli bir üslupla tartışır. Örneğin şu soruyla: “Nihayetinde şairlerin meslek olarak psikanalistleri nadiren kıskandıkları ya da rakip gördükleri doğrudur. W.H. Auden’in Freud’a yazdığı müstesna mersiyede bile. Auden’in psikanalist olmayı ya da Freud’un yerinde olmayı şair olmaya tercih edeceğine dair bir hisse kapılmayız. Şairde olup da psikanalistte olmayan ne vardır ve bu niye daha iyidir?” Phillips, bu sorunun yanıtını çeşitli açılardan vermeye çalışıyor ama konunun özü itibarıyla geçerli tek yanıt şöyle özetlenebilir: Şairler, psikanalistlerin bin bir güçlükle keşfetmeye çalıştıkları, yorumlamak için gece gündüz teoriler ürettikleri bilinçdışını sezgisel yolla, pek de çaba harcamadan keşfederler. Şair de psikanalist de aslında ortak bir alanda, dil üzerinde çalışırlar; aralarındaki tek fark, birinin dil’in metafor ve metonimi kullanımıyla işleyen ve gizem üreten doğasını kendiliğinden bilmesi, ötekinin ise bu gizemi çözebilmek için sınırlı bir mesleki formasyonla yetinmek zorunda olması. Burada Lacan’ın, “bilinçdışı, dil gibi yapılanmıştır” tezi gündeme geliyor elbette; ama diyor Phillips, bizim bu argümana inanıp inanmamamız hiç de önemli değildir; bilinçdışı dil gibi yapılanmış olmasa bile, “şiirin bilinçdışının işareti olduğuna çoğumuzun inandığını düşünüyorum”. Yazarın bıraktığı yerden devam ederek, şiir ile bilinçdışı arasındaki ilişkinin niçin zorunlu olduğu hakkında şu yorum yapılabilir. İnsanın olduğu yerde dil de vardır, başka deyişle, “ben” dendiğinde, aslında dil’le var olan bir zihinsel örgütlenmeden söz ediyoruzdur. Eğer bu ben, kendisinin ya da bir başkasının bilinçdışını araştırıyor ya da ifade etmeye çalışıyorsa, dil’i yaratıcı bir biçimde kullanmak zorundadır. Bilinçdışının bir ifadesi olarak tezahür eden rüyaların şiire benzemesi, o rüyaları bizim ancak metafor ya da metonimi gibi, yani dilin mecazi araçlarıyla anlamlandırabilmemiz, şiir ile bilinçdışı arasındaki yakınlığın kanıtlarıdır adeta. Freud’un ya da öteki analistlerin bilinçdışına ilişkin yorum yapma uğraşı sırasında sık sık şairlere başvurmalarının nedeni de bu olmalıdır. İster istemez burada ben de yaratıcı bir analoji yapma ihtiyacı duyuyorum: Psikanalistler, haritadaki konumunu gayet iyi bildikleri halde bir kasabayı bulmak için çaresiz bir şekilde bölgenin yerlilerine başvurmak zorunda kalan turistlere benzerler. Psikanalistler, bilinçdışını araştırır ve bazen de aradıklarını bulurlar; ama şairler orada doğmuş ve büyümüş gibidirler. Psikanalist Bion’un şairleri bilim adamlarından ve gündelik dili kullanan herkesten yükseğe koymasının nedeni de bu olmalıdır. Çünkü şairler, “sıradan terimlerden daha dolu bir dile –daha fazlasını içerebilen sözcüklere– sahiptir”. Bu noktada Philips’in, Lionel Trilling’in “Freud ve Edebiyat” başlıklı makalesine değinmesi, bu savları daha da anlamlı hâle getiriyor: “Zira tüm zihinsel sistemler arasında sadece Freudcu psikoloji şiir sanatının zihnin doğal bir fonksiyonu olduğunu söyler. Gerçekten de zihin, Freud’un gördüğü şekliyle, esas eğilimi bakımından tastamam şiir yaratıcı bir organdır”. Eğer zihin şiir yaratıcı bir organsa, bu işlemi herkesten çok daha iyi yapan şairlere gösterilen ilginin nedenlerini sorgulamak bile gereksiz. Güçlü bir şair, tüm sırlarımızı bizden önce görmüş ve üstelik bunu tam da olması gerektiği gibi dile getirmiş biridir; bizi bize anlatırken hiç de güçlük çekmez, hatta bize daha fazlasını da gösterebilir: Yaşamımızın bir ânına dek deneyimlediğimiz ama üzerine düşünme fırsatı bulamadığımız ya da hiç deneyimlemediğimiz duygular vardır; ve şair o duyguların bir aynası olarak çıkabilir karşımıza. Başka deyişle şairler, düzyazının soğuk ve sıradan üslubuyla çalışan ve herkesin zaten açık seçik görebildiği şeyleri tekrar eden sıradan kanaat önderleri değil, deneyimlendiği halde ifade edilemeyen şeyleri mecazi dil melekesiyle çekip çıkaran hakiki kanaat önderleridir. İlkini izleyerek “herkes”in sıradan gündelik yaşamına varırsınız, ama diğerini izleyerek sadece size ait olduğunu düşündüğünüz, sezgilerinizle hissettiğiniz ve dile getiremediğiniz duyguları, basılı bir kâğıtta görüverirsiniz. Bu, elbette güçlü şairlere özgü bir melekedir: Yunus’un “bir ben vardır bende, benden içeri” deyişi ile Hilmi Yavuz’un “sevdaları içerden yazan biri var” deyişi, ister tasavvufi ister psikanalitik mecazlar olarak alınsınlar, her iki şairin de bizi içeriden sarıp sarmalayan hatta yöneten bir şeylere işaret ettiklerini anlarız. Şairlere duyulan haset mi? Öyleyse şiirin revaçta olmadığı düşüncesi nereden çıkıyor? Neden bir roman ya da öykü patlaması yaşanıyor da, bir şiir patlaması yaşanmıyor? Bence sorun, gerçeklikte değil, şiirin ilgi görmeyeceğini her nasılsa doğru kabul etmiş zihniyetin ta kendisinde. Neredeyse dört kişiden beşinin şair olduğu ya da olmaya çalıştığı bir ülkede yaşıyoruz; insanlar bir araya geldiklerinde birbirlerine roman ya da öykü değil, şiir okuyorlar; yaşlı ya da genç tanıdığım herkesin şiirle ilgili bir mazisi var. Şiirler elden ele geziyor, e-postalar aracılığıyla birinden ötekine gönderiliyor, internet siteleri şiir forumlarından geçilmiyor, o halde neden bir şiir kitapları patlamasından söz edemiyoruz? Bence bunun yanıtını şiiri ihmal eden ve nedense şiirin kâr getirmeyeceğini düşünen yayınevlerine sormak gerekir. İnsanların akıllarına bile gelmeyecek nesnelerin birer talebe dönüştürüldüğü bu çağda, sisler arasından zar zor seçebildiğimiz deneyimlerimizi, anı parçalarımızı bize bir çiçek dürbününden gösteren şiirlere kimsenin ihtiyacı olmayacağını düşünmek ne kadar da tuhaf. İnsanın şu soruyu sorası geliyor: Sakın şairleri kalın bir sis tabakası ardında bırakma çabasının kaynağı, onlara karşı duyulan haset olmasın? Çok mu kötümserim yoksa! |