Önsöz, s. 13-19.
Evelyn Waugh bir mülakatında, "Ben yazmayı bir karakter araştırması olarak değil, dil kullanımında bir alıştırma olarak görüyorum," der ve ekler: "Doğrusu bu konuda saplantılıyım. Teknik bir psikoloji ilgim yok. Beni drama, konuşma ve olaylar ilgilendiriyor." Psikanaliz elbette bir karakter araştırmasıdır ve gerek teoride gerekse pratikte dil kullanımında bir uygulamadır. Bir terapi olarak psikanaliz, insanları mutlu kılmak ve yaşamlarını daha ilginç bulmalarını sağlamak adına dilde karakter araştırması yapar. Fakat aynı zamanda teknik bir psikoloji ilgisidir ve psikolojiye teknik bir ilgisi vardır. Eskiden Edebiyat diye adlandırılan alanın aksine, psikanaliz bize bunun tam olarak ne olabileceğini ve psikolojik ilgiden ya da, daha basit bir deyişle, dil kullanımlarına yönelik ilgiden neden daha iyi bir şey olabileceğini görme olanağı sunar. Waugh'un büyük bir romancı olabilmek için ihtiyaç duymadığı ilgiyi –çok daha fazla çeşitlilik gösteren edebiyat projelerinin aksine– talep eden çeşitli psikanaliz projeleri hakkında bize ne söylemektedir? Bu kitaptaki yazılar, diğer pek çok şeyin yanı sıra, bu sorulara izlenimci bir yaklaşım getirmektedir. Waugh'un ince ayrımlarını akılda tutarak psikanaliz dilinin ve edebiyat dillerinin ne işe yarayabileceği –ve birbirleriyle olan münasebetlerinin ne olduğu– sorularının peşine düşmektedir.
Waugh'un yazıları anneler (çocuk odası, içki vs.), art niyet ve gelişim (ne zaman ne yapılacağını bilmek – ya da Waugh'un karakterleri söz konusu olduğunda, bilmemek) ve delilik (Decline and Fall'da (Gerileme ve Düşüş) "akılları pek de başlarında olmayan" insanlar diye bahsedilir) gibi konularda saplantılı olmakla birlikte, İngiliz psikanalizinin en iyi yıllarının tarihsel olarak kesin ve aydınlatıcı bir koşut metnidir. 1926'da Melanie Klein Londra'da ilk derslerini vermiş, 1928'deyse Waugh'un ilk romanı Decline and Fall yayımlanmıştır; 1964'te Waugh son kitabı A Little Learning'i (Bir Parça Bilgi) yayımlamış, 1965'teyse Winnicott bu tikel geleneğe ait son büyük kitabı, daha az albenili bir ismi olan The Maturational Processes and the Facilitating Environment'ı (Olgunlaşma Süreçleri ve Kolaylaştırıcı Çevre) yayımlamıştır. Waugh gibi, İngiliz psikanalizi de endişeden çok bunalımla ilgilenmiş ve Waugh da İngiliz psikanalizi gibi dini bir uyanıştan yakasını kurtaramamıştır. Eğer İngiliz psikanalizi, diğer şeylerin yanında, yeniden betimlenmiş Hıristiyanlık ise, Waugh'un romanları bu Hıristiyanlığın –Waugh'da Katolikliğin– nelerle uğraşması gerektiğine ilişkin çağdaş anlatıların en zeki ve yıkıcı örnekleridir. Laf arasında çokça geçen manidar değinme ve göndermelere rağmen bu dönemin psikanaliz yazılarına gözle görülür bir ilgisi olmayan Waugh'un romanları ve seyahat yazıları da bunlar gibi, insanların kendileriyle ve diğer insanlarla geçinme konusundaki tuhaf yeteneksizliğini, ayrılığın esrarengizliğini, savaş ve ölüm üzerine düşünceleri işler.
Burada Waugh'un adını yalnızca şaşırtıcılıktan tamamen uzak bir noktayı göstermek için zikrediyorum: Psikanaliz, diğer tüm kültürel icatlar gibi, zamana ve mekâna bağlıdır –duvar yazıları kadar olumsaldır– ve görünüşe göre ilgi alanı diğer çağdaş toplumsal pratiklerle örtüşür. Birçok psikanaliz eğitiminde olduğu gibi, kültürel bağlamından kopartılarak okunduğunda daha ziyade bir uzmanlık, gerçekte olduğundan hatta olup olabileceğinden daha ayrıcalıklı bir dil gibi görünebilir. Psikanaliz içinde bulunduğu kültürün tamamen bir parçası olarak görülmediği takdirde, ne kadar muhalif olsa ya da olduğunu iddia etse de, işe yarar bir anlam ifade edemez.
Richard Rorty'nin sistem-kurucu felsefeler hakkındaki sözleriyle, psikanaliz "parlak, kendi kendini aklayan, kendi kendine yeten genelleyici anlayışlar"dan bir diğeri olarak görülme riskini her zaman taşır, fakat yakından incelendiğinde, bir anlayış ya da sistem olmaktan çok kendi kültür ve tarihine ilişkin bir koleksiyon olduğu görülür. Psikanaliz eğitim kurumları denen dil okullarında kabilenin dilini safkan hale getirmek yönünde umutsuz çabalar olsa da, her türlü psikanaliz yazısı (ve pratiği) hâlâ kulağa biraz din, biraz metafizik, biraz antropoloji, biraz da bilim gibi gelmektedir. Biraz da psikanalizin ilk zamanlarında verildiği adla, edebiyat gibi. Hatta psikanalistler sözde sistemlerinden, teknik psikolojik cümlelerinden sıkıldıklarında yüzlerini edebiyata dönmüşlerdir.
Psikanalistler "içgörü"lerinin geçerliliğini kanıtlamak için edebiyata sarılmadıklarında –örneğin Kleincı edebiyat Wordsworth'e, Keats'e ve George Eliot'a Klein-öncesi Kleincılar olarak dindarca bir saygı yüklü göndermelerle doludur– onu dil üzerine bir tür bilgi tazeleme kursu olarak kullanırlar. Hatta psikanaliz metinlerindeki edebiyat kullanımları, bizzat Freud'la başlayarak, belirli bir huzursuzluğu, psikanaliz tarihinin ayrılmaz bir parçası olan yazarlar ve yazılarla belalı ve karmaşık bir ilişkiyi ele verir. Psikanalist ortak olduğu varsayılan kültürel bir münasebette rakip midir, işbirlikçi mi? Yoksa analist, sanatçı diye adlandırılan bu kişileri teşhis etmeye, yorumlamaya ve hatta tedavi etmeye mi çalışmalıdır? Bu "sanatçılar" –ve bence özellikle de yazarlar– egzantirik bir yaşam olasılığını simgelemektedir, görünüşte sistem ya da uzlaşımlarla baltalanmamış bir yaşam. Psikanalistin aksine yazar başka birinin sözdağarcığının etkisinde kalmayan kişidir. Kimi zaman kıskançlıkla patolojikleştirilse de (veya çocuksulaştırılsa ya da idealize edilse de, ki ikisi aynı şeydir) yazar ve bir bütün olarak edebiyat mefhumu psikanaliz için üretken sorunlar, kendi evriminde kilit sözcükler olmuşlardır. Fakat psikanalizin sözlü sanatlardan biri olarak doğaçlama tiyatroya (özel olarak da Brechtçi tiyatroya) daha yakınken, kendini edebiyatla bağdaştırmaya bu kadar meraklı olması –kültürel itibar fantazileriyle ve bir sahne sanatı olarak psikanalize dair kaygılarla bağlantılı bir durumdur bu– yine de ilginçtir. Ama neticede Freud yalnızca hastalara bakan doktor imgesiyle değil, aynı zamanda büyük yazar imgesiyle de, bizzat icat ettiği mesleğe musallat olmuştur; sanki tüm psikanaliz teorisi edebiyat konumuna ulaşmaya heves etmeliymiş ve hasta tedavisi, ideal olarak, hevesli yazar için iyi bir malzeme olmalıymış gibi.
Bir terapi olarak psikanaliz insanları her zaman halka açılmaya –konuşmaya– cesaretlendirirken, bir meslek olarak psikanaliz göze batacak şekilde kendi kabuğuna çekilmiştir. Bu yavaş yavaş değişiyor olsa da sıradan okur denen kesim için psikanalizde neler olup bittiğini anlamak zordur. Yazarların izlerkitlelerinin olmasına (ve bunu istemelerine) izin verilirken, psikanalistlerin yalnızca meslektaşlarının olmasına izin verilmiştir. Fakat analizcilerin içbütünlüğü asla görülmemeleriyle garanti altına alınmaz. Psikanalizin ince mahremiyetleri –pratik açısından esas, teori açısından azaltıcı olan mahremiyetler– psikanalizin siyasetini ve pratisyenlerini muğlaklaştırmaktadır. Grup yaşamından el etek çekmekten ziyade bunun bir parçası olan psikanaliz –psiko-zırvalıkların panzehiri olarak psikanaliz– insanları kendi seslerini (fikirlerini demiyorum bile) kaybetmelerine yol açacak şekilde etkilemeden öğrenmeye teşvik edecek kadar çekici diller yaratmak zorundadır. Psikanaliz, en iyi şekliyle, yaşamanın zorluk ve heyecanları hakkında ilginç fikirlerin halka ulaştırılmasını gaye edinen bir meslek olmalıdır. Tedavi adı verilen kısmı da kişinin alengirli veya itibarlı bir teorik sisteme duhul ettirilmesinden çok gündelik hayatını kendisi olarak yaşamasıyla ilgili olmalıdır. İnsanların söylediklerini dinlemek, ki psikanaliz az çok budur, her şeyin ötesinde başkalarının duygularına ortak olunduğunun bir hatırlatıcısı olmalıdır.
Psikanalistler için her zaman en iyi reklam hastaların iyi tedavi edilmesi olmuştur, bilim ya da sanat olarak psikanalizin doğruluğunun ya da yararlılığının polemiklere girilerek savunulması değil. Fakat muayenehanenin dışında yalnızca dedikodu ve yazı, bir de özellikle bugün bunları bir araya getiren en iyi tür olan gazetecilik vardır. Gazeteciliğin –uzmanlık dışı yayınlara kitap eleştirisi yazma (ki bu kitapta buna birkaç örnek bulunabilir) ya da gazetelere makale yazma biçiminde– geleceğin psikanalizini yazmanın en iyi yolu olacağı söylenebilir. Psikanaliz kendini daha geniş bir alanda –hem pazarda hem de mümkün olan diğer yerlerde– sınayarak kendisinden uzun zamandır kaçan "demokratik görüşler"i eğitim ve klinik pratiği düzeyinde tekrar ele geçirebilir. Psikanaliz ve edebiyat gibi azınlık ilgileri artık (ekonomik açıdan) her daim geçerli birer meslek olarak kabul edilmeyi bekleyemezler ve bu durum insanları ne yaptıklarını ve ne yaptıklarını düşündüklerini gözden geçirmeye, çağdaş yaşamda direnmeye ya da kutlamaya değer ne olduğunu bulmaya sevk etmesi bakımından kötü bir şey de olmayabilir. İdeal olarak bu durumun, psikanalistleri yalnızca daha iyi bir şey ortaya çıkana kadar psikanalizle uğraşan insanlar yapması gerekir.
Bu derleme kitapta benim öne çıkarmak istediğim psikanaliz biçimi öz-bilgi, sebatkâr düşünce ya da Varlığın Derinliklerinden çok mutluluk, esinlenme ve benzerlerine bağlıdır. Hakikatin kendisinden ziyade dürüstlüğe değer verir ve bir klinik pratiği olarak küçük kazanımları vahiylere tercih eder. Kimsenin yanlış bir yanı olmadığını, kimsenin "hasta" olmadığını, aksine herkesin elindekilerle yapabileceğinin en iyisini yaptığını varsayar. Çocukların nazik olmayı öğrenmeleri ve gülüp eğlenecek kadar (kendilerini meraklarını cezbeden ve yaşadıklarını hissetmelerini sağlayan şeye kaptıracak kadar) serbest olmaları gerektiği, psikanalize başvuran herkesin de hangi yaştan olursa olsun, öyle ya da böyle bu iki şey hakkında konuşmak için geldiği inancından yola çıkar. Bu tür saf iyimser değerler, anlamaya çalıştığı çıkmazların meşum ciddiyetine fazlaca hevesli bir şekilde suç ortağı olan ve körü körüne akademik saygınlık peşinde koşarken, insanlara gerçekten sunabileceği şeye –ki bu genellikle oldukça basittir– güvenini kaybettiğinden "araştırma"ya daha bağlı ve daha metafizik hale gelmiş bir mesleğe tepki olarak önerilmiş ve tercih edilmiştir. Psikanalizin duygusal ya da anlaşılması güç soyutlamalara –yeni paradigmalara ya da radikal revizyonlara– değil, daha iyi cümlelere ihtiyacı vardır. Dolayısıyla psikanalizin bu biçimini uygulayanlar diğer "sosyal bilimciler"le karşılaştırıldıklarında kötü çıkmaktan her zaman memnun olacaklardır. Olgulardan yana –bunlardan bazılarını hor görmeseler de– yetersiz kalacak, fakat onları etkileyen her olayı ilginç bir şekilde tarif edebileceklerdir. Bu izlenimler konusunda, onlara dair heyecanları haricinde çok az gerçek temele sahip olacaklardır. Bu psikanaliz biçimi bir teoriyi yararlı bulduğu (yani, bunu pratiğe dökmenin bir yolu bulunsaydı uğraşmaya değer bir fark yaratacağı) için olduğu kadar kulağa hoş geldiği için de tercih eder, dolayısıyla da teorileri yönergeden çok şarkı olarak görür. İddianın ekonomikliğini kanıtın sıkıcılığına tercih eder ve bir teorinin ancak sonuçları kadar, yol açtığı eylem ve hayaller ile yaratmaya çalıştığı dünya kadar iyi olduğuna inanır. Bu bakış açısından William James her yönüyle Freud kadar iyi bir psikologdur –artık bu ne demekse. Ayrıca bir pratisyen, psikanalist Melanie Klein'dansa filozof J. L. Austin'i okursa vaktini daha iyi değerlendirmiş olur (bunun ideali ikisini de okumasıdır). Önceden Edebiyat diye adlandırılan eserleri okumanın, psikanaliz pratiği açısından başka bir şey (siyaset tarihi bunun hemen arkasından gelir) okumaktan muhtemelen daha iyi bir hazırlık olduğunu düşündüğüm oranda "edebi" bir psikanalizdir bu. Şiir ne kadar kurumsallaştırılabilirse psikanalizin de o kadar kurumsallaştırılabileceği fikri daha geniş ölçekli bir kabul görseydi, psikanaliz ruhu büyük oranda ilerletilmiş olurdu. Bir insana şiir öğretebilirsiniz, ama şair olmayı öğretemezsiniz. Aynısı psikanaliz için de geçerlidir. Fakat kötü psikanalizin insanlara kötü şiirden daha fazla zararı dokunmaktadır.
1970'lerin başlarında, o dönemde Edebiyat diye adlandırılan alanda eğitim görmüştüm; dolayısıyla 1970'lerin sonuna doğru psikanalize geçince, psikanalizin benim için edebiyatın başaramadığı neleri yapabileceğini –ya da psikanalizin benim için ne yapmasını istediğimi– merak etmeye başladım. Hem ben Edebiyat'ı hangi amaca istinaden kullanıyordum ki psikanaliz benim gözümde ikinci en iyi ya da diğer en iyi şey olmuştu? Elinizdeki kitap bu sorulardan doğmuştur. Bir çocuk rehberliği kliniğinde ve o zaman verilen adla uyumsuz çocukları yetiştirme okulunda (Güney Londra) diplomasını yeni almış bir çocuk psikoterapisti olarak çalışırken, sevimsiz bir jargon kullanan akademisyen entelektüellerce yazılmış psikanaliz teorilerini okur ve şöyle düşünürdüm: "Bu insanlar," insanların sorunlarının güçlüğü ve mutsuzluklarının ölçeği hakkında hiçbir fikre sahip değiller. Fakat sonra, klinik uzmanları tarafından yazılan profesyonel literatürü okurken de şöyle düşünürdüm: "Bu insanlar", insanların sorunlarının güçlüğüne öylesine gömülmüş, insanların sıkıntılarından –ve kendi psikanaliz eğitimlerinden– öylesine bunalmış ve etkilenmiş durumdalar ki hayal güçlerini de kaybetmişler. Entelektüellerin fikirlerindeki kusurun kaynağı çalışmak zorunda olmamalarıyken, klinik uzmanlarının fikirlerindeki kusurun kaynağı çalışmak zorunda olmalarıydı.
Elbette karşıtlık gerçekte hiçbir zaman benim gördüğüm kadar keskin değildi. Aslına bakılırsa şimdi de en ilginç psikanaliz yazılarının çoğu mesleğin dışından kişilerce yazılmaktadır (psikanalizin psikanalistlerin elinde ne çok harcandığı açığa çıkmıştır). Fakat o zamanlar inanmayı uygun bulduğum bu "zıtlık"a (Blake'in kullandığı anlamda) bugün geriye dönüp baktığımda, bana psikanaliz teorisinde de pratiğinde de tekrar tekrar ortaya çıkan bir şeyin başka bir biçimi olarak görünüyor: rüya gören kişi ile pragmatist arasındaki karşıtlık. Rüya gören kişi serbest çağrışım yapmayı ve sözcükler nereye gidiyorsa peşine takılmayı isterken, pragmatist sorunları çözmeyi ister. Pragmatist bir şeyler başarmak isterken, rüya gören kişi bunları yaşamak ister; rüya gören kişi analistten kendi hezeyanına geri dönmek için yardım isterken, pragmatist kendini anlamak için yardım bekler. Pragmatist ne yapacağını bilmek ister, rüya gören kişiyse ne olacağını görmek. Tuluatçıların ve popülerleştiricilerin icra ettiği yararlı bir meslek olabilmek için psikanaliz yazıları, insanların her iki heyecanı da aynı güçle dillendirebileceği, ne pragmatistin ne de rüya gören kişinin birbirlerinden yalıtılacağı bir yer olmak zorundadır – yani edebiyatın daima olduğu gibi bir yer. Örneğin insanın bir şeyi illa inandığı için değil, inanıp inanmadığını öğrenmek için de söyleyebileceğinin ya da yazabileceğinin tamamen kabul edilebildiği bir yer. En iyi şekliyle bu eski-moda şeylerin her ikisi de (psikanaliz ve edebiyat) bize karmaşık rüyacılar ve pragmatistler olarak daha zevkli, ahlaki açıdan daha ilginç hayatlar yaşama esini verebilir. Bu kitaptaki yazılar, bunu akılda tutarak, bu iki figür –ve eskiden birbirinden ayırt edilebilir olan bu "disiplinler"– arasında kâh bağ kurup kâh kurulan bağları kıracaktır.
Bu kitabı, okul ve üniversite yıllarımda edebiyatı bana öğretme tarzlarıyla hayatımı değiştiren ve psikanalizden hiç bahsetmedikleri halde bana bu konuda, psikanaliz dışında hiçbir şeyden bahsetmeyen psikanaliz hocalarımın çoğundan daha çok şey öğreten iki insana ithaf ediyorum. Bana okumayı öğreterek nasıl dinlemek gerektiğini de öğrettiler.