| ISBN13 978-975-342-532-2 | 13x19,5 cm, 176 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Melek Görgenli, “Birbirimizin yüz’üne bakabilmek”, Birgün Kitap Eki, Haziran 2006 “Görünen o ki insan olmamıza daha var ve bu ihtimal şimdi hiç olmadığı kadar tehlikede, belki de süresizce önlenmekte...” Judith Butler, Kırılgan Hayat Sosyal psikoloji literatüründe “ahlaki dışlama” terimiyle çerçevelenen süreç, her düzeyde iktidarların, “öteki”lere yönelik zalimliklerini, aleni kötülükten edilgen umursamazlığa kadar farklı derecelerde hayata geçirirken, onları “bazı bakımlardan daha az insanca” ya da “insan niteliğinden” yoksun bırakacak bir kamusal sözbirliği oluşturulduğuna işaret eder. Böylece ayrımcılık ve şiddet daha kolay, makul ve hatta zorunlu hâle gelir. İnsanlar diğerlerini insanlıktan çıkardığında, onlarla duygudaşlık kurmaları mümkün değildir; merhametten söz etmek artık imkânsızdır. Hele ayrımcılığa uğrayan gruplar normatif olmayan bir biçimde isyana kalkışırlarsa, tehdit algısı güçlenerek büyür ve insan niteliğinden “kurtarılmaları” söz konusu olur. Kürt sorununu çok yönlü bir ayrımcılık meselesi olarak görmek ve Kürtlere “haklarını”n verilmesini savunmak, biz Türklerin –özellikle de solcu Türklerin- Butler’ın sözleriyle “insan ontolojisinin liberal versiyonlarına yerleşmiş olan bir yasal çerçevedeki meşruiyetini gayet iyi tesis ediyor olabilir, ama ölümcül olmasa da geri dönüşsüz biçimlerde bizi kendimizden koparan, başkalarına bağlayan, alıp götüren, çözen, bizim olmayan hayatlara bulaştıran tutkunun, kederin ve öfkenin hakkını vermez”. Görünmez yüz’ler Kürt sorunundan söz ederken “söylenebilir olanın sınırlarıyla görünebilir olanın sınırları ve belli tür öznelerin geçerli aktörler” ve belli fikirlerin geçerli olabildiği bir yerde konuşuyoruz. Bu yerde, Butler’ın –Levinasçı “yüz” metaforuna dayandırdığı– “yüzsüz kalanlar ya da yüzleri bize kötülüğün sembolleri olarak sunulanlar, yok ettiğimiz ve yas tutulabilirlikleri süresiz olarak ertelenen yaşamları karşısında duyarsızlaşma yetkisini bulduğumuz” yası tutulamaz olanların yeri yok. Kimin yası tutulabilir olduğu, yas tutmaya hangi koşullarda müsaade edilebilir olduğu, hangi ölülerin medyada nasıl imgeleştirilebileceği, kimin kaybının kayıp kimin gözyaşının “eylem” sayılacağı bu yerde belirleniyor; hatta yerel yönetimlerin hangi ölümlere hizmet, hangi ölülere cenaze arabası verebileceğinin meşru ya da yasal sınırları, televizyon programlarında sorgulanan yerel yöneticilerin, muktedirleri ikna etme düzeylerine göre değişebiliyor. Hepimizin zihinleri ve yaşamları üzerindeki kontrol, “yasın bu ayrımcı tahsisi” ve meşru ya da meşru olmayan şiddet hiyararşisinin ikna ediciliğiyle kuruluyor. Karların üzerinde yanyana dizilmiş “yüzleri olmayan” isimsiz bedenler, teröristler ve ellerimizin üzerinde taşıdığımız, nişanlı olan, sadece bir hafta askerliği kalmış olan, Malatya’lı, Trabzon’lu, şehitler’imiz, en azından Mehmet’ler.. Görünmeyen, gösterilmeyen ya da görmemiz için seferber olunan ölülerimizin başında durup soruyorlar: Kimden yanasın? Yas tutmanın yasaklanması, kimin yasının tutulabilir olduğunun kamusal bir sözbirliğiyle belirlenmesi ya da yasın görünmez kılınması, yasa neden olan şiddetin devamı mıdır? Kaybın gerçeklikten çıkarılması, insan acısına ve ölümüne duyarsızlık, insanlıktan çıkarmanın başarıyla tanımlanmasını sağlayan mekanizmalardan biri hâline gelebilir mi? Butler, keder meselesine, yas tutmanın kollektif olarak inşa edilebilir olduğuna, yaralanabilirliğin hepimizi, birbirimizi kamusal ve politik olarak tanımaya götürebilecek bir tür yoksullaşma hâli olduğuna işaret ediyor. Şiddet karşısında hepimiz, bir yandan, başka bir yerden gelen önleyemeyeceğimiz ani bir hitap karşısında bu yaralanabilirlikle yaşıyoruz; bir yandan da şiddet uyguladığımız ölçüde bir başkası üzerinde eyliyor, onu tehlikeye sokuyor, ona zarar veriyor hatta yok ediyoruz. Kimin şiddeti daha meşru? Kimin şiddeti yasal? Şiddet insanın öteki insanlar karşısındaki ilksel yaralanabilirliğinin, denetlenemez bir şekilde başkasının iradesine teslim edilmesinin ve paradoksal biçimde en kötüsünden temasın ve dokunmanın yolu hâline geliyor. Nerede duruyor olursak olalım, kayıplarımız aracılığıyla birbirimize benziyoruz. Empati gibi, yas tutmamızın kaynaklarını, mağduriyetlerimizin nedenlerini ve meşrulaştırmalarımızı hiyerarşik olarak sınıflandırmaya ve kayıplarımızı birbirinden uzağa konumlandırmaya dayalı uzaktan ilişkilenme yollarına değil belki de aynı biçimde “yaralanabilir” olduğumuzu ve bütün korkularımızın ve şiddetimizin kaynağının bu olduğunu görmeye ihtiyacımız var. Ancak o zaman birlikte yas tutmaya ve birbirimizin “yüz” üne bakabilir hâle gelmeye başlayabiliriz. Butler, Cemaati böyle hayal etmenin, sadece şekillenişimizin tanımsal ya da tarihi bir gerçeği olarak değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasi yaşamlarımızın bizi karşılıklı bağımlılığımız üzerine kafa yormaya mecbur eden bir ilişkiselliği olumladığının altını çiziyor. Bu hayal, şiddetin yerini düşünmemizi zorunlu hâle getiriyor; çünkü şiddet her zaman o ilksel bağın, bedenler olarak kendimizin dışında ve sadece birbirimiz için var olduğumuz o ilksel durumun sömürülmesidir. |