| ISBN13 978-975-342-521-6 | 13x19,5 cm, 160 s. |
|
de ki işte, 1990 | tümceler, 1990 | yürüme, 1992 | hani, 1993 | yakın, 1997 | ile, 1999 | uzak, 1999 | Çengelköy Defteri, 2001 | olmayalı, 2003 | Doğançay’ın Çınarları, 2004 | sayıklamalar, 2005 | Geç Gelen Ağıtlar, 2005 | kesik esin/tiler, 2005 | ol/an, 2005 | Meşe Fısıltıları, 2007 |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Abidin Parıltı, “Yazmak ya da yaşamak”, Radikal Kitap Eki, 3 Haziran 2005 Bazı yazarlar ne kadar kendilerini yazıyorlarmış gibi görünürse görünsün aslında çok iyi gizlenirler. Yaşamayı bilen, yaşamlarını birer sanat eseri gibi yaşayan bu kişiler yazmayı büyülü bir sanat hâline getirirler. Eserleri hakkında çok şey bilinse de bu kişilerin yaşamları hakkında pek fazla bir bilgiye ulaşılamaz. Yaşamlarında başkalarına görünmek anlamında oldukça mütevazı olan bu insanlar eserleri söz konusu olunca dillerde dolaşırlar. Oruç Aruoba da yukarıda sözünü ettiğim yazarlardan biri. Bütün yazdıklarını okumama rağmen yaşamı hakkında doğru düzgün bir bilgim yok. Hakkında bulduğum en geniş bilgi ise şöyle: 1948'de yılında Karamürsel'de doğdu. T.E.D. Ankara Koleji'ni bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Yüksek Lisansı'nı tamamladı. Aynı üniversitede Felsefe Bilim Uzmanı oldu, felsefe doktorasını tamamladı ve öğretim üyeliği yaptı (1972-1983). Tübingen Üniversitesi (F. Almanya) felsefe semineri üyeliği (1976-1977) ve Victoria Üniversitesi (Y. Zelanda) konuk öğretim üyeliği görevlerinde bulundu (1981). Çeşitli basın organlarında yayın yönetmenliği, yayın kurulu üyeliği ve yayın danışmanlığı yaptı. Birçok dergide yazı ve çevirileri yayımlandı; şimdi serbest yazar olarak çalışıyor. Hume, Nietzche, Kant, Wittgenstein, Rilke, Von Hentig, Celan ve Başo'dan çevirileri var. Derdi yer, yön ve yolculuktur Oruç Aruoba, yazmayı yaşamak kadar değerli bulmuş her zaman. Yaşamımı –yaşadıklarımı– yazılı hâle getirme (çok zor yazan biri olduğum hâlde) hep bir tutku oldu: sanki, nasıl yaşamda uygun ve yerinde bir eylemde bulunmak, yaşama anlam ve önem veren bir şeyse, aynı şekilde düzgün ve iyi düşünülmüş bir tümce kurmak da, yaşamakta-yaşamış-olmanın (sonradan da olsa) anlamını ve-evet, kullanmak zorundayım bu sözcüğü-değerini sağlayan bir şeymiş gibi geldi bana hep-çok temelden yanılıyor olabileceğimi de yadsıyacak değilim: ben, böyle yapmak istedim-bazen yapmak zorundaydım-;ve yaptım-yazdım -hepsi bu... Bütün kitaplarının ortak konusu, bazen doğrudan bazen de dolaylı olarak yer, yön ve yolculuklar üzerinedir. Her kitapta başka sorular ve başka arayışlar çıkıyor okurun karşısına. Zaten okuru da doğrudan karşısına (yanına mı daha doğru olur?) alarak metinlerini yazıyor. Böylece diğer edebiyat türlerinde var olan illüzyon kurma ve bu şekilde okuru etkileme yöntemi uygulanmamış oluyor. Sanırım en doğru yol da bu olsa gerek. Çünkü sürekli sorular sorduran bu metinlerle başka türlü başa çıkılmazdı. Kendisi de bir söyleşide felsefenin işlevinin kafaları karıştırmak olduğunu söylüyor zaten. Sorarak, sordurarak, doğruyu bulmaya imkân vermeyerek, bütün doğru bilinenleri öldürüp yerine sorular koyarak olduruyor metinlerini. Ezberi böylece hep bozuyor. Bilinen dünyanın doğrularına şüpheyle yaklaşıyor. Sürüden ayrılmak için kişiyi dürtüyor. Aykırı bir yaşamın içine yavaşça itiyor. Bütün kitaplarında var olan eğretileme yöntemi yol ve yolculuk üzerine odaklaşırken yine bir eğretilemeyle insanın bu dünyadaki ve dolayısıyla kendi içindeki yolculuğuna dair sorular dile geliyor. Yolu kendine bir yer edinememiş kişinin özlemi olarak görüyor. Kişi kendini yerleşiklikte ve sabit olanda ifade edemediği için yolcuklarla ömür geçiriyor. Yerleşiklik bir düşünceyi oluştururken sorgulamayı azaltır oysa yer değiştirmek yeni sorular doğurur. Yeni tanımlar getirir. Aruoba Yürüme Üçlemesi'nin ilk kitabı olan Yürüme'de yol ve yolculuk merkezli bir sorgulama yaşatırken Yakın kitabında Ateş üzerine konuşur. Ateş yakabileceği her şeyi yakana kadar yanar ancak o zaman söner... Özlem üzerine yazılmış en iyi metinlerden biri de Uzak kitabında var. Özlemek bu kadar mı doğru sözcüklerle anlatılır: "Özlem örneğin işitmeyeceğini bildiğin birisine yalnızca ona; ama, kendi kendine "Neredesin?"diye seslenmendir... özlem birden bire içinin boşalmasıdır... özlemek özlenmek istemektir...özlem o kadar güçlü bir hale gelebilir ki, özlenenin varlığını bile gereksiz kılabilir..." Beni en çok etkileyen kitaplarının başında ise İle gelir. İle birkaç biçimde okunabilecek bir kitap. Bir roman gibi baştan sonra bağlantılı olarak da okunabilmesine rağmen birer metinler bütünü olarak da okunabilir. Bir ilişkiyi anlatır. İster kurgu olsun ister otobiyografik ne kadar önem taşır ki yazıda gerçek ve olası olan gerçekten daha güçlüyken!- her okuyan muhakkak kendinde bir şeyler bulmuştur. İlişkilere felsefi eğretilemelerle yaklaşan bu metin, gidip gelmeleri, katmeri bir türlü azalmayan, insanın içine çöken acıyı, kararmış aşkların hikâyesini anlatır. Aruoba diğer kitaplarında da yaptığı gibi burada da metinlerini beslemek için başka yazarlardan yararlanır. Okumadıysanız okuma, okuduysanız yeniden okuma isteği uyandırır sizde. Yenen ve yenilen Oruç Aruoba'nın son kitabı olan Benlik ise biri ana olmak üzere dört metinden oluşuyor. Ana metin olan 'Yengeç', yine dişi bir felsefi eğretilemenin ürünü. Ben olgusunun kendini var etmesi ya da hiçbir zaman tam olarak var edememesi üzerine kuruludur bu metin. Yengeç bir eğretileme içinde ele alınmadığında suda yaşayan ama yüzmeyen bir hayvan olarak görünür. Yani böyle bir yola sapmadan da yengecin 'aykırı'lığı belirir. İnsan çatışmalarla yaşar. İçinde hep iki karşıt güç savaşa durur. Yenen ve yenilen sürekli değişir. Yengeç hep olmadık olana, denenmemiş, denenmesi ürkütücü olana yönlendirir yazarı. Okuru da olabilir. Sonuçta ikisi de metnin bir parçası. Biri hayatın kalbine doğru akmak isterken diğeri seyirci kalmayı yeğler. Biri kaybedecek bir şeyim yok derken diğeri kaybedecek çok şeyim var deyip hayata karşı gardını alır. Biri kaybetmenin güzel olabileceğini düşünüp denemekten vazgeçmezken diğeri elindekini korumanın peşine düşer ve kendi sınırları içinde anlaşılmayı bekler. Ama insan kendini bile anlamazken başkalarını nasıl anlayabilir? Ancak sınayarak anlar kendini. Peki onu bu sınanmadan uzaklaştıran aykırı bir varlık taşıyorsa içinde. Kendini oldurup, onarmaya çalışırken 'Yengeç'in doğrularıyla savaşmak zorunda kalıyorsa? Bazı soruların cevapları yoktur hayatta. Bu metinlerde de!.. 'ödev'le 'görev'le kuşatılmış modern çağ insanı bir köşeye kıstırılmış ve hareket edememektedir. Ancak herkesin içinde bir 'aykırı' vardır ve sadece bazılarında o ortaya çıkar. Yaşamına güçlülük verecek tek şey, güç eksikliği duyman olacaktır. Oruç Aruoba'da sözcükler çok özel bir yere sahiptir. Felsefe ile şiir arasındaki tarafsız bölgede bir kelimeler imparatorluğu kurmuş ve onlarla dilediği gibi oynamaktadır. Hangi yöne çekseniz diğer taraf eksik kalıyor. Kelimelere yüklediğimiz anlamlar gündelik hayatımızı da belirler aslında. Kelimeleri onarmak, unutulmuş, zamana yenilmiş, saf dışı bırakılmış anlamlarını yeniden yüklemek, hayal gücüne de aynı oranda hizmet eder. Bu şekilde hayat, gündelik olanın klişesinden uzaklaştırılmış olur. Aruoba kelimeleri kullanırken günlük hayatta kullanılan dilin mantığının dışına çıkıyor. Onları daraltıp genişleterek dilin olanaklarını zorluyor. Böylece her gün kullandığımız, anlamına dönüp bakmadığımız kelimeler bu metinlerde felsefi bir odağa oturuyor. Herkesin ruhunun zulasında sakladığı bir yazarı vardır mutlaka. Sıkıştığında, katlanamadığında, yenildiğinde, kaybettiğinde yanında olan bir yazarı. Sorular soran ve ama çoğu zaman cevabını kendisinin de bilmediği bir yazar. Aruoba bu yazarlardan bir tanesi benim için. Ne zaman âşık olsam İle'yle çıkarım yola ve birilerini özlesem Uzak'ı başucumda tutarım. Yol için Yürüme ve artık kendi içimde yolculuklara çıkacağım zaman Benlik olacak yanımda. |