Mehmet Aydın, “Fetvacılıktan uzak [ana] dil[i] bakımı”, Virgül, 75, Temmuz-Ağustos 2004
Necmiye Alpay’ın Dilimiz, Dillerimiz adıyla yayımlanan son kitabı adından başlayarak epey tartışılması gereken bir çalışma. Çok kültürlü ve çok kültürcü bir çerçeveden bakıldığında kuşatıcı bulunabilecek bu ad, başka bir açıdan pek sakıncalı bulunabilir. Alpay’ın kitabının adını sakıncalı bularak tezlerini tartışmaktan kaçmak hiç doğru değildir.
Dilimiz, Dillerimiz’i ‘oluşturan yazıların çoğu, Nisan 1999-Ekim 2003 arasında Radikal İki ve Kitap eklerinde yayımlanmıştı.’ (s. 9). Dolayısıyla bu kitabın okurlarla epeyce tartışarak oluşturulduğu görülebilir. Gazete yazılarının, gazetecilerin yazılarının kitaplaşması başlı başına bir sorundur. Ancak Necmiye Alpay ‘Dil Meseleleri’ köşesine bir gazeteci olarak yazmamıştır. Alpay köşesinde dil konusunda çok önemli sorunlara değinerek bir bakıma hariçten gazel okumuştur, iyi de yapmıştır.
Wittgenstein’e göre ‘dilimin sınırları dünyamın [da] sınırlarıdır.’ Dil, diller her zaman bizi sınırlar. Dil bir araçtır ama, herhangi bir araç değildir, dil birey için de toplum için de son derece önemli bir araçtır. O halde dil, bütün öteki araçlardan daha çok bakımı ve özeni hak eder.
Alpay, dil sorunları konusunda fetvacı olmayan bir anlayışı benimsemiştir. Alpay açısından fetvacılıkla kuralcılık eşanlamlı sayılabilir. Fetvacı olmadan da yanlış değil sorunlu kullanımlar üzerinde durulabilir. Bir standart (ölçünlü) Türkçenin, bir yetkin Türkçenin oluşmasını sağlamak gerekir. Ayrıca böyle bir amaca hizmet eden her türlü çabayı ‘onur payı vererek’ desteklemek Türklük bilimcilere (Türkologlara) de düşen bir görevdir.
Necmiye Alpay, Türkçe Sorunları Kılavuzu adlı ilk kitabında Nermi Uygur’un bazı yazılarındaki söyleyişle “dil bakımı”, yani yazım (imla), kullanım ve dizim açısından sorunlu örnekler üzerinde duruyordu. Bu kitap tam da adına uygun olarak bir dil sorunları kılavuzu’ydu. Dilimiz, Dillerimiz’de ise deyim yerindeyse, sorun yelpazesi iyice açılmıştır. Alpay’ın ikinci kitabında toplumdilbilim (sociolinguistics) ve budundilbilim (ethnolinguistics) ile ilgili konular ve sorunlar, yazarın birikimi ve yatkınlığı dolayısıyla da olsa gerek, dil bakımı sorunları kadar yer tutmuştur.
Toplumdilbilim ve budundilbilim (bu terimin benimsenmesi ve tutunması zor gözüküyor, ama etnolengüistikten daha iyi) gibi alanlarda onca soruna rağmen önemli bir boşluk olduğunu kabul etmek gerekir. Üstelik, bu alanların sorunları bir tür tabu niteliği de taşıyor. Alpay’ın Dilimiz, Dillerimiz adlı kitabının bu alanlardaki boşluğu bütünüyle doldurabildiği söylenemez, zaten bunu amaçlamamıştır. Yazarın mer’iyetteki tekdilli ve tekdilci resmi dil politikalarına yönelik ciddi eleştirileri var. Alpay, bu politikaların uzun vadede olumsuz sonuçlara gebe olduğunu sarsıcı bir biçimde deprem eğretilemesine başvurarak anlatıyor:
Bizim toplumumuz her zaman çokdilli bir toplum oldu. Dışişleri Bakanlığı kaynaklarına göre ülkemizde 52 dil ve lehçe konuşulmaktadır. Ne var ki tıpkı tarihimizdeki bunca büyük depreme karşın ülkemizin bir deprem ülkesi olduğunu bilince çıkaramadığımız gibi, coğrafyamızın diğer bir özelliği olan çokdilliliği de bilince çıkarabilmiş değiliz. Binalarımızı depreme dayanıklı yapamayışımız ne gibi sonuçlar veriyorsa, toplumumuzu çokdilliliğe göre yapılandırmayışımız da ona benzer sonuçlar veriyor. (s. 224)
Yazardan burada Dışişleri Bakanlığı’nın hangi kaynağında böyle bilgiye rastladığını belirtmesi beklenirdi. Bunun yerine, kaynak olarak 25.5.2003 tarihli Cumhuriyet gazetesiyle yetinilmiş. Hem çok dili zenginlik olarak anlasak da bu kadar dil ve lehçe biraz fazla değil mi? Peter Alfrod Andrews’in Türkiye’de Etnik Gruplar kitabında bile, kimi çevrelerce bu kitap bölücü bir yayındır, 47 etnik topluluk, dolaysıyla 47 dil ve lehçe var. (bk. P. Alfrod Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar, çev. Mustafa Küpüşoğlu, Ant Yayıncılık, 1992, 320 s.)
Sayın Alpay’la Radikal’in Kitap ekindeki ilk yazılarından beri en azından sanal olarak tanışıyor ve tartışıyoruz. Doerfer’in Talat Tekin’e söylediği gibi “Her zaman aynı görüşleri paylaşmıyoruz, bence eski dostluklar da zaten böyle olmalıdır.” Ben Alpay’ın bütün görüşlerini, bazılarını paylaşmasam da, tartışılabilir bulduğumu söylemeliyim. En kötüsü tartışmadan kaçmak, hatta tartışmayı yasaklamaktır. Hiçbir sorundan kaçarak veya söz konusu sorunu yok sayarak kurtulamayacağımızı artık iyice anlamalıyız.
Şunu belirtmem gerek: Bir yazarın bütün yazılarını ayrı ayrı okumakla bütün olarak okumak arasında önemli farklar var. Bütün olarak okuduğunuzda o yazıların düşünsel bağlamına, arka planına kolayca ulaşabiliyorsunuz, yanlış anlama sorunu büyük ölçüde ortadan kalkıyor, parça parça bunlar mümkün de değil, kolay da değil.
Dilimiz, Dillerimiz sunuş, sonsöz, notlar, kaynakça ve dizin dışında 11 bölümden oluşuyor. Her bölüm 25-30 sayfa tutuyor, başka bir söyleyişle her bölüm bir okumalık, bir oturumluk. Böyle bir bölümlemenin okura da çok önemli bir kolaylık sağladığını düşünüyorum. Kitap üretenler her durumda gerçek tüketicilerini, yani okurlarını da düşünmek zorunda. Kendini olanca varlığıyla okurlarının yerine koymayı denemeyen yazar, okurlarıyla empati (eşduyum) geliştiremez. Şunu da söylemeli mi? Ara sıra da olsa kendini okurlarının yerine koymayan yazar, iyi yazar değildir.
Dilimiz, Dillerimiz’in ilk bölümünün ana başlığı Genel Bakış. Bu bölümde Alpay, dil sorunları konusundaki farklı tutumları değerlendiriyor ve kendi tutumunu anlatıyor. Öteki dillerden Türkçeye giren öğelerle ilgili olarak kir eğretilemesine karşı çıkıyor:
Değinmek istediğim üçüncü nokta, dil sorunlarının “kir” eğretilemesiyle dile getirilmesi. Sözünü ettiğim kampanyalar da içinde olmak üzere Türkçe sorunlarıyla ilgili bir şey söyleme gereği duyan çoğu topluluk ya da kişi kolaylıkla “kir” eğretilemesine başvuruyor.
Çekici bir eğretileme bu, çünkü çevre kirlenmesi kavramını anıştırıyor. Ne var ki çevre kirlenmesi eğretileme değil; orada kir dediğimiz gerçekten kir.
“Dil kirlenmesi”nden kasıt ise başta İngilizce olmak üzere başka dillerden Türkçeye giren sözcük ve yapılar. Dolayısıyla “dil kirlenmesi” sözünde, başka dilleri kir gibi görmeye varabilecek bir duygu var: Tıpkı yıllar öncesinin “vatandaş Türkçe konuş” sloganındaki gibi bir tür şovenizm. (s. 23-24)
Bir yerde de Alpay, kirle ilgili olarak “Türkçe sözlüklerdeki ‘kir’, ‘kirli’ maddelerine bakıldığında bu tür bir irkiltinin nedeni daha iyi anlaşılabilir. Sözcüğün çağrışımları ve özellikle de duygu değeri sanıldığı kadar masum değil.” (s. 25) diyor. Ancak kir sözünün duygu değerinden söz edilemez, bu olguyu anlatmaya çağrışım yeter de artardı. Burada dilde tutumluluk açısından bakılırsa, bir fazlalık olduğu söylenebilir.
Türkçeye giren yabancı öğelerle ilgili olarak ‘kir’den başka bir eğretileme aramak ve bulmak gerektiği çok açık.
İkinci bölüm, üzerinde hep tartışılan, ancak bir türlü uzlaşılamayan imla sorunu ile ilgili yazılardan oluşuyor. Bu alanda bir uzlaşma gerçekleştirilemeyince imla birliği de sağlanamıyor. İmla konusunda birlik sağlanamaması “birbirini dışlayan ya da fiziksel açıdan değilse bile toplumsal açıdan yok etmeyi hedefleyen kesimlerin ayrı imlalarda ayak diremesine de” (s. 33) bağlı. Dışlama konusunda bütün kesimler yarış içinde, her kesim aynı ölçüde dışlayıcı. Bu konudaki görüş ayrılıkları, dışlayıcı yaklaşımlardan ayrılabilir: “Başka alanlardaki gibi imla konusunda da görüş ayrılıkları olacaktır kuşkusuz. Ne var ki, modern toplum tasavvuru, bir yandan farklı görüşler tartışılırken öte yandan ortak imla anlayışında birleşmeyi gerektiriyor. Kuralların yaratıcı bir biçimde bozulması da buna bağlı.” (s. 33)
Şu veya bu kurumun kılavuzunda uzlaşma sağlanamayacağı yeterince açık. O zaman uzlaşma iradesiyle imla (yazım) konusunda çok geniş katılımlı yeni bir toplantı düzenlenebilir, bu toplantının sonunda gerçekten bir ana (temel) yazım kılavuzu oluşturulabilir. İşin aslına bakılırsa, kılavuzlardaki farklılıkların ve sorunların Alpay’ın da birçok kez tartıştığı birkaç noktada yoğunlaştığını söyleyebiliriz. O halde bu konudaki uzlaşmazlığın, uzlaşma iradesinin yokluğundan kaynaklandığını belirtmek gerekir.
Başlangıçta Dil Derneği’nin Yazım Kılavuzu’nun esas alınmasını öneren (s. 34) Alpay, sonra bunu unutmuş gözükmektedir:
Türkiye Türkçesinin tek imla kılavuzu olacaksa böyle bir çalışma ancak en geniş katılımın sağlandığı bir imla girişimi tarafından gerçekleştirilebilir. En geniş katılımdan kastım, Türkçe sorunlarıyla ilgilenen, önerisi olan herkesin birey olarak katılması; üniversite, dernek, yayınevi, yazar örgütü, devlet kuruluşu vb. kurumların istiyorlarsa temsilci yollamaları. (s. 80).
Eklerle ilgili sorunların tartışıldığı üçüncü bölümde de yer yer imla sorununa dönülüyor. Zira eklerle ilgili bazı sorunları imla sorunlarından ayrı düşünmek güç.
Türkçede önek ve içek yok, yalnızca sonek var. Bırakalım, önek hiç oluşmasın. Böyle bir ekin, ekleşmenin oluşmasından söz etmek pek de doğru değil. (bk. s. 79-83).
‘Umutvar’ çok sorunlu, bu yüzden umutvar’ı dolaşıma hiç sokmamak gerek. Bu kelimenin tutunabileceğini sanmam ve de tutunmasını da hiç dilemem doğrusu.
Dilimiz, Dillerimiz’de ve Alpay’ın başka yazılarında ‘birbirine karıştırılanlar’ çok başarılı bir biçimde anlatılıp örneklendiriliyor ve bu soruna çözümler öneriliyor. Öte yandan ‘birbirine karıştırılma işlemi’ de başarılı bir biçimde sürdürülüyor.
Edebiyat ve dilbilgisi ilişkisi, Orhan Pamuk’un Kar ve Tahsin Yücel’in Yalan romanları ekseninde tartışılıyor. Ama bu konu daha epey tartışmaya gebe. Bu çerçevede şunları söylemek, söyleyeni de üzmüş olmalı: “…Türkçede birkaç paragrafı aşan bir yazı yazıp da sorunsuz bir metin üretebilecek yazar sayısı sanıldığından çok daha az.” (s. 147). Bu kitap, az sorunlu metin üretebilecek yazar sayısında artış sağlayabilir mi dersiniz? Doğuştan yazarlar, okumaz yazarlar varken zor.
Uzun lafın kısası’nda anlatımdaki fazlalıklar başarıyla işleniyor. İngilizceden gelenler, başka bir bölümün temel sorununu oluşturuyor. Burada yerli yersiz, bilirbilmezlerce kullanılan ve kulakları tırmalayan trend sözüyle ilgili nota işaret etmek gerek:
Şöyle not etmişim epey önce: “ ‘Eğilim’de unutuldu, böyle bir sözcük varken ‘trend’ deyip durmanın özentiden başka nedeni olabilir mi?” Bu tanılama iyi hoş da, eksik. Özenti bir tek kişinin içinde olup bitmiyor. Herhalde “trend analizleri” deyip duran “brokerlar”ın yanında “eğilim analizleri”nden söz edecek bir “borsacı”nın göz doldurma şansı hayli düşüktür. Sözcükler de statü simgesi.
Araba Sevdası mı dediniz? (s. 181)
Burada sözü edilen ‘Nüansları Koruma Derneği’ni ilk defa duyduğumu ve çok ilgi çekici bulduğumu belirtmeliyim. Bu derneğin manifestosu bana daha da ilgi çekici geldi:
Yabancı sözcükler her dile girer. Buradan kalkıp öztürkçeci olmak abestir.
Dilde özleşme akımı faşizan bir nitelik taşır.
Öztürkçecilik enternasyonalizmle bağdaşmaz.
Bir dilin başka dillerden etkilenmesi o dilin gerçek bir yazın ve bilim dili olmasını engellemez. Örnek: İngilizce.
Dilde önemli olan, nüanslardır. (s. 164-165)
Alpay ‘anadili dolayımı’nda birçok kavramı gündeme getirip tartışıyor. Tekdillilik ile tekdilci yaklaşımların ulus devlet yapılanması ile ilgili olduğu gerçeği hiçbir biçimde göz ardı edilemez. Dolayısıyla tekdilciliği sorgulamak ulus devlet yapılanmasını sorgulamak anlamına gelir. Bunu memurin-i devletten biri kolay kolay yapamaz. Çokdilliliğin ekonomik bir boyutu ve yükü de vardır. Öte yandan özellikle yoksul ulus devletlerin çokdilliliğin ekonomik yükünü kaldırabilecek güçleri de yoktur.
Dilimiz, Dillerimiz içinde böyle bir çerçevede düşünülebilecek terimlere dikkat çekiliyor:
Son on beş yılda toplumdilbilimin sözvarlığına “dilsel ayrımcılık” (linguistic discrimination), “dilsel ırkçılık/dilsel önyargı” (linguicism), “tekdilcilik” (monolingualism), “dilsel soykırım” (linguistic genocide), “kültürel soykırım” (culturel genocide), “dil emperyalizmi” (linguistic imperialism), “dilsel tekkültürcülük” (linguistic homogeneity/ unilingualism) gibi kavramlar eklenmiş durumda.
“Dilsel çoğulculuk” (linguistic plurality/plurilingualism/ multilingualism) ve “dillerarasıcılık” da (inerlingualism) unutulmadan. (s. 204)
Birbirine karıştırılan anadil ve anadili kavramlarını da ayırmak gerek. Anadilin sonradan birçok kola, lehçeye ayrılan dil biçiminde anlaşılabileceği de eklenebilir. Anadili ise gerçekten de ana, anneyle ilişkili: “Çocuğun anadili, dünyaya geldiği çevreden edindiği ilk dildir. Annesiz büyüyenler dışındaki tüm çocuklar bu dili annesinden alıyor.” (s. 226)
Necmiye Alpay baştan sona barışçı bir çokdilciliği savunuyor. Hiçbir dilin egemen dil olarak öteki dilleri, ötekilerin dillerini baskı altına almasını istemiyor. Dil barışının da ancak çokdilci bir anlayışla sağlanabileceğini düşünüyor. Bir yandan da emperyalizmle anadilleri arasındaki ilişki olabileceği gerçeğini hepten göz ardı etmiyor: “Anadillerinin özgürleşmesini, bütün aşamalarıyla bir eğitim ve kültür dili olarak gelişme talebini, bir bölünme eğilimi olarak görenler var. Gerçekten de, etnik kimlikleri ve ayrımları kullanmak, emperyalist çıkar temsilcilerinin yüzyıllardır sevdiği, hâlâ da vazgeçemediği, nesnel temeli olan politikalar; böl ve yönet politikaları.” (s. 229).
Anadili bağlamında yalnızca belli dilleri anlamak ve düşünmek sağlıklı değil: “ ‘Anadili’ kavramını her kullandığımız yerde yalnızca Türkçeyi değil, yalnızca Kürtçeyi de değil tüm anadillerini kastetmeye özen göstermek, kavramın yeniden bilimsel yerine oturmasını sağlayabilir.” (s. 228)
Söylem bilmeceleri biçiminde adlandırılan 10. bölüm, benim açımdan, Dilimiz, Dillerimiz’in en ilgi çekici bölümlerinden. Burada bir ek biçimbirimi harf olarak adlandırılmış: “Ama ‘ben (…) istiyorum’? İstemek hoş da, neden hep bu kalıpta? Üstelik, bir anlamsal yinelemeyle. ‘İstiyorum’ deyince, sondaki m harfi sayesinde ‘ben’ demiş oluyoruz zaten.” (s. 271) Burada söz konusu olan tam da ‘ben’ zamirinden ekleşmiş –um eki veya –ım biçiminde gösterilmesi gelenekselleşen 1. tekil şahıs ekidir. Dolayısıyla ‘ben (…) istiyorum’ diyen farkında olmadan iki kere ben demektedir.
Kitabında ve yazılarında anlatımdaki fazlalıklara da dikkati çeken Alpay’ın kendisinin de bazı fazlalıklardan büsbütün kurtulamadığını söylemeliyim. ‘Bilindiği gibi’ gereksiz bir cümle bağlayıcısı, yani bağlaçtır. Anlatımı sakıza dönüşmüş birtakım yüklerden kurtarmak gerekir. Dilimiz, Dillerimiz’in dizininde bu tür kalıpları göstermek söz konusu olsaydı ‘bilindiği gibi’ şöyle gösterilebilirdi: bilindiği gibi, 83, 200, 227, 276. Ayrıca şu kalıpları da fazlalık olarak gördüğümü eklemeliyim: Aşağıda görüleceği üzere (s. 279), bilindiği üzere (s. 281), görüldüğü gibi (s. 291).
Dilimiz, Dillerimiz’in çok zengin sayılabilecek bir kaynakçası var. Buna rağmen kaynakça ile ilgili bazı sorunlara işaret edilmesi gerekir: İlk olarak kaynakçada bir çalışmanın basıldığı yerin gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bende de TDK’nın 1978 baskısı Özleştirme Kılavuzu var, ancak kitabın hiçbir yerinde Yusuf Azmun adını bulabilmiş değilim, Alpay bu bilgiye nasıl ulaştı acaba? Kaynakçada, Kaybolan Sesler: Dünya Dillerinin Yok Oluş Süreci adlı, bence önemli, kitabın çevirmeni Harun Özgür Turgan unutulmuş. Nadir Engin Uzun’un Anaçizgileriyle Evrensel Dilbilgisi ve Türkçe adlı kitabı iki kez yer almış, birinin, bana kalırsa ilkinin, çıkarılması gerekir. Kaynakçada Water Ong’un Sözlü ve Yazılı Kültür: Sözün Teknolojileşmesi (Metis Yayınları,1995-1999) biçiminde Sema Postacıoğlu’nca çevrilen kitabıyla, Önder Şenyapılı’nın Ne Demek İstanbul; Bebek Niye Bebek adlı ODTÜ Geliştirme Vakfı’nın (2002) yayımladığı çalışması da yer alabilirdi.
Ayrıca gerek kaynakçada, gerekse dizinde benim unvanım da aralarında olmak üzere hiçbir akademik unvanın gösterilmemesi daha doğru olurdu.
Yazımda tıpkı müdahaleci editörler gibi, benim de bir tür müdahalecilik yaptığım düşünülebilir. Bir kitap yayımlandıktan sonra okurların da olur. Bir metin herhangi bir okurca alımlandığında kendini gerçekleştirmiş sayılır. Okur da bir metinle ilişkisi bağlamında yaratıcılığını kullanabilmelidir. Benim müdahalelerim bu türden eleştirel bir okur ilgisi olarak da anlaşılabilir.
Dilimiz, Dillerimiz’in kendi anadilini sevip onun bakımını önemseyenlerle, öteki dilleri, ötekilerin dillerini önemseyenlere ve asla hor görmeyenlere titizce yazılmış mektuplardan oluştuğu söylenebilir. Unutmamak gerekir ki, dil bakımı, ana dili bakımı, öteki araçların bakımından çok daha fazla özen ister, ustalık ister.
Birkaç değil, birçok paragrafı aşan sorunsuz metinler üretip kotarmak dileğinde olanlar Dilimiz, Dillerimiz’den de geçmelidir. Alpay’ın kitabı tamamlanmamış bir metin olarak da görülebilir. Yazar sonsözde bunu anlatmıştır. Edebiyat alanında, dil ve kültür alanında hangi kitap bitmiş bir metin sayılabilir ki...