| ISBN13 978-975-342-433-2 | 13x19,5 cm, 216 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Önsöz, s. 7-10 Küreselleşen İslam, çağımızda İslam'a dönüş süreçleri ile –bununla, liberal, maneviyatçı, fundamentalist, bütün biçimleri kastediyoruz– siyasal iktidar ve devletin denetimi sorunu arasında gitgide büyüyen uymazlığı göstermektedir. İran'da Hatemi, Suruş ve Montazeri'nin etrafındaki İslami dinsel liberalizm, demokrasinin çıkarına olacak şekilde dini siyasetten ayırmaya çalışmaktadır. Başka bir noktada, Bin Ladin'in etrafındaki yeni radikaller bile, faaliyet gösterdikleri ülkelerde bir İslami devlet kurma arayışında değildirler: Fas, Bali ve Kenya'daki saldırılar, yabancı nüfuzunun simgelerini hedef alıyordu; hiçbir zaman polis karakolları, kışlalar ya da devlet temsilcileri hedeflenmemişti. İslamcılar için devlet gitgide daha az hedef oluşturuyor; ya siyasetten uzaklaştıkları için, ya da "İslamileşmeden uzaklaşarak" düpedüz siyasetçileştikleri için. Türkiye bu evrim için iyi bir örnek. İslamcı radikaller marjinalleşmişlerdir ve Bin Ladin'inki gibi enternasyonalist radikal şebekelerde hiçbir Türk'e rastlanmamaktadır. Dinsel tarikatlerin, mürit oylarını etkileyebilseler bile, siyasal stratejileri yoktur. Avrupa'daki Türk diasporasında –Refah'tan çıkan– Milli Görüş'ün artık AKP ile teması yoktur ve Türk'ten ziyade Avrupalı bir hareket gibi davranmaktadır. Ne var ki Türkiye, başka yerlerde de rastlanan bir mantığın öncülerindendir: Eski İslamcıların "İslamileşmeden uzaklaşması"nın. Bilindiği gibi AKP "dinsel" ya da "İslami" diye nitelenmeyi reddediyor; Avrupalı hıristiyan-demokratlarla karşılaştırılmayı bile (ki aslında hem anlamlı hem de olumlu bir yaklaşımdır bu) reddetmektedir, çünkü bu adlandırmanın içinde de dinsel bir terim var. Oysa AKP yöneticilerinin dindar Müslümanlar oldukları bilinmektedir. Bir ağız değiştirmeden söz edebilir miyiz? Bence hayır. Tam da AKP'nin evrimi, hem İslam ile siyaset bağlantısının kopmasına, hem de dindar müslümanların yurttaş olarak siyaset oyununa girişine işaret etmektedir. AKP'nin "dinsel" diye nitelenmeyi artık istememesi, devlet inşasında "dinsel" bir tasarının artık olmamasındandır, çünkü böyle bir tasarı iş görmemektedir. Mesele, dinsel dogmadan değerlerin savunulmasına doğru yer değiştirmiştir. Üstelik AKP'nin savunduğu muhafazakâr değerleri (aile, ahlak) mümin olmayanlar da paylaşabilir; örneğin Avrupa'da, hıristiyan-demokrat aileden partilere oy vermenin artık seçmenlerin dinsel aidiyetiyle bir alakası kalmamıştır; dinsel bir devlet kurma fikri ise hiç söz konusu değildir. Bu anlamda AKP'nin, bir yandan liberal bir ekonomik siyaseti, ulusal çıkarlar üzerine kurulu bir dış siyaseti, aynı zamanda da Avrupa'yla bir yakınlaşmayı savunurken, kendini sadece "muhafazakâr" diye nitelemesi tamamen tutarlıdır. Bugün Avrupa'da da çok sayıda müslüman, aralarında ortak değerler olan (örneğin eşcinsel evliliklere karşı çıkış) hıristiyan-demokrat partilere yakın hissediyor kendini. Eşcinsel siyasal lider Pym Fortuyn'in Hollanda'da müslüman aleyhtarı bir kampanyaya girişirken amacı hıristiyan bir Avrupa'yı savunmak değildi; aksine 60'lı ve 70'li yıllarda hıristiyan değerlere karşı girişilmiş olan cinsel özgürlük hareketinin kazanımlarını savunmaktı. Günümüz Avrupası'nda çelişki Hıristiyanlık ile İslam, ya da dinle laiklik arasında değildir. İdeoloji ortadan yok olmuştur. Buna karşılık toplum, dinsel inançlar tarafından değil, ahlak değerleri üzerine bir tartışma tarafından bölünmüştür: Sınır, laiklerle dindarlar arasından değil, bizzat her iki tarafın içinden geçmektedir – örneğin İngiltere Kilisesi'ne eşcinsel bir piskoposun seçilmesinde olduğu gibi. Bu anlamda, Türkiye'deki tartışma da aynı Avrupa'daki bölünmeler üzerinde yaşanmaktadır: Muhafazakârlar bir dini değil, bir ahlakı savunmaktadırlar. Ama bugün gelinen noktada böyle bir evrimin mümkün olmuş olması, tam da Türkiye'nin bir demokrasi olmasındandır. Başka yerlerde olduğu gibi müslüman dünyada da demokratikleşmenin alternatifi yoktur. Bu kitapta, Siyasal İslam'ın İflası adlı çalışmamızın ardından geliştirdiğimiz fikirlerin sentezini yapmaya çalışıyoruz. Seçmiş olduğumuz o başlık, elbette bir polemiğe yol açtı: Bin Ladin'den sonra, yeniden İslamileşme de din etrafında bir yeniden kimlik inşası zemininde tüm hızıyla sürerken, başarısızlıktan nasıl bahsedilebilir? Ama bize göre bu iki olgu da tam olarak, bir İslami devlet inşa etme projesinin başarısızlığa uğramasının sonucudur (ilk çalışmamızın konusunu kesin bir biçimde tanımlayan da buydu zaten) ve yeni-fundamentalizm diye adlandırmış olduğumuz şeye bağlıdır. İslamcılar (İran devrimi, Türkiye'de Refah, Cezayir'de FIS, Pakistan'da Cemiyet-i İslami, Müslüman Kardeşler, Sudan'da Turabi...) İslam'da, devleti çıkış noktası alarak İslami bir toplum inşa etme olanağı veren hakiki bir siyasal ideoloji görmektedirler. Fakat İslami devlet kavramı çelişiktir ve bunun hayata geçirilmesi imkânsızdır; çünkü eğer devlet varsa, siyasal'ın önceliği, yani öyle ya da böyle, bir biçim altında sekülarizasyon da var demektir. Yine de, elbette ki İslam'a yönelik talebe son vermez bu. Bugün tanık olduğumuz şey, bireyi çıkış noktası alarak oluşan, sanal ve düşsel bir biçim dışında da verili bir toprak parçasında tecessüm edemeyecek bir cemaati yaratmayı hedefleyen bir yeniden İslamileşme ve kimlik inşası hareketinin, çok çeşitli biçimler altında, devlet sorununun etrafından dolanmasıdır. Bireyselleşme ve bir ülkeye ya da bölgeye özgü olmaktan çıkılmasıyla (déterritorialisation) oluşan bu ikili hareket, tam da İslam'ın küreselleşmesinin işaretidir; ama küreselleşme, siyasal ve dinsel ifadelerinde kayda değer bir çeşitlilik gösterebilen bazı biçimler altında yaşanmaktadır: maneviyatçı ve hümanist İslam, yeni-fundamentalizm ve cemaatçilik, ya da radikal ve militan enternasyonalizm. Hangi biçim altında olursa olsun, ve bir "tarihin hilesi" mantığı içinde, bu hareketlerin hepsinin İslam'ın küreselleşmesinde, yani Batılılaşmasında payı vardır; elbette bu etkileşim içinde Batı toplumlarında da değişiklikler olduğunu kaydetmek gerekir – bence bu olguyu düşünmeyi denerken başvurulmuş olan "çokkültürcülük" terimi yetersizdir. Bu yeniden oluşum, İslam'ın Batı'ya geçişiyle atbaşı gidiyor. Ama bizim için, Batı'daki göçmenlerin İslam'ı ve müslüman dünyanın İslam'ı diye iki ayrı İslam yoktur. Batı'da da aynı olgular iş başındadır, ama din üzerindeki devlet denetimi noksanlığından ötürü daha azgın, özellikle de denetlenemez niteliktedir. Batı'daki İslam'ı başlı başına bir konu gibi, sanki iki İslam varmış gibi ele almıyoruz; aslında bunu genel olarak İslam'ın bir ülkeye ya da bölgeye özgü olmaktan çıkışını incelemek için bir yol gösterici gibi görüyoruz yalnızca. Her halükârda, siyasal İslam, her zamankinden de fazla olmak üzere tam bir başarısızlıktır: siyasal alan dinsel alandan ayrılmaktadır; siyasal sekülarizasyonla paralel olarak da dinsel olanın toplumsal olana dönüşmesine tanık oluyoruz. Ama bu evrim kuşkusuz bazı açıklamalar gerektirmektedir ve önümüzdeki sayfalarda bu açıklamaları vermeyi umuyoruz... |