Slavoj Zizek, "Türkçe Basıma Önsöz", s. 13-18
7 Kasım 1942 akşamı tekinsiz bir olay oldu; Hitler Thüringen'den geçmekte olan özel treninin yemek vagonunda çeşitli yardımcılarıyla günün önemli gelişmelerini tartışıyordu; demiryolları müttefiklerin hava saldırıları yüzünden zarar görmüş olduğu için, tren sık sık yavaşlamak zorunda kalıyordu:
Yemek harika çin porselenleriyle servis edilirken, tren bir yan hatta bir kez daha durdu. Hemen yanlarında bir hastane treni bekliyordu ve yaralı askerler, gözlerini dikmiş, ranzalarından Hitler'in konuşmaya daldığı yemek odasının gözkamaştırıcı ışığına bakıyorlardı. Hitler birdenbire başını kaldırdığında, ona bakıp duran huşu içindeki yüzleri gördü. Büyük bir öfkeye kapılıp perdeleri kapattırdı ve yaralı savaşçılarını kendi kasvetli dünyalarının karanlığına gömdü.(1)
Bu sahnenin mucizesi çift yönlüdür: Her iki taraf da, pencereden gördükleri şeyi fantazmatik bir hayalet gibi yaşamışlardı: Hitler için, bu, başlattığı askeri serüvenin yarattığı sonuçları gördüğü kâbus gibi bir bakıştı; askerler içinse, Lider'in ta kendisiyle beklenmedik bir biçimde karşılaşma. Asıl mucize, pencereden bir el uzansaydı –mesela Hitler yaralı bir askere uzansaydı– yaşanırdı. Ama Hitler'in korktuğu şey tam da böyle bir karşılaşmaydı, kendi gerçekliğine tam da böyle tecavüz edilmesiydi tabii ki, o nedenle de elini uzatmak yerine paniğe kapılarak perdeleri kapattırdı... Peki bizler bu barikatı aşıp Gerçek Öteki'ye(*) nasıl uzanabiliriz? Bir düşman askeriyle yüz yüze karşılaşmayı en sahici savaş deneyimi katına çıkaran uzun bir edebiyat geleneği vardır (bu konuda, I. Dünya Savaşı'ndaki siper saldırılarını anlattığı anılarında bu tür karşılaşmalara övgüler düzen Ernst Jünger'in yazılarına bakılabilir): Askerler çoğunlukla, düşman askerini yüz yüzeyken öldürme, onu bıçaklamadan önce gözlerinin içine bakma fantazileri kurarlar. Bu tür mistik kan bağı, kavganın büyümesini önlemek şöyle dursun, tam da onun düzmece "tinsel" meşrulaştırımı işlevini görür. Stalingrad savaşı sırasında, 31 Kasım 1942 tarihli yılbaşı gecesi Rus aktör ve müzisyenler birliklere moral vermek amacıyla siperleri ziyaret ettiklerinde yaşanan an gibi yüce dayanışma anları bu tür obskürantist ideolojilerden öteye geçmeyi sağlar. Kemancı Mikhail Goldstein askerlere tek kişilik bir konser vermek üzere siperlere gitmişti:
Yarattığı melodiler hoparlörler yoluyla Alman siperlerine kadar gitmişti ve ateş birdenbire kesildi. O acayip sessizlikte, Goldstein'ın yayından müzik akıyordu.
Bitirdiğinde, Rus askerleri üzerine derin bir sessizlik çöktü. Büyüyü, Alman bölgesindeki bir başka hoparlörden gelen bir ses bozdu. Kırık dökük bir Rusçayla şu rica iletiliyordu: "Biraz daha Bach çalın. Ateş açmayacağız."
Goldstein kemanını eline alıp canlı bir Bach gavotuna başladı.(2)
Bu keman resitalinin sorunlu yanı, fiilen çok kısa süren yüce bir askıya alma ânı işlevi görmüş olmasıydı: Hemen ardından, ateş devam etmişti. Yani bu resital ateşi önlememekle kalmamış, çatışan iki tarafa ortak bir fon sunarak onu desteklemişti bile. İnsanın içinden, tam da fazla soylu ve "derin" olduğu için ateşi önlemediği gibi bir varsayımda bulunmak geliyor: Bu işi yapmak için çok daha yüzeysel bir şeye ihtiyaç vardı. Çok daha etkili bir evrensel insanlık deneyimi, yani içine girdiğimiz çatışmanın anlamsızlığını yaşatan bir deneyim, her şeyi anlatan basit bir bakışma biçimine bürünebilir. Eski Güney Afrika'daki apartheid-karşıtı gösterilerden biri sırasında, beyaz polislerden oluşan bir birlik siyah göstericileri dağıtır ve korkuturken, bir polis, elinde bir lastik cop, siyah bir kadını kovalıyormuş. Beklenmedik bir biçimde, kadının ayakkabılarından biri ayağından çıkmış; polis "iyi terbiyesi"ne otomatik olarak boyun eğip ayakkabıyı yerden almış ve kadına vermiş; o anda, birbirlerine bakmışlar ve ikisi de durumlarının anlamsızlığının farkına varmışlar – böyle bir kibarlık jestinden sonra, yani kadına, kayıp ayakkabısını verip tekrar giymesini bekledikten sonra, polisin kadının peşinden koşmayı sürdürüp ona copla vurması imkânsızdı; o da kadına kibarca baş selamı verdikten sonra dönüp gitmiş... Bu kıssanın hissesi, polisin birdenbire içindeki iyiliği keşfetmiş olması değildir, yani burada doğal iyiliğin ırkçı ideolojik eğitimi yenmesinin bir örneğiyle karşı karşıya değiliz; tam tersine, polis, çok büyük ihtimalle, –psikolojik tavrı bakımından– standart bir ırkçıydı. Burada zafer kazanan, sadece aldığı "yüzeysel" kibarlık terbiyesiydi.
Polis ayakkabıyı vermek için elini uzattığında, bu jest bir fiziksel temas anından öte bir şeydi. Beyaz polis ve siyah kadın aralarında dolaysız hiçbir iletişim kurmanın mümkün olmadığı iki farklı sosyo-simgesel evrende yaşıyorlardı: Her ikisi için de, iki evreni birbirinden ayıran barikat bir an için kaldırılmış ve sanki bir başka evrenden, bir hayaletler evreninden bir el sıradan gerçekliğe uzanmıştı. Gelgelelim, simgesel barikatların kaldırıldığı bu büyülü anı daha ciddi bir kazanıma dönüştürmek için, daha fazla şeye ihtiyaç vardır – mesela birbirine müstehcen şakalar yapmaya. Eski Yugoslavya'da, hepsi belli bir özellikle damgalanan bütün etnik gruplar hakkında şakalar yapılırdı – Karadağlıların son derece tembel, Bosnalıların aptal, Makedonların hırsız, Slovenlerin pinti oldukları düşünülürdü... 1980'lerin sonunda etnik çatışmaların artmasıyla birlikte bu şakaların ortadan kalkmaya başlaması manidardır: Düşmanlıkların patlak verdiği 1990'da artık bu şakaların hiçbiri işitilmez olmuştu. Bu şakalar, özellikle de farklı milliyetlerden insanların buluştuğu –"Bir Sloven, bir Sırp, bir de Arnavut alışverişe gitmişler..." türünden– şakalar, ırkçı olmak şöyle dursun, Tito'nun Yugoslavyası'nın resmi "kardeşlik ve birlik"inin gerçekten varolduğu kilit formlardan biriydiler. Bu örnekte, ortak müstehcen şakalar, "içeri"de olmayan ötekileri dışlama aracı işlevini değil, onları içeriye dahil etme, asgari bir simgesel sözleşme tesis etme aracı işlevini görüyordu. Kızılderililerin barış çubukları dillere destandır, ama biz daha ilkel Balkanlılar çubuk değil, müstehcen şaka teatisinde bulunuyorduk. Gerçek bir dayanışma kurmak için, yüksek kültürün ortaklığı yetmez – Öteki ile müstehcen keyfin utanç verici numunelerini teati etmek gerekir.
Askerliğimi yaparken, bir Arnavut askerle kanka olmuştum. İyi bilindiği üzere, Arnavutlar en yakın akrabalarına (analarına, kızkardeşlerine) dokunduran cinsel hakaretler konusunda çok hassastırlar; Arnavut dostum tarafından tam manasıyla kabul edilmem, yüzeysel kibarlık ve saygı oyununu geride bırakıp birbirimizi resmileşmiş hakaretlerle selamlamaya başladığımız zaman gerçekleşti. İlk hamleyi o yaptı: Bir sabah, her zamanki gibi "Merhaba!" demek yerine, beni "Ananı sikiyim!" diyerek selamladı; bunun benim de münasip bir karşılık vermem gereken bir davet olduğunu biliyordum – ben de gerekeni yaptım: "Paşa gönlün bilir, ama ben bacına atlayayım da sonra!" Bu muhabbet kısa sürede bariz müstehcen ya da ironik karakterini kaybedip resmileşti: Bir iki hafta geçmemişti ki, ikimiz de artık bütün cümleyi söylemeye zahmet etmez olmuştuk; sabahları birbirimizi gördüğümüzde, o başını sallayıp "Ananı!" diyor, ben de "Bacına!" diye cevap veriyordum... Bu örnek bu tür bir stratejinin tehlikelerini açıkça gösterir: Müstehcen dayanışma çoğunlukla üçüncü bir tarafın zararına gerçekleşir – bu örnekte, erkekler arasında dayanışma kadınların zararına kuruluyordu. (Bunun tersini, bir genç kadının arkadaşını "Kocanı sikiyim!" diye selamladığını, ötekinin de ona "Paşa gönlün bilir, ama ben babana atlayayım da sonra!" dediğini hayal edebilir miyiz?) Jacqueline ve Hilary du Pre arasındaki ilişkinin bizde bu kadar "infial" yaratmasının nedeni de budur: Jacqueline'in, kızkardeşinin onayıyla, onun kocasıyla ilişkiye girmesini tahammül edilmez buluruz, çünkü burada kadınların erkekler arasındaki mübadele nesneleri olduğunu vurgulayan standart Lévi-Strausscu mantığın tersine çevrilmesiyle karşı karşıyayızdır – burada, kadınlar arasında mübadele nesnesi olan bir erkek söz konusudur.
Burada bir başka sorun, iktidar ve otorite sorunu da vardır: Arnavut askerle yaptığımız müstehcen ayin örneği, sadece onunla aramızda önceden varsayılan bir eşitlik olduğu için işe yaramıştı – ikimiz de erattık. Ben subay olsaydım, Arnavut'un ilk hamleyi yapması çok riskli, hatta olmayacak bir şey olurdu. Gelgelelim, Arnavut dostum subay olsaydı, çok daha müstehcen bir durum söz konusu olurdu: Yaptığı jest, altta yatan iktidar ilişkilerini gizleyen sahte bir müstehcen dayanışma daveti olurdu – "postmodern" iktidar uygulamasının paradigmatik bir örneğidir bu. Geleneksel otorite figürü (patron, baba), resmi otorite kurallarını izleyerek gerekli saygıyı görmekte ısrar eder; müstehcen ve alaycı lafların onun arkasından söylenmesi gerekir. Oysa günümüzün patronu ya da babası, ona bir arkadaş gibi muamele etmemizde ısrar eder, bize zorlama bir samimiyetle hitap eder, cinsel imalarla bombardımana maruz bırakır, bizi birlikte içmeye ya da kaba saba şakalar yapmaya davet eder ki, bütün bunların amacı erkekler arasında bir bağ kurmaktır; ama bu arada otorite ilişkisi (onun astı olmamız durumu) aynen kalır, hatta saygı gösterilmesi ama hakkında konuşulmaması gereken bir tür sır muamelesi görür. Astlar için, böyle bir bileşim geleneksel otoriteden çok daha klostrofobiktir: Bugün, özel ironi ve alay alanı bile elimizden alınmış durumda, çünkü efendi her iki düzeyde de, hem otorite hem de arkadaş sıfatıyla mevcuttur.
Gelgelelim, bu bilmece göründüğü kadar çözülmez değil: Her somut durumda, gerçeğin ne olduğunu, yani müstehcenlik teatisinin "sahici" mi yoksa bir üst-ast ilişkisini gizleyen sahte bir samimiyet mi olduğunu her zaman "kendiliğinden" biliriz. Asıl sorun daha köklüdür: Temelde simgesel bir çerçeve olmadan, Gerçek içinde dolaysız bir temas kurmak olacak şey midir? Gerçek Öteki'yle kurulan temas bünyesi gereği kırılgandır – bu tür her temas son derece hassas ve kırılgandır, Öteki'ne sahiden uzanma her an Öteki'nin mahremiyet alanına şiddetli bir tecavüze dönüşebilir... En iyi anlatımını Henry James'in başyapıtlarında bulan toplumsal etkileşim mantığı, bu müşkül vaziyetten bir çıkış yolu sunar gibidir: İnceliğin hüküm sürdüğü, insanın duygularını açıkça ortaya sermesinin en büyük kabalık olarak görüldüğü bu evrende, her şey söylenir, en acılı kararlar verilir, en hassas mesajlar iletilir – gelgelelim bütün bunlar resmi bir konuşma kılığına bürünerek gerçekleşir. Muhatabıma şantaj yaparken bile, bunu yüzümde nazik bir gülümsemeyle, ona çay ya da kek ikram ederek yaparım... O halde, kaba dolaysız yaklaşım Öteki'nin çekirdeğini ıskalarken, incelikli bir dansla ona ulaşılabilir, mi diyelim? Adorno Minima Moralia'da(3), Henry James'de de açıkça varlığını hissettiğimiz inceliğin mutlak muğlaklığına işaret ediyordu: Ötekinin hassasiyetine saygı göstermek, onun mahremiyetini ihlal etmemeye özen göstermek, kolayca ötekinin acısı karşısındaki acımasız bir duyarsızlığa dönüşebilir.
Böylece Türkçe'deki bu ilk seçkimin yayımına, içten bir dileğimi ileterek, bu zorlu (etnik, dini, cinsel...) Öteki'ne uzanma sanatını hepimizin sabırla öğreneceğimizi umduğumu söyleyerek eşlik etmek istedim.
Notlar
(*) "Gerçek", "Öteki" ve diğer bazı kilit önemdeki Lacan kavramları için kitabın sonuna eklediğimiz sözlüğe bakılmalıdır. Yukarı
(1) William Craig, Enemy at the Gates, Harmondsworth: Penguin Books 2000, s. 153. Yukarı
(2) Wiliam Craig, a.g.y., s. 307-8. Yukarı
(3) Minima Moralia, çev. A. Doğukan-O. Koçak, İstanbul: Metis Yayınları 1998. Yukarı