Sunuş, s. 9-14
29 Aralık 1991 tarihli Cumhuriyet gazetesinin manşeti "Batman'da Hizbullah Şoku"ydu. Cumhuriyet'in bölgedeki muhabirlerinin haberine göre PKK'nın düzenlediği kepenk indirme ve kontak kapatma eylemi Batman'da Hizbullah adını kullanan kişilerce sabote edilmişti. Bu gruba yakın esnaf dükkân açmış, kepenk indirenlerin işyerlerineyse molotof kokteyli atılmıştı.
Bir gün sonra aynı gazetenin manşeti "Hizbullah-PKK çatışması" olacaktı. Alt başlıktaysa "İran yanlısı İslamcı Kürt grubuyla PKK arasındaki çatışmalarda son yedi ayda 13 kişi öldü" bilgisi yer alıyordu. "İç Politika Servisi" imzasını taşıyan bu haberi, o servis çalışanlarından biri olarak ben yazmıştım, fakat haber kaynaklarımın "başına iş açarsın" uyarısını dikkate alarak adımı kullanmamıştım. Türk medyasında, bu iki grup arasındaki çatışmanın adının ilk kez konulduğu bu haberde, adının açıklanmasını istemeyen İslamcı bir Kürt, Hizbullah için, "3-5 ay direnebilirlerse bölgede önemli bir güç, devlet ve PKK'nın dışında üçüncü bir kamp olabilirler. Bunun için devletin müdahale etmemesi, bu süre içinde PKK'ya güç yetirebilmeleri gerek," demişti.
Bu öngörü kısa süre içinde gerçekleşti: Devlet çatışmaya müdahale etmedi, Hizbullah PKK'ya güç yetirebildi ve kısa süre içinde bölgede üçüncü bir güç oldu.
On yıl sonra Türkiye, PKK'yı az, Hizbullah'ı sık konuşuyor. Önce 17 Ocak 2000'de, örgütün kurucusu ve tek otoritesi Hüseyin Velioğlu'nun ölümüyle sonuçlanan Beykoz operasyonunu konuştuk. Burada Edip Gümüş ve Cemal Tutar'ın, örgütün merkezi arşiviyle birlikte ele geçirilmesi Hizbullah için "sonun başlangıcı" olarak değerlendirildi. Nitekim sonraki bir yıl içinde ülke çapında yapılan seri operasyonlarla örgüte çok ciddi darbeler indirildi.
Fakat bir yıl sonra, büyük ihtimalle Velioğlu'nun intikamını almayı da hedefleyen 24 Ocak 2001'deki Diyarbakır suikastı büyük şok yarattı. Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ile Özel Kalem Müdürü Mehmet Kamalı, koruma polisleri Atilla Durmuş, Mehmet Sepetçi, Sabri Gün ile Sabahattin Baysoy'un öldürülmesi, bitti sanılan örgütün kolay kolay pes etmeyeceğini gösterdi.
"1980 sonrası İslami hareket" dizisinin ilk kitabının İslamcı kadınları anlatan Direniş ve İtaat, İki İktidar Arasında İslamcı Kadın olması birçok kişiyi şaşırtmış, özellikle de erkek İslamcıları kızdırmıştı. Dizinin ikinci kitabının "Derin Hizbullah" adını taşıması ve alt başlığının da "İslamcı Şiddetin Geleceği" olmasının da benzer şekilde yadırganacağını tahmin edebiliyorum. Ama nasıl hem İslamcılar, hem de rakipleri İslami hareketteki kadın gerçekliğini sumen altı etmek istiyorlarsa, Hizbullah olgusuna da aynı muamele yapılıyor.
Şimdiye kadar en çok Hizbullah-devlet ilişkisi üzerinde duruldu, daha doğrusu duruluyor gibi yapıldı. 1980'den bu yana Türkiye'yi önce askerler, ardından mevcut siyasi akım ve partilerin hemen tümü sırayla ve birlikte yönettiler. Dolayısıyla herkesin açık veya gizli bir şekilde bir diğerini Hizbullah'ı "kollamak, kayırmak, hatta kurmak"la itham etmesi akıl alacak bir şey değil. Diğer bir deyişle, Hizbullah'ın PKK'ya karşı kullanıldığı, gözetildiği, teşvik edilip yönlendirildiği doğruysa, bunda şu ya da bu şekilde herkesin payı var.
Hizbullah'ın bir yandan kurulu rejimi yıkmayı savunup, diğer yandan devletle böyle doğrudan mı dolaylı mı olduğu tam anlaşılmayan bir ilişki sürdürmesi başını çok ağrıttı. Ama devlete "Niye Hizbullah'ı kullanıyorsun?" diye sormak o günlerde PKK'lı olarak damgalanmak için yeterli bir gerekçeydi. Şimdiyse işin rengi değişti. Geçmişte bu ilişkiye ses çıkarmayan, hatta onay verenlerin önemli bir bölümü bugün devletin Hizbullah'ı kullanıp attığı tespitini yapıyorlar.
Herkesin, ucundan bir şey çıkmayacağını bile bile bu yumurta-tavuk ilişkisini tartışıyor gibi yapmasının en önemli nedeni diğer soruları sormaktan korkmalarıdır. Mezar evlerde çıkan ceset ve kasetler nedeniyle Hizbullah sadece ve sadece "vahşi bir terör örgütü"ne indirgenmiş durumda. Ama kendine "tebliğ-cemaat-cihad" şeklinde üç aşamalı bir strateji çizmiş olan Hizbullah'ın nasıl bir atmosferde, hangi şartlarda, kimler arasında ve hangi yollarla örgütlendiği tartışılmıyor.
İşte bu kitap, Hizbullah'ın devletle, toplumla, PKK ile, dünyayla, diğer İslami gruplarla ilişkilerini veya ilişkisizliğini irdelemeyi amaçlıyor. Bütün inkâr ve ihmal etme çabalarına rağmen Hizbullah'ın belli bir kitle desteğine sahip olduğu, belli bir toplumsal karşılığı olduğu gerçeğinin altını çiziyor.
Bu kitap "Derin Hizbullah" adını taşımakla birlikte, tek bir İslami yapılanmayı ele almıyor; bu örgütten hareketle dünyada ve Türkiye'de İslamcı şiddet olgusunun köklerini ve bugününü irdeleyip geleceği üzerine fikir yürütmeye çalışıyor.
Bugün İslami basın sözbirliği etmişçesine Hizbullah'ı, İslamcılıkla hiçbir alakası olmayan, devletin kurdurduğu, daha sonra da MOSSAD ve benzeri istihbarat servislerinin denetimine girmiş, temel özelliği de İslam karşıtlığı olan bir örgüt olarak tarif ediyorlar; hatta bir zamanlar PKK'ya yakın çevrelerin kullandığı "Hizbulkontra" tanımını da benimsemiş durumdalar.
On beş yıldır İslami kesimi izlemeye çalışan bir gazeteci olarak bu tür yayınların son derece samimiyetsiz olduğuna tanıklık edebilirim. Başlangıçta Hizbullah'ın PKK yanlılarına saldırması, İslami kesimin büyük bölümü tarafından memnuniyetle izlendi. Ancak örgütün Menzil grubu başta olmak üzere diğer İslamcıları da hedef alması işleri karıştırdı. Bazı radikal İslamcılar, heyetler oluşturup arabuluculuk yapmak istedi, fakat Velioğlu'nun gaddar tavrı nedeniyle vazgeçtiler.
Bu süreçte Hizbullah, İstanbul merkezli radikal İslamcılarla bağını kopardı; onların yayınlarının Güneydoğu'da satışını yasakladı. Sırf bu yüzden bazı dergiler kapanmak zorunda kaldı. Ama yine kimse Hizbullah'ı "devlet örgütü" olarak görmedi; böyle olduğunu düşünenler de bunu söylemeye cesaret edemedi. Beykoz operasyonundan sonra koro halinde "Hizbulkontra" demelerinin bir nedeni ortadaki vahşetten kendilerini sıyırma çabalarıysa, bir diğeri de güvenlik güçlerinin "Hizbullah bitiyor" tespitlerine inanıyor olmalarıydı.
Fakat Hizbullah'ın kendini koşullara uyarlama konusunda esrarengiz bir yeteneğinin olduğu biliniyordu. Her şeyden önce Hizbullah'ı var eden toplumsal, siyasi, ekonomik ve kültürel atmosfer olduğu gibi duruyordu. Nitekim Diyarbakır eylemi bu örgütün kolay kolay ortadan kaldırılamayacağını gözler önüne serdi.
Özetle, Hizbullah'ın etraflıca, tüm boyutlarıyla irdelenmesi; geçmişi, bugünü ve geleceği üzerine kafa yorulması birçok kesimin işine gelmiyor. Ne "düşmanımın düşmanı" mantığıyla onu palazlandıran ya da en azından palazlanmasına göz yuman devletin, ne ucu kendine dokunana kadar Hizbullah katliamlarını görmezden gelen, hatta destekleyen İslamcıların, ne önce onu "Kontrgerilla"ya havale edip, birtakım aracılar sayesinde ateşkes imzaladıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi davranan PKK yanlılarının, ne de büyük medyanın.
Dolayısıyla bu kitap zor bir işe soyunuyor: Hizbullah olgusuyla yüzleşmeye, onu anlamaya, anlamlandırmaya ve geleceğini kestirmeye çalışıyor.
Bu çabanın önünde bazı zorluklar var, çünkü karşımızdaki alışıldık türden yasadışı bir örgütlenme değil. Ortada ne bir tüzük ya da program, ne bir dergi, bir kitap, hatta ne de tek bir bildiri var. Gizliliğin bu kadar mutlaklaştırıldığı bu örgüt hakkındaki en önde gelen bilgi kaynaklarımız, yakalanan militanların polis, savcılık ve mahkemelerde verdikleri ifadeler; onların üst ve evlerinde güvenlik güçlerinin ele geçirdiği bilgi ve belgeler – tabii ki devletin bilmemizi istediği kadarı; istihbarat birimlerinin konuyla ilgili değişik zamanlarda hazırladıkları bilgi notları ve raporlar; sayıları epey az olan itirafçıların anlattıkları.
Bu haber kaynağı tablosu, araştırmacı gazetecilik için hiç de elverişli değil; aksine dezenformasyon ve manipülasyonlara fazlasıyla imkân tanıyor. Bunu bir ölçüde aşabilmek için artık binlerce sayfayla ifade edilebilecek olan bu resmi bilgi ve belgelerin mümkün olduğunca çoğuna ulaşmaya ve bunların içinden eleştirel bir ayıklama yapmaya çalıştık. Bu noktada Diyarbakır DGM tarafından Mayıs 2000'de açılan Hizbullah Ana Davası'nın iddianamesinin tahminlerimizin ötesinde yardımcı olduğunu ve bir bakıma imdadımıza yetiştiğini itiraf etmeliyiz. Özellikle Savcı Yılmaz Aktaş tarafından hazırlanan giriş bölümü, bu bilgi ve belgelerin mükemmel bir sentezini içeriyordu. Biz de kitapta bu bölümü, kendisinin izniyle ek olarak yayımlama yoluna gittik. (Hizbullah üzerine yazılmış diğer kitaplarla, gazete haber ve dosyalarının hemen tümünün resmi metinleri temel aldığını, ama önemli bir bölümünün, bunu çok da açık bir şekilde belirtmediğini hatırlatalım.)
Örgütün yediği darbelerde önemli rol oynayan Abdülaziz Tunç ile itirafçılara sorulması gelenekselleşmiş soruların dışına çıkmaya, daha çok Hizbullah içindeki gündelik yaşam olgusunu tartışmaya çalıştığımız iki buçuk saatlik görüşmeyi de tam metin olarak veriyoruz.
Milliyet Gazetesi'ne, Beykoz operasyonunun birinci yıldönümü için bir dosya hazırlamayı önerdiğimde "Biz tarihle ilgilenmiyoruz. Bugüne bakıyoruz," cevabı almıştım. Sabah'a aynı dosyayı önerdim, ilgilenmediler. Diyarbakır'a gittim. İtirafçı Abdülaziz Tunç, Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ve diğer uzmanlarla, farklı kesimlerden kişilerle "Cemaat" hakkında görüştüm. Operasyonun birinci yılında Hizbullah değerlendirme yazısıyla Tunç röportajını Cumhuriyet'e önerdim. Cumhuriyet olaya çok iyi sahip çıktı.
"Pusudaki Hizbullah" başlıklı dizinin bitmesinden bir gün sonra, Okkan ve arkadaşlarına yönelik saldırı gerçekleşti. Tabii ki ajan olmakla suçlandım. Akit gazetesinde Hasan Karakaya, Okkan'la yaklaşık on gün önce görüşmüş olduğum için beni olayı önceden bilmekle itham etti. Karakaya bunları yaparken benim Milliyet'te yazmayı sürdürdüğümü, dolayısıyla "kartel" tarafından bilgilendirildiğimi sanıyordu. 28 Ocak gününün Yeni Şafak'ında da "Taha Kıvanç" adıyla ikinci bir köşesi olan Fehmi Koru, benim adımı vermeden, o her zamanki "bütün komploları ben bilirim" edasıyla Cumhuriyet'in yayınlarının rastlantı olmadığını söyledi.
Karakaya ve Kıvanç, Sabah'tan Nuriye Akman'ın suikasttan iki saat, benim yaklaşık on gün, Milliyet'ten Ahmet Tulgar'ın da birkaç ay önce Okkan'la röportaj yapmış olmasının, bir gazetecilik atlatması, hele hele rastlantı olmadığında ısrarlıydılar. Haklılar da. Gerçekten ortada bir atlatma filan yoktu. Çünkü ben kendi şahsıma, tüm medyanın normal olarak yapması gereken bir işi yapmıştım, tıpkı 32. Gün'den Rıdvan Akar gibi. Hatta benden iki gün sonra Diyarbakır'a giden Rıdvan, yıldönümü için bütün medyanın orada olacağını sanmış ve tabii ki yanılmıştı. Ama karteliyle, İslamcısıyla, sağcısıyla solcusuyla medya, işini yapmadığı için ya yapanlara kara çalıyor, ya da pişkince onları iliğine kadar sömürmek istiyor...