Sunuş, s. 9-12
Bundan tam on yıl önce, Ayet ve Slogan - Türkiye'de İslami Oluşumlar adlı ilk kitabım yine Metis Yayınları'ndan çıkmıştı. Bu kitap, bir bakıma onun devamıdır. Daha doğrusu, Ayet ve Slogan'ın devamı olarak tasarladığım ve "1980 Sonrası İslami Hareket" olarak adlandırdığım geniş bir çalışmanın ilk kitabıdır.
Bir süredir kafamda İslamcı kadınlar üzerine bir kitap hazırlama fikri vardı. Bunun nedenlerini kitabın giriş bölümünde açıklamaya çalıştım. Daha çok son yirmi yılın kadınlar tarafından değerlendirilmesini tasarlıyordum. Bir diğer deyişle, haddim olmayarak küçük çaplı bir "sözlü tarih" çalışması yapmak niyetindeydim. Dr. Hidayet Şefkatli Tuksal ile yaptığım röportaj, bunun pekâlâ mümkün olabileceğini gösterdi. Çünkü okuyucunun da göreceği gibi Dr. Tuksal'ın yaptığı, hadislerde kadının yeri üzerine kuru akademik bir çalışma değil. O esas olarak belli bir tanıklıktan hareketle genel bir sorgulamaya girişiyor.
Özetle Dr. Tuksal'ın bilimsel, eleştirel ve hepsinden önemlisi samimi açıklamaları beni diğer röportajlar için cesaretlendirdi. Fakat maalesef Elif H. Toros, Yıldız Ramazanoğlu ve Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, kendilerince haklı gerekçelerle böyle bir çalışma içinde yer almak istemediklerini belirttiler. Buna karşılık Muallâ Gülnaz, Emine Şenlikoğlu, Sibel Eraslan ve Cihan Aktaş, bana güvenerek, büyük bir açık yüreklilikle görüş ve tanıklıklarını dile getirdiler.
Başörtüsü sorunu hakkındaki bilgileri büyük ölçüde Mazlum-Der, AK-DER ve ÖZGÜR-DER'in yayınlarından derledim; 1987-88'deki tartışmaların kopyalarını Muallâ Gülnaz sağladı. Röportajlardan bazıları, özet halinde Milliyet'te yayımlandı.
Kitabın iskeletini oluşturan yazının ilk hali, Birikim'in Eylül 2000 tarihli 137. sayısında, "İslam, Kadın ve Özgürleşme" dosyası içinde "Dindar Kadının Serüveni" başlığıyla yayımlandı.
On yıl sonra Ayet ve Slogan'ın devamını yazarak hem Türkiye'deki İslami hareketin bilançosunu çıkarmak, hem de kendi hesaplaşmamı yapmak istiyorum. "İslamcı kadınlar" konusunu başlı başına bir kitapta ele alıp bunu dizinin ilk kitabı yapmam, böyle bir hesaplaşma kaygısının ürünüdür.
Çünkü on beş yıllık gazetecilik yaşantımda İslami hareketteki kadın konusuna pek fazla eğilmediğimin, bunun da büyük bir eksiklik olduğunun bilincindeyim. Bunun kendimce birtakım nedenleri var. Örneğin bütün bu süre boyunca tanıdığım İslamcı erkekler, İslamcı kadınlarla temas kurma taleplerimi hep gereksiz, imkânsız ve yanlış gördüler, gösterdiler. (Halbuki kendileri, İslamcı olmayan kadın gazeteci veya araştırmacılarla ilişkilerini hep gerekli, mümkün ve doğru buldular.) İslamcı kadınlar da böyle bir iletişim için pek bir çaba göstermediler. Dolayısıyla bir "tatsızlık"tan kaçınma endişesi bu tür bir diyaloğu imkânsız kıldı.
Kadın konusuna fazla el atmamamın bir diğer nedeni, bir din olarak İslam'ı hiçbir şekilde tartışmama yönündeki ilkemdi. Bir gazeteci olarak İslam'dan ziyade, farklı eğilimlerdeki müslümanların, özellikle de İslamcıların toplumsal, kültürel, siyasal ve ekonomik hayata bakışlarını ele almaya çalıştım. Dolayısıyla epey sansasyonel olan "İslam'da kadının yeri" tartışmalarını ilahiyatçılara ve her kesimden meraklılarına bıraktım. Bu tavrımın diğer bir nedeni de "İslam ve kadın" tartışmasının hızla "İslam ve cinsellik" tartışmasına kaymasıydı.
Bu kitapta geniş ölçüde tartışmaya çalıştığım, türban (başörtüsü) sorununun katettiği aşamalar da ürkekliğimi pekiştirdi. Örtülü kızlar, mevcut iktidara ve onun yasaklarına karşı uzun soluklu bir direniş yürüttüler. Ama bu süreçte İslami hareket içindeki iktidarlara karşı bir direniş geliştirmediler, hatta itaatlerini daha da artırdılar. Sonuçta İslamcı kadınlar "iki iktidar arasında" kalmıştı ve her iki iktidar odağı da "başörtüsü sorununu" en temel ve hayati sorun olarak görüyor, gösteriyordu. Bu sorun üzerine yazmak iyice zorlaşıyordu. Gitgide daha da çözümsüzleşen –belki de kız öğrenciler dışında fazla kimsenin de çözülmesini pek istemediği– başörtüsü sorununa değinmeden İslamcı kadınları ele almak ise en basitinden sahtekârlık olurdu.
Son olarak, bir erkek olduğum için ne kadar uğraşırsam uğraşayım, kadın konusunda erkek egemen zihniyetten tam olarak sıyrılmamın mümkün olmadığını biliyordum.
Peki ne değişti? On beş yıldır Türkiye'deki İslami hareketliliği gözlemeye ve anlamaya çalışan bir gazeteci olarak, bu süreci hiç tereddütsüz bir şekilde şu üç cümleyle özetleyebilirim: 1) İslami harekete en büyük damgayı kadınlar bastı. 2) İslami harekette en büyük çileyi kadınlar çekti. 3) İslami hareket, bir erkek hareketidir.
Bu üç tespiti peşpeşe sıraladıktan sonra ya artık İslami hareket üzerine yazmayı bırakacak ya da zorunlu olarak kadın konusunu ele alacak, hatta onu layık olduğu yere, olayların merkezine oturtacaktım. Diğer bir deyişle daha fazla kaçamazdım.
Başörtüsü, dolayısıyla İslamcı kadın konusunun iyice gündemden düştüğü bir dönemde, "sansasyonel olma" riski de iyice azalmıştı. Ayrıca, İslami hareket içinde kadınlara özel bir yer açma çabasındaki, sayıları giderek azalan "direnişçi" kadınlara ulaşmak, ÖZGÜR-DER ve AK-DER gibi son iki seneye özgü kadın örgütlenmeleriyle birlikte eskisinden daha kolay hale geldi. Üstelik bu kadınların önemli bir bölümü de böyle bir diyaloğu istemeye başladı. İslami cemaat ve şahsiyetlerin meydanı teker teker terk ettiği 1997 sonlarında solcu/devrimci öğrencilerin örtülü kızlara örgütlü bir şekilde destek vermesi birçok şeyi tersyüz etmeye yetmişti.
Bazı yenilikçi ilahiyatçılar, İslam'daki birçok tabu konuyu, bu arada kadın sorununu da eleştirel bir şekilde irdelemeleri, özellikle de Dr. Hidayet Şefkatli Tuksal gibi yeni kadın ilahiyatçıların İslam'daki erkek egemen bakış açısını sorgulamaları da işleri iyice kolaylaştırıyordu.
İlahiyatçı perspektifinin dışında bazı İslamcı kadınlar, "İslam ve kadın" ve "İslami harekette kadın" üzerine daha fazla sayıda ve daha nitelikli kitapları tek başlarına veya ortaklaşa kaleme aldılar veya dergi özel sayıları hazırladılar. Ayrıca başörtülülerin tanıklıklarını derleyen çalışmaların da, yetersiz olmakla birlikte arttığı görüldü. Bir diğer olumlu gelişme de kadınlar tarafından kaleme alınmış biyografik ve otobiyografik öğeler içeren edebi anlatıların çoğalması.
Bu kitapla, bir gazeteci, bir solcu, bir insan olarak önemli bir eksiğimi gidermek, yani vicdani bir sorumluluğu geç de olsa yerine getirmek istiyorum. Ama değişen ve bu kitabı eskisine göre daha mümkün kılan bütün koşullara rağmen değişmeyen çok önemli bir nokta var: Bir erkek olarak, ne kadar uğraşırsam uğraşayım kadınların dünyasını önyargısız bir şekilde aktarabilmemin mümkün olmadığını, kendimi ne kadar feminizme yakın hissetsem de feminist olamayacağımı biliyorum...