Yücel Kayıran, “Kirlenme mi, yozlaşma mı yoksa çatışma mı? Türkçe bakım sanatı”, Virgül, Sayı 52, Haziran 2002
Türkçeye ilişkin dil sorunu tartışmalarının, 90’lı yılların başından beri belirginleşen iki özelliği var. Bu özelliklerden ilki, bu tartışmaların, dilin oluşturulmasıyla ilgili sorunlardan dilin yaşanmasında ortaya çıkan sorunlara kaymasıdır. Yüzyılın başına kadar geri götürülebilir olan ilk sorun ile ilgili yazılar bugün de var. Ancak bu yazılar marjinal bir düzlemde ortaya çıkıyor. Sözünü ettiğim ikinci özellik ise, tam da bu konuyla bağlantılı. Önceki tartışmalar, genellikle ilgili kurumlarda ve onların yayın organlarında yaşanırken, 90’lı yıllardan beri yapılan dil tartışmaları daha çok kamusal alanda, iletişim kurumlarında, gazete ve televizyonlarda yürütülmektedir. Veya bu düzlemde yapılan tartışmalar dilin oluşumuyla ilgili sorunlardan “kirlenme”, “yozlaşma” sözcükleriyle ifade edilen bir tartışmaya kaymıştır. Yusuf Çotuksöken, Necmiye Alpay, Feyza Hepçilingirler, Hakkı Devrim, Füsun Akatlı bu tartışmaya katılan yazarlar arasındadır. Görülen o ki, dil artık sadece uzmanların değil, yazarların da konusu; başka bir deyişle öykü, roman, şiir eleştirisi gibi artık bir dil eleştirisi de var.
Burada, yazın ve dil eleştirmeni Necmiye Alpay’ın, sözünü ettiğim bağlamda değerlendirilebilecek Türkçe Sorunları Kılavuzu adlı kitabı üzerinde durmak istiyorum. Alpay, gerek yazılarda, gerekse konuşmada ortaya çıkan dil sorunlarına ilişkin yüzlerce veriyi derleyip, sınıflandırıp incelemiş. Yapmak istediğim, Alpay’ın kitabındaki dil anlayışını irdelemekten çok, Kitabın temel sorunu veya sorun edindiği özek kaygı üzerinde düşünmektir.
Türkçe Sorunları Kılavuzu, adından da anlaşılabileceği gibi bir yazım kılavuzu değil, bir “sorun” kılavuzudur. Yazım kılavuzlarının temel özelliği, bir ideal kurallar bütünü oluşturmalarıdır. Bu ideal de, teorik bir düzlemde yer alır. Dolayısıyla, yazım kılavuzları, bu kuralların uygulanışında ortaya çıkan sorunları konu edinmez. Alpay’ın kılavuzu ise bir dile ilişkin ideal kurallar bütününü oluşturan yazım kuralları uygulanırken yaşanan sorunları konu edinmektedir.
Kitabın ayırt edici özelliklerinden biri, gerek yazıda, gerekse “konuşmada” var olan Türkçeyi konu edinmesidir. Alpay, ideal kurallar bütünü olarak Türkçe ile yaşayan Türkçeye bakmakta ve oradaki değişimleri, yanlış kullanımları göstermektedir. Örneğin, “ahçı, ahçıbaşı değil, aşçı, aşçıbaşı; dıştalamak değil, dışlamak; İsparta değil, Isparta; kilot değil, külot; rastgele değil, rasgele” gibi. Bu örnekler göstermektedir ki Alpay “konuşma halindeki” Türkçeyi izlemiş.
Alpay’ın Türkçe sorunlarına ilişkin tespitlerine göre, Türkçe sorunlarının en önemlilerinden biri, sözlük bilgisinin, dolayısıyla sözlük kültürünün eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Örneğin, özgü ve özgün sözcükleri,
birbirine karıştırılıyor. Bilindiği gibi, “özgün” sözcüğünün, “benzersiz”, “taklit olmayan”, “asıl” gibi anlamları var. Batı dillerinden gelmiş “orijinal” sözcüğüyle eşanlamlı: “Özgün bir yapıt”, “özgün bir fikir”, “özgün metin” vb. Oysa “özgü” sözcüğü, “has”, “mahsus” demek. Dolayısıyla, “kendine özgü” yerine “kendine özgün” dememek gerekiyor.
Türkçe Sorunları Kılavuzu’nun, kuşkusuz en ayırt edici niteliği, Türkçe sorunlarının bazılarının İngilizce ile bağlantılı olduğunu göstermesidir. Yabancı dilden kelimelerin Türkçeleşmesine veya Türkçeleştirilmesine karşı çıkanlar var. Ama Alpay’ın işaret ettiği ise daha çok İngilizce kelimelerin birkaç anlamından, yaygın olarak bilinen bir anlamına bağlı kalınarak tercüme edilmesinden kaynaklanan Türkçe sorunlardır. Örneğin, “under” kelimesini ille de “altında” diye çevirmek gerekmiyor. “Döneminde” ya da “koşullarında” demek gerekebilir. “Under Napoléon”un Türkçesi “Napolyon altında” değil, “Napolyon döneminde”; “under capitalism”in Türkçesi “kapitalizm altında” değil, “kapitalizm koşullarında” olabilir.
Alpay’a göre, Türkçe sorunları, sadece söyleyiş sorunlarından, sözlük kültürünün eksikliğinden ve İngilizcenin tuzaklarından kaynaklanmıyor. Ona göre, söz konusu sorunlar Türkçenin yazım kurallarının belirlenmesiyle de ilgili. Nitekim, Türkçe Sorunları Kılavuzu hem noktalama imleriyle hem de yazım kurallarıyla ilgili tanımların uygulanırken hangi durumlarda sorun çıktığını örneklerle gösteriyor.
Türkçe Sorunları Kılavuzu’nun gösterdiği temel olgu, Türkçede bir yozlaşma durumunun değil, bir çatışma durumunun yaşandığıdır. Hem genel olarak dil ile hem de (böyle bir Türkçe sorunları kılavuzu hazırlandığına göre) yazım kılavuzlarıyla yaşanan bir çatışma...
Robert M. Pirsig’in Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı adlı romanında, romanın felsefi kahramanı Phaedrus “teknolojiyle çatışmaların” ortaya çıkışında kılavuzların önemli bir rolü olduğuna dikkat çeker:
“Bizim kültürümüzün doğası öyledir ki” der Phaedrus “işleri nasıl yapacağımızı öğrenmek için bir kılavuza bakacak olursanız kılavuz daima, yalnızca bir nitelik anlayışını, yani klasik olanını verir. Size bıçağın bilenmesinde bıçak ağzını nasıl tutacağınızı ya da dikiş makinesini nasıl kullanacağınızı ya da tutkalı nasıl karıştırıp uygulayacağınızı söyler ve bu temel yöntemler bir uygulandı mı ‘iyi’nin doğal olarak bunlardan çıkacağını varsayar.”
Phaedrus, “bizim kültürümüz” derken, bir grup kültüründen söz etmiyor. Kastettiği, ruhun işlenmesi anlamında kültür. İnsanın eğitilerek teknolojik eşyaları tam ve doğru kullanabilme olanağını kazanması gibi. Phaedrus’un sözünü ettiği teknolojiyle yaşanan çatışma, yani modern teknolojinin ürettiği eşyaların fonksiyonlarını tam ve doğru kullanamamaktan kaynaklanan çatışma, tam da bu noktada, bu olanağın gerçekleştirilmesi sırasında ortaya çıkmaktadır.
Phaedrus’a göre bu çatışmanın ortaya çıkmasında kullanım kılavuzlarının önemli rolü vardır. Çünkü bu kılavuzların işlevlerini yerine getirdiği pek söylenemez. Ona göre, bu işlevsizliğin kökeninde, kullanım kılavuzlarının hazırlanışındaki anlayış yer almaktadır. Bu anlayışa göre, söz konusu eşyanın bütün fonksiyonları olmuş, tamamlanmış bir bütündür ve bu bütünün işleyişi birtakım kurallara bağlıdır. Bu kurallar yerine getirildiğinde, eşyanın doğru ve tam işleyişi kendiliğinden gerçekleşir.
Ama sonuç her zaman böyle değildir. Çünkü kullanım kılavuzu söz konusu makineyi çalıştırmanız için örneğin açma kapama düğmesine basmanızı söyler, ama bu düğmeye nasıl bir şiddetle dokunmanız gerektiği konusunda bir şey söylemez. Dolayısıyla, eksik ve yanlış işleyiş ile ilgili bütün sorunlar da hemen hemen bu noktada başlar; ama bu da mevcut kullanım kılavuzlarının sorunu değildir. Yazım kılavuzlarının da benzer sorunları vardır. Kılavuzların bir ideal kurallar bütünü olduğu ve tamamlanmış, mutlak ve kusursuz bir yapıyı temsil ettikleri düşünülüyor. Buna göre kılavuzda belirtilen kurallar uygulandığında, Türkçe doğru ve güzel bir dil olarak ortaya çıkacaktır. Ancak, bu kuralların nasıl uygulanacağı, bu uygulamanın gerçekleştirilirken nelere ve hangi yanlışlara dikkat edileceği bu kılavuzların içermediği sorunlardır. İşte, Türkçe Sorunları Kılavuzu, tam da bu sorunu konu edinerek yazılmış bir kılavuz. Mevcut yazım kılavuzları ideal kuralları konu edinirken, Alpay’ın kılavuzu, bu kuralları uygularken yaşadığımız sorunları konu ediniyor.
İşaret ettiğim çatışmanın kökeninde yer alan sorunun çeşitli telaffuzları olduğu, örneğin, Türkçenin henüz ulusal-dil olma sürecini tamamlamamış olduğu ileri sürülebilir. Ama dil, zaten bir tamamlanmamışlıktır. Wilhelm von Humboldt”un ifadesiyle, “dilin kendisi bir ürün değil, bir etkinliktir; tinsel bir kuruluşun belirtisidir.” Alpay’ın kılavuzu göstermektedir ki, von Humboldt’un “etkinlik” veya “tinsel kuruluş” dediği şey çatışmalarla gerçekleşmektedir. Dolayısıyla dilin tinsel kuruluşundaki bu çatışma olağandır. Ancak bunun paniğe sebep olacak bir sorun olarak görülmesinin ve bunun yozlaşma veya kirlenme terimleriyle ifade edilmesinin felsefi temelinde dili olmuş, tamamlanmış, belli bir tamlığa ulaşmış bir bütün olarak görme anlayışı yer almaktadır. Oysa, Bedia Akarsu’nun Wilhelm von Humboldt ile ilgili Dil-Kültür Bağlantısı adlı yapıtında ileri sürdüğü gibi dil, ne hazır olarak verilmiş bir şey, ne de tamamlanmış bir üründür. Dil böyle bir tamamlanmışlık ve ideal bir bütün olarak algılandıktan sonra, onunla paralellik göstermeyen pratiği de yozlaşma ve kirlenme terimleriyle tanımlamak kolaylaşmaktadır. Tabii Türkçeyi ilk uygarlıklara ait Grekçe, Latince ve Arapça gibi geniş bir literatüre sahip dillerle kıyaslamak, bugün kuşkusuz olanaklı değil; ama bir sentez anına giden süreç, yozlaşma teriminden çok çatışma kavramıyla ifade edilebilir.
Alpay’ın Türkçe Sorunları Kılavuzu, bu çatışmayı göstermesi bakımından, yeni bilgilere ulaşmaya olanak sağlayan sınıflandırılmış verilere sahip bir çalışma.
Kitabın konusu göstermektedir ki, Türkçe henüz “teknolojik” bir dil. Teknoloji kavramını, Phaedrus’un kullandığı anlamda “hem terimin işaret ettiği nesnenin niteliği hem de bu nesnenin gelişimi anlamında” kullanıyorum. Türkçenin bu teknolojik nitelikten uzaklaşması için bir taraftan düşünceleşmesi ve kavramlaşması, diğer taraftan da kutsallaştırılması ve tinselleşmesi gerekmektedir. Bunlardan ilki felsefe ile olanaklı ise, ikincisi de, en başta şiirle olanaklıdır.
Dille ilgili sorunlar, bizde genellikle eleştiri statüsünden çok, uzmanlık statüsü ile, örneğin dilbilimle ilgili görülmüştür. Uzman, bir bağlam yani bir kuram çerçevesinde derinleşir ve orada “iş” üretir. Başka bağlamlardan, derinliklerinden kendini sorumlu görmez. Eleştirmen ise, bağlamları ve onların derinliklerini yoklamak durumundadır. Çünkü eleştirmen bağlamlardan çok bir bütünlükten bakarak iş görür. Bir tutum, bir kaygı olması bakımından, uzmanda takip fikri yoktur. O akademik bağlamın içindedir. Oluş halinde olanla değil, olmuş bitmiş olanla ilgilidir. Oysa eleştirmen bir takip insanıdır; problemin nasıl ve neden ortaya çıktığını, kendini nasıl ürettiğini izler. Eleştirmenin nesnesinin bulunduğu zemin, olmakta olanın, oluş halinde olanın zeminidir. Oluş halinde olan derken, kastettiğim yapıt değil, yazar; yoksa yapıt tamamlanmıştır, ama yapıtın tamamlanmışlığı yazarın tamamlanmışlığı anlamına gelmez. Oysa uzman, “kabul edilmiş” üzerinde çalışır. Yani risk almaz, dolayısıyla polemiğe girmez. Bu nedenle, yaptığı çalışmanın arasına bir “kabul edilmemiş” eklediğinde, kuşkuya düşer. Eleştirmen ise risk alır, bu nedenle polemiğe girer. Çünkü yaptığı işin neticesinde kanon vardır.
Dil eleştirmenliği derken yeni bir durumdan da söz etmiyorum. Dil eleştirisi, yeni değil. Ama bu eleştirinin yapıldığı düzlem, dilsel değil yazınsaldı. Konusu yazın olan kimi eleştirmenlerin tarzında dil eleştirisi içkin bir durumdadır. Örneğin roman eleştirisinde Fethi Naci’nin, şiir eleştirisinde Memet Fuat’ın yazıları, bu bakımdan irdelenmeye değer. Hatta denebilir ki, her iki eleştirmenin eleştiri anlayışında dil eleştirisi özerk ve özek (merkezi) bir konumda yer alır. Alpay’ın yaptığı şeydeki farklılık, dil eleştirisini, yazın eleştirisinin statüsünden çıkarıp dil eleştirisi statüsüne taşımasıdır. Bence bu önemli ve değerli bir girişimdir; çünkü, böylece dil eleştirisi yazın eleştirisi karşısında bağımsız bir konum kazanmaktadır. Dahası, böyle bir konumlandırma başarılı ve istikrarlı olur ise, bir yazın yapıtının dilindeki sorunlara ilişkin eleştiriler, aynı zamanda da söz konusu yapıtın yazınsal değerine ilişkin işlev görmeyecektir. Kaldı ki bir yazın yapıtında yer alan dilsel sorunlar, yazınsal değildir. Çünkü yazınsal sorunlar gibi düzeltilemez değildir. Alpay’ın yaptığı dil eleştirisinin temel özelliklerinden biri, dil sorunlarından hareketle bir yapıtın yazınsal değeri hakkında yargıda bulunmamasıdır. Ama bu çeşitli göndermeleri olan bir eleştiridir.