Giriş, s. 9-17
Bu derlemede yer alan yazıların biri hariç tümü 1985-1991 zaman aralığında yazıldı ve yayınlandı. Bunları yazarken kafamda (bugüne kadar ana hatlarıyla değişmeden kalan) bir teorik/ideolojik çerçeve dışında, bir plan, pedagojik bir maksat, sıra ya da doku yoktu. Her biri yazıldığı günün koşullarına az ya da çok bağlı, kimi anlık bir duygu patlamasından kaynaklanıp "yazı" mantığına dökülmüş, kimi ise yıllardır sabırla malzeme biriktirdiğim konuları "mezara mı götüreceğim?" diye artık kağıda dökmeye karar vermemden doğan yazılar bunlar. O yüzden de bu kitapta çizdiğim çerçeve ister istemez bir miktar yapıştırma duracak. Ancak bir yandan da, bu çerçeve benim için hep vardı: Bugünü nasıl yaşamak istiyorum? Yarını nasıl tahayyül ediyorum? Dün yapılanlardan neler öğrendim? Bir de, bu üç soruya verdiğim cevaplar ne olursa olsun, asla vazgeçemeyeceğim şeyler nedir? Son soruyu en başa alarak kurdum bu kitabın çerçevesini. Sorun, aşağı yukarı her yazının, bu dört sorunun her birini kapsıyor, çerçevesi içine alıyor olmasında. O yüzden hangisinin hangi başlığa denk düştüğünü saptamak ister istemez biraz keyfi oldu; ama kitap da benim kitabım en nihayet, bu kadar bir keyfiliğe de hakkım olduğunu düşünüyorum. Benim için önemli bir sorun, yazılara bugünden düne bakarak ne kadar müdahale edeceğim oldu. "Artık" biraz farklı düşündüğüm konuları, dikkatsizlikle yaptığım hataları, hatalı ya da eksik olduğu daha sonradan ortaya çıkmış iddiaları bir "editör" rahatlığıyla silip, kendi kendime "1985'ten beri hiç hata yapmamış" payesini vermeli miyim? Bunu yapmaya gönlüm razı değil. O yüzden yalnızca dil, yazım ve dizgi hatalarına müdahale edip, bunun dışında kalanları ise 1996 diye tarih düştüğüm notlarla düzeltme, ya da daha doğrusu, "şöyle de olabilirdi"sini belirtme yoluna gittim. Yazılardaki "kendi gününe ait" bölümleri, günü geçmiş, muhatabı kaybolmuş polemikleri ise çıkarmak yerine, bugün için (varsa) geçerliliğine işaret eden, gene 1996 tarihli notlarla tamamladım.
Bu kitap bir denemeler toplamı. Çünkü kişisel tercihlerim de, yazarlık yeteneklerim de beni adına "deneme" denilen o ne kuş ne deve, ama gene de bir tür devekuşu olan türde yazmaya zorluyor. Araştırma/inceleme, ancak çok büyük bir zorunluluk olduğunda giriştiğim ve yazma süreci boyunca, Barthes'ın tabiriyle, "metnin zevki"ni sık sık kaybettiğim/kaybettirdiğim bir tür. Deneme ise benim için samimiyete daha fazla olanak tanıyan, otoriter olmadığı ve zihnin çoksesliliğine alan tanıdığı sürece, yalnızca çözümlemekle kalmayan, öneren, çağıran bir tür. Bu üslubun kendisiyle de sıkı sıkıya bağlı. Bir deneme yazarı "Ben" diye konuşmak zorunda. O krali "Biz", varolduğu farzedilen bir kitle, bir çoğunluk adınaymış gibi konuşma, ya da "bilimsel kesinlik" taşıyan "şöyledir, böyledir" üslubu, denemeye yabancı. Ortada bir öneri, bir çağrı varsa, önerenin, çağıranın kim olduğunun belli olması gerekir. Bir imza kampanyasına imza vereceğiniz zaman, kampanyadaki talep sizce çok haklı da olsa, imzayı kimin topladığını öğrenmek istersiniz. Bu kitaptaki öneriler ve çağrılar da bir imza kampanyası, ve imzaları günahıyla sevabıyla ben topluyorum. Adım kitabın kapağında yazılı.
Öneri: Çünkü dünyayı değiştirmeyi hedefliyorum; bunun için zaman zaman dünyayı yorumlamak zorunda kalsam da. Dünyayı tek başıma değiştirecek bir kaldıracım olmadığı için başka insanlara ihtiyacım var; yani size. Bir araya gelmenin iki temel yolu var: İman ve ikna. Hayatımın son kırk yılında hiçbir vahiy gelmediği için sizi imana çağıramam. O yüzden ikna etmek zorundayım. Bir denemenin samimi olması da tam bu noktada başlar. İkna etme amacıyla, bir öneriyle yola çıkan deneme, bu süreçte kendisi de ikna edilmeye açık olmalıdır. İkna edilmeye açık olmayan, haklılığından tartışmasız bir biçimde emin olan kişi yazmamalıdır. Gereken her türlü yolu kullanarak Genel Kurmay Başkanı, Cumhurbaşkanı, Kral filan olmalıdır. Çünkü o zaman düşüncesine yakışır bir biçimde emirler yağdırabilir, kendisinden hesap da sorulmaz.
Öneri: Çünkü dünya ancak gerçek bir toplumsal hareket temelinde, ama o hareketin içinde bilinçli ve örgütlü bir biçimde yer alarak değiştirilebilir. O zaman da dünyanın bizim istediğimiz, planladığımız yolda değişeceğinin bir güvencesi yoktur gerçi; ama böylelikle değiştirme mücadelesinde birer fail olunabilir, değişim etkilenebilir. Bu yüzden dünyayı değiştirme mücadelesine girerken fenersiz ve yalnız olunamaz. Mücadeleye emir ve komuta zinciri içinde, zorunlu olarak da girilmez. Gönüllü olarak ve mücadele arkadaşlarıyla, yoldaşlarıyla bir mutabakat içinde girilir. Mutabakat özdeşlik değildir. Zorunlu da değildir. Mutabık olmayanlar kurtuluş mücadelesinin büyük nehri içinde ayrı ayrı da yüzebilirler. Ama mutabakata varmayı en azından denemek gerek. Öneri bu yüzden gereklidir.
Öneri: Çünkü devrimci mücadele öznelliği gerektirir. Özneler arası etkileşimden doğan mutabakat, nesnellikle çakıştığında devrim bir gerçeklik haline dönüşür. ("Teori, kitleleri kavradığında maddi bir güç haline dönüşür.") Öneriler yaparak, deneyerek, çağırarak bir araya gelmek, bu bir aradalığın çoksesliliğini kaybetmeden gerçeklikle yüzleşmek gerekir. Tek tek her birimiz, başkalarına taşınacak bir bilince şimdiden sahip olduğumuza inandığımızda, ortada yazacak, tartışacak, değiştirecek bir şey kalmamıştır. Sorun, devlet iktidarına bir an önce yerleşip, bu bilinci herkese kestirmeden propaganda, eğitim, zorlama, tehdit ve en sonunda idam yoluyla kabul ettirme sorunu haline dönüşür. Otoriter düşüncenin önerileri yoktur. Elinde iktidar yoksa sinik açıklamalarla yetinir, iktidar eline geçtiği anda ise yalnızca emreder.
Deneme ise bir çerçeve çizmeyi amaçlar yalnızca. Bir meydan okuyuştur, düelloya davettir. Düello onurlu bir mücadeledir. Yenenin boyu bir parmak uzamayacağı gibi, yenilen de onurunu yitirmez. Bir denemede ileri sürülen fikirlerin çoğu zaman içinde çürütülse bile, çizilen çerçeve anlamlıysa deneme amacına ulaşmış demektir. Düelloda yenik düşmekten, çürütülmüş olmaktan gocunmaz.
Bu yüzden, bu denemeler toplamının altını çizen ideolojik çerçeveyi burada bir kez daha ve mümkün olduğunca açıkça belirtmek yararlı görünüyor bana:
"Sosyalizm" ancak, ilk aile içi işbölümünden çağdaş kapitalizmin örtük, robotize/otomatize artı-değer sömürüsüne kadar, tüm sömürü, toplumsal işbölümü/özel mülkiyet ve baskı sistemlerine karşı geliştirilmiş bir "topyekûn kurtuluş" projesi olarak tanımlandığında değer ve anlam kazanır. Bunun dışında, bir toplumsal rejim adı olarak, bir politik faaliyet çerçevesi olarak ya da özgün bir politik/iktisadi teori adı olarak "sosyalizm" yıpranmış, inandırıcılığını kaybetmiş, kurtuluşçu, özgürlükçü ve devrimci hareket ve söylemlerle arasına önemli ve aşılması güç duvarlar örmüştür.
II. Enternasyonal'den günümüzün "sosyalist" ve "komünist" partilerine kadar üstü çizilen devrimciliği, SSCB, Çin ve Doğu Avrupa bürokratik hakim sınıfları tarafından imha edilen özgürlükçülüğü ve sosyalizmin bir "kalkınma projesine" indirgenmesiyle devre dışı kalan kurtuluşçuluğu söylemde ve faaliyette yeniden kazanmadan, göğsünü gere gere "sosyalistim" demek, bize helal değildir. O güne kadar ben yalnızca "Marksistim" ve tabiidir ki "Marksizmimi" kendim tanımlıyorum. Şükür ki, Marx'ın yapıtının tümünden kurtuluşçu, özgürlükçü ve devrimci söylemi silmeyi kimse beceremedi bugüne kadar!
Tüm sınıflı toplum biçimlerine, her türlü, her çağa ait sömürü ve baskıya karşı bir "topyekûn kurtuluş" projesi olarak gördüğüm "Marksizmi" ise Jakobenizmden, bunun özgün, "sosyalist", "anarşist" ve Kemalist biçimlerinden titizlikle ayırmayı, özellikle çağımız açısından hayati önemde görüyorum. Aydınlanma çağına ve burjuva devrimine özgü bir radikal/devrimci söylem/hareket olan, ancak tüm sömürü ve baskı rejimlerine karşı olmak gibi bir konuma yerleştirilmesi mümkün olmayan Jakobenizm, Marksizmin ortaya çıkışıyla birlikte çağdışına düşmüş, giderek, statokratik toplumların ortaya çıkışıyla birlikte, karşı-devrim partisine ait hale gelmiştir. Marksizmi ve Jakobenizmi yanyana ya da içiçe koymak, günümüzde yapılabilecek en büyük yanlışlardan biridir, anakronizmin dikalasıdır.
Jakobenizm: Yani liyakat sahibi, kurtarıcı azınlığın, henüz kendi kendini kurtarma mertebesine erişememiş kalabalığı ("halkı", "milleti" ya da "proletaryayı") liyakat sahibi olmayan, baskıcı azınlığın elinden kurtarması. Jakobenizm, özgün biçimi dışında birçok kisveye bürünebilir. Kalpak giyerek Osmanlı/Türk olabilir ve milleti "yedi düvel emperyalizminden, hilafetten, padişahtan" kurtarmaya girişebilir. Eline bir bomba alıp "devleti yok etmeye, halkı kurtarmaya" kalkışabilir. Ya da masasının üzerine Das Kapital'i koyup "proletaryayı kurtarmaya" heveslenebilir. Üç durumda da ortada bir "kurtaran/kurtarılan" ikiliği vardır. Üç durumun ikisinde kurtarıcılar (en azından geçici bir süre için) devlet iktidarına adaydırlar. Bu geçici süre (tarihin acımasızca gösterdiği gibi) ilanihaye uzayacaktır. Üç durumda da, "kurtarıcı" örgüt kendi içinde otoriterce, sımsıkı bir hiyerarşiyle yapılanacak, farklılığa, kendiliğindenliğe, değişime yer tanımayacaktır.
Jakobenizm, tarihi ister istemez bir azınlıklar savaşı olarak görür. "Halk", "millet" ya da "proletarya", bu savaşta figürandır. Kalabalıklar halinde ayaklanır, kalabalıklar halinde ölür, kalabalıklar halinde zafer kazanır. Ölürse, ne yapalım yani? Kalabalık tanımı gereği kişiliksizdir, feda edilebilirdir... "Bizim oralarda bunlardan daha çok vardır." "Bir ölür bin geliriz." "Tükenmeyiz kırmak ile." Jakobenler için kalabalık, Fatih'in İstanbul'u fetheden ordusundaki "kefenliler" gibidir. Silahsız savunmasız surlara doğru koşturulur – ki onların sur dibine yığılan cesetlerine basarak tırmanan Ulubatlı Hasan'lar, seçkin askerler, bayrağı dikebilsinler surlara. Gerçekçi Jakoben için bu eleştiri geçersizdir: Önemli olan şehrin fethedilmesi değil miydi? İşte amaç hasıl olmuştur. "Hümanist", binlerle telef edilen "kefenliler"in ardından gözyaşı döker, bu savaş taktiğini "insanlık dışı" bulur. Marksist ise sorar: Sonuçta ne oldu? İstanbul Bizanslı egemenlerin elinden Osmanlı egemenlerin eline geçti. Kalabalıklar kendi adlarına, kendi kurtuluşları için mücadele etmeye başlayana kadar da hep böyle olacak. Kalabalıklar bu "bilinci kazanana" kadar, geçici olarak, onları temsilen Fatih rolü oynamaya soyunan Jakobenlerin kaderi ise bellidir: Yeni egemenler olmak.
Jakobenler için kalabalıkların "zafer kazanması", "iktidar anı"nı onlara devreden geçici bir durumdur yalnızca. O anın hemen ardından eski düzenin kurumları yeni adlarla yeniden kurulacak, işçiler "asli görevlerine" yani fabrikaya geri gönderilecektir. Artık sıra yeni düzenin kurulmasına gelmiştir ve işçilere bu faaliyette yer yoktur. Onlar tarihteki geçici, anlık görevlerini yapmışlardır, bravo tebrik ederiz şanlı işçi sınıfı, ama fazla tantanaya da gerek yok. "Devrim bitti!" Bu söz Fransız Devrimi'nden birkaç yıl sonra General Lafayette'in Paris sokaklarındaki "kara kalabalığa" okuduğu olağanüstü durum bildirisinin son cümlesidir. Yaklaşık 125 yıl sonra, Petrograd Sovyeti'nde bir Bolşevik delege Ekim (Kasım) Devrimi'nden tam bir gün sonra aynı sözü tekrarlayacak ve işçileri fabrikalarına dönmeye davet edecektir.
Bu Jakobenler tarih kitabı sayfalarında ya da TDJP-R (Türkiye Devrimci Jakobenler Partisi-Robespierreci) saflarında olsalar büyük bir sorunumuz kalmazdı. Ancak maalesef aramızdalar, bizim terimlerimizle konuşuyorlar, bizim örgütlerimizde (çoğu kez en ön saflarda ve en üst kademelerde) varoluyorlar. Ama bunları ayırt etmenin yolu yok değil: Jakobenliğinden şüphelendiğiniz birinin yanına sessizce yaklaşın ve şüphe çekmeden, saygılı ve kısık bir sesle zorunlu askerlik hakkında ne düşündüğünü sorun. "Tabii ki olması gerek, ne yani, biz iktidara geldiğimizde emperyalist saldırı, faşizm, direnen burjuvazi..." filan gibi sözler söyleyenler namuslu ve saf Jakobenlerdir. Onları saygın ve olabildiğince uzak bir köşeye yerleştirebilirsiniz. "Tabii ki karşıyım, ancak bir süre, geçiş toplumu süresince, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası, işçi sınıfının bilinçlenmesi zaman alır..." filan gibi sözler söyleyenler ise utangaç, gizli Jakobenlerdir – çoğu zaman kendilerinden bile gizli. Onlar, topyekûn kurtuluşun ancak her şeyi, bugün talep ederek başlayacağını görmeyenlerdir. Dünyaya devrimin değil olası başka bir düzenin gözüyle bakanlardır. Devrimi bir varoluş tarzı, bir süreklilik olarak değil, iki düzen arasındaki "geçiş dönemi" olarak görenlerdir. Devrimin dün başladığını, yarın da bitmeyeceğini bilmeyenlerdir. Adına "devrim" diyebilmek için ille de bir "iktidar anı"na gerek duyanlardır. Ve maalesef biz, iktidar istemeyenlerimiz, bugünden toplumun sınırında yaşamayı seçenlerimiz, zaten cinsiyetimiz, cinsel tercihimiz, ırkımız ve toplumsal konumumuz yüzünden doğrudan iktidara aday olmayan/olamayanlarımız, ne yapacaksak bu insanlarla birlikte yapacağız. Onlara yapabileceğimiz en büyük iyilik, "topyekûn kurtuluş" mücadelesi boyunca hiçbir zaman bizi "temsil" yetkisini vermemek olabilir.
"Topyekûn Kurtuluş": Yani zorunlu çalışmadan, sömürüden, toplumsal işbölümünden, toplumsal cinsiyet, ırk ve inanç farklılığına dayalı baskıdan kurtuluş. Özel mülkiyetin/toplumsal işbölümünün ilgasıyla, sınıfların ve devletin yok olmasıyla gerçekleşecek bir kurtuluş. Bugüne dek "sosyalist" adını kendisine layık görenlerin önemli bir çoğunluğunun bu tür bir kurtuluş hedefiyle ilgisi olmadı. Onların hedefi, özel mülkiyetin ilgası değil mülk sahiplerinin imhasıydı, toplumsal işbölümünün ilgası değil, kendilerini ("temsilen") bu işbölümünde daha üst (tercihan en üst) konuma terfi ettirmekti. Toplumsal cinsiyet, ırk ve inanç farklılığına dayalı baskıyı ortadan kaldırmak değil, bunlardan kurtuluşu mahkeme-i kübraya, "komünist toplumun ikinci evresine" ertelemekti. Böylece, ister istemez, iyi niyetle ya da değil, sömürünün, baskının, zorunlu çalışmanın ve toplumsal işbölümünün sürdüğü, ancak bunların iyi niyetli, "işçi sınıfını temsil eden" sosyalistlerin denetiminde olduğu bir ara dönem, bir "no man's land", iki arada bir derede, kimseye ait olmayan bir toprak öngörüldü; düşünce, örgütlenme, üslûp ve kimlik buna göre oluşturuldu. Şimdi ise bu düşünce, bu örgütlenme, bu üslûp ve bu kimlik yok. Yerine yeni bir şey de konulamadı henüz. Cümlemiz araftayız. Bir ayağımız geçmişte (geri dönüş her zaman mümkündür), bir ayağımız ise belirsiz bir gelecekte.
İşte bu noktada, "sosyalizm"in bir topyekûn kurtuluş projesi olarak yeniden inşası zorunlu hale geliyor. Kuşkusuz Marksist bir sosyalizm olacak bu sözünü ettiğim. Ancak bu yeniden inşa bir tabula rasa üzerinde, bakir topraklarda ve el değmemiş malzeme kullanarak yapılamayacak. Elimizde üzerinden ordular geçmiş bir yıkıntı ve oldukça müstamel bir malzeme var; ancak ne yapacaksak bunlarla yapacağız. İlk iş malzemeyi ayıklamak, ayrık otlarını temizlemek.
Bu çaba bir kişinin ya da tek tek kişilerin çabası olamaz. Mutlaka koordine, özgürce örgütlü ve "yerleşik güçlerle düşeceği çelişkilerden ve kendi sonuçlarından korkmayan" bir çaba olmak zorunda. Ancak bugüne dek bu tür çabalar ya yalnızlığın, denetimsizliğin getirdiği umutsuzluk/sinizm ikilemi içinde yok oldu, ya da otoriter bir örgütlülüğün muhafazakâr yapısı içinde boğuldu. Artık böyle ölü doğmuş çabaların günü geçmeli: Bir arada ama özgürce, örgütlü ama yasaksız, koordine ama "öteki"nin varlığını baştan kabullenerek bir yeniden teorik inşa sürecine girmeliyiz.
Bu kitapta derlediğim yazılar, daha çok "yalnız" yazıldı; çünkü "dergi"ler çerçevesinde, geçici ve fazla sorumluluk almadan oluşan bir araya gelişleri gerçek anlamda bir örgütlü/koordine çaba olarak görmek zor. Gene de umutsuzluk/sinizm açmazına pek fazla düşmemeyi becerdiğime inanıyorum o "yalnız" yıllarda. Ancak öte yandan, bu yazılar "topyekûn kurtuluşçu bir sosyalizm" arayışında, bir "yeniden inşa" çabasında, olsa olsa bir yarı-sistemli sorular/sorgulamalar dizisi olarak anlaşılabilir. Bir yenilgi döneminde kişisel bir ayakta kalma çabasını, münkir olmadan eleştirel olma, imana sarılmadan köklerine sahip çıkma gayretini yansıtabilir. Bugünden geriye bakınca bu gayretin her zaman da sonuç vermemiş olduğunu görebiliyorum. Kestirmeden inkâr anları da, fazla sorgulamadan imanla kabullenme anları da var bu yazılarda. Ancak niyetin bu olmadığı konusunda size güvence verebilirim. Yıllar sonra yeniden okuduğumda da egemen tonun, üslubun (ki "Üslubum benim her şeyimdir," der Marx) ne inkâra ne de imana çok yakın olmadığından emin olabiliyorum. Olmasaydım bu yazıları yeniden yayınlama cesaretini gösteremezdim zaten.
1980-1990: Bu dönem bir yenilgiler onyılıydı bizim için. Önce Türkiye'de "darbe" karşısında bir yenilgi; ama daha sonra dünya çapında, çok daha kapsamlı bir yenilgi. 1980-1985 arası, kimileri için askeri/taktik bir yenilgiden ibaretti. Ancak 1985'ten sonra kazın ayağının öyle olmadığı görüldü. Bir "sosyalizm" anlayışı çöküyordu; "sosyalizm" adını özgürlükçü/kurtuluşçu/devrimci gelenekten çalan, baskıcı/bürokratik bir toplumsal rejimle birlikte. Buradan geriye bakarak, 1980'de Türkiye'de yenilenin "sosyalizm" değil tam da bu anlayış olduğunu görmek mümkündü. Görülmese bile kuşkulanıldı bundan: 1985-1990 arasının iki geniş kapsamlı "yeniden partileşme/örgütlenme" girişimini de içeren yaygın bir tartışmalar dizisine sahne olması bundandı.
Geriye bakınca, bu kitapta derlediğim yazıların biri hariç tümünün bu döneme ait olması bir tesadüf değil. O beş yıl hem "eteğimizdekileri dökme" hem de başkalarının eteklerinden dökülenleri görüp, bunlardan etkilenerek yeni alanlara, yeni ufuklara açılma dönemiydi çoğumuz için. Peki ya 1990-1995?
1990'larda tartışma yerini uzlaşmaya bıraktı. Önce sosyalistler BSP ile sonuçlanan bir uzlaşma/birleşme sürecine girdiler, bunun hemen ardından da ÖDP ile sonuçlanan sosyalist/radikal muhalif yakınlaşması ortaya çıktı. Ancak her iki süreç de anlaşmazlıkların dokunulmadan geçildiği, ortak noktaların hassasiyetle vurgulandığı süreçlerdi. Tartışmanın minimuma indiği bir beş yılın ardından varılan, tartışmasız bir birlikti bu (kuşkusuz temel sorunlardaki, temel anlayışlardaki tartışma burada kastettiğim).
Ancak unutmayalım ki, sonuna vardığımız binyılın bu son yılları, sosyalizm, Marksizm, Devrim, reform, anarşizm, Leninizm konularında söylenmiş ve yapılmış olanların büyük bir çoğunluğunun geçersizleştiği, kalanlarının da yeniden düşünüldüğü yıllar olacak. Devrim ve Düzen'in geçtiğimiz yüzyılda olduğundan daha farklı failler, daha farklı sözlerle bir kere daha karşı karşıya gelmesine tanık olunacak. Böyle bir döneme girerken her şeye rağmen yine de Marksist ve Devrimci kalmanın olanaklı olabileceğine inandığım için, ama bu inancı bildirmenin yetmediğini, hangi temelde varolabileceğinin ille de belirtilmesinin zorunlu olduğunu düşündüğüm için, bir "konum değerlendirmesine" gerek duydum. Hangi Marksizm, hangi Devrim? Bu sorulara kesin, tartışmasız cevaplar vermek iddiasında değilim. Ama tam da "gideni ve gelmekte olanı" anlamanın kaçınılmaz olduğu bir tarihsel andayız. Genel olarak devrimci işçi hareketinden, özel olarak da Marksizm'den bir şey, kesin olarak, geri dönüşsüz bir biçimde çekip gitmiş; yeri de boş kalmıştır. Bu boşluğun doldurulması için devrimcilerin birbirlerine ihtiyaçları var. Tartışmaya, düşünmeye, düşündüklerini sınamaya, yanılmaya, yeniden yanılmaya, yeniden düşünmeye ihtiyaçları var. Şahsen, varmış olduğumuz bu yeniden toparlanma anında, 1985-1990 arası yapılmış tartışmaların "aşılmış" olduğunu hiç düşünmüyorum. Olsa olsa bir süre için paranteze alınmışlardır. O parantez orada dursun isterseniz; ama ben on yıl önce neleri düşünüp neleri tartıştığımızı hatırlamak ve hatırlatmak istedim. İlk önerim, üzerinde mutabakata varmamızı umduğum ilk söz şu:
Bir düzen olarak sosyalizm sona erdi; geriye kalan Devrimdir!