 | ISBN13 978-605-316-416-6 | 13x19,5 cm, 144 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Önsöz, Öğrettiklerimden Öğrendiklerim, s. 12-13 1980’lerin başlarında, Kanada’da İngiliz Edebiyatında Ütopya konusunda sürdürmekte olduğum doktora çalışmamı yarıda bırakarak Türkiye’ye döndüm. Çeşitli nedenleri vardı bunun: Mali, duygusal, ailevi; ama bir yandan da yavaş yavaş akademik dünyaya olan inancımı kaybetmekte oluşum (ki galiba geç bile kalmışım uyanmakta) önemli bir nedendi. 1980’leri ve 1990’ları üniversite dışında çeşitli işlerle uğraşarak geçirdim; bunların arasında (en kötü uçta) reklamcılık ve (en iyi uçta) müzik de vardı. Akademik hayattan vazgeçmiştim geçmesine, ama öğrenmekten vazgeçmiş değildim. On beş yılı aşkın bir süre boyunca, özellikle Marksizm ve Psikanaliz alanlarında okumaya, öğrenmeye ve yazmaya hiç ara vermedim. Öğrenmek için bir üniversitenin gerekmediği konusunda da tekrar tekrar ikna oldum bu süreçte. Üniversite kötü ihtimalle bir köstekti öğrenmenin önünde, iyi ihtimalle ise görece faydalı bir topluluk; çok seyrek olarak da bir seçilmiş aile oluşturmak dışında pek bir destek sağlamıyordu. Derken (2000 yılında, tam yeni binyıla girmişken) bir vakıf üniversitesinde ders vermem için teklif aldım (doğrusu ben de bu konuda biraz nabız yoklamıştım). İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yarım-zamanlı olarak “Psikanaliz ve Edebiyat” ve “Ütopya ve Bilimkurgu” dersleri vermeye başladım. Birkaç yıl içinde verdiğim ders sayısı arttı, kadrolu olarak çalışmaya başladım. Ders yelpazem genişledi, Post-Kolonyalizm, Kültürel Teori gibi dersler de katıldı işlerim arasına. Gel zaman git zaman, tam on yedi sene ders verdim orada; hatta yöneticilik bile yaptım (Kültürel İncelemeler Yüksek Lisans Programı Direktörlüğü). “Öğretmenlik”, akademik hayatın dışında değerlendirilmesi gereken bir iş. Türkiye kültüründe, özellikle Kemalist gelenek içinde “öğretmen” çok önem ve değer verilen bir kişiydi zamanında. Son yirmi-yirmi beş yıl çoğu şeyi olduğu gibi bu değeri de aşındırdı, çürüttü, yerle yeksan etti. Artık öğretmen dediğimiz kişi toplumsal hiyerarşide hem mali açıdan hem de itibar açısından en aşağılarda yer alıyor. Oysa öğretmen, “öğreten adam” olmamayı becerdiği ölçüde,1 bilginin yayılmasına, genişlemesine, hatta üretilmesine öncülük eden kişi olma şansına sahiptir. On yedi yıllık “öğretmenlik” deneyimimde öğrendim bunu, ama bir şerhle: Öğretmenin öğretmenliği, ancak öğretim-öğrenim sürecinde kendisi de öğreniyorsa bir anlam ifade eder. Marx’ın “Eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiği” ifadesi ancak bu şekilde yorumlanabilir: Eğiticinin “daha üst düzey” bir eğitici tarafından değil, bizzat eğittikleri tarafından eğitilmesi gerekir. On yedi yıllık “öğretmenliğim” boyunca çok şey öğrendim. Çok zor bir şey değil bu, yeter ki öğrencilerinize size bir şeyler öğretme fırsatı verin. Öğretmenlik hayatım boyunca çok kalabalık birkaç sınıfım hariç, hiç sınav yapmadım. Sınav denilen şeye inanmıyorum: Sınav olsa olsa “başarı” ölçer, ne öğrenmiş olduğunuzu ölçmez asla. “Başarılı” öğrenciler yetiştirmek gibi bir niyetim ya da iddiam olmadı; kendim de “başarılı” olmaya heveslenmedim hiç. Ödev kavrayışı ölçmekte (neden ölçüyorsak zaten – ama bu başka bir yazının konusu) daha faydalıdır her zaman. Öğrencilerime bir ödev verdiğimde hep “Bana bilmediğim bir şeyler yazın,” derdim. Böylece herkes bu (aslında sevimsiz) ödev meselesinden bir şeyler öğrenmiş olarak çıkabilecekti. Kuşkusuz intihal meselesini bu konunun dışında tutuyorum. Maalesef internet ve giderek yapay zekâ çağında, intihali kontrol etmek giderek daha zor, hatta imkânsız oldu. Ama belki de bunda bile bir hayır vardır: İntihalin kendisine bir şey kazandırmayacağını (“başarı” kazandırır belki, ileride ne işine yarayacaksa), ihtiyacı olan şeyin bilgi ve eleştirel bir kavrayış olduğunu fark eden öğrencileri diğerlerinden ayırmaya yarayabilir. Ödevini Chat GPT’ye yazdıran (ya da internetteki bir yazıdan çalan)2 öğrenciyi tanıyabilirsiniz kolayca. Üstelik bu tanımadan siz de bir şeyler öğrenirsiniz. Ama, teknolojinin geldiği aşamada, bunu kanıtlayamayabilirsiniz. Sağlık olsun. Kanıt niye gerekiyor ki zaten; sınıf mahkeme olamaz, öğretmen de savcı, yargıç, ya da gardiyan değildir. |