Giriş, Familia Delenda Est, s.19-21
Marx, ailenin, daha sonra toplum ve devlet içinde geniş ölçekte gelişecek olan tüm antagonizmaları bünyesinde embriyo halinde barındırdığını gözlemlediğinde, bilinenden daha derin bir şeyin üstüne basmıştı aslında. Devrim, temel toplumsal örgütlenmeyi, biyolojik aileyi –içinden iktidar psikolojisinin her zaman kaçırılıp topluma sokulabileceği o bağlılığı– kökünden söküp atmadıkça, sömürü solucanı asla yok edilemeyecektir. Tüm sınıf sistemlerini gerçekten ortadan kaldırmak için sosyalist devrimden daha büyük –onu da kapsayan– bir cinsel devrime ihtiyacımız var.
Shulamith Firestone, Cinselliğin Diyalektiği, 11-12
Put Kırıcı Olarak Sözleşme
Türkiye Cumhuriyeti, 12 Mart 2012 tarihinde İstanbul Sözleşmesi’ni veya “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”ni onaylayan ilk ülke oldu. Sözleşme 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girdi. Sözleşmenin onaylanmasından neredeyse dokuz yıl sonra, 20 Mart 2021 tarihinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, herhangi bir ulusal veya uluslararası mutabakat arayışına dahi girmeden, bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Türkiye’nin sözleşmeden çekildiğini açıkladı. Erdoğan yanlısı medyada –ki artık neredeyse tüm ana akım medyayı kapsıyor– ve hükümete yakın politik çevrelerde süregelen tartışmalardan bu hamlenin eli kulağında olduğu belliydi. Erdoğan’ın iktidar çevresi içinde yer alan ya da onu destekleyen radikal İslamcı, milliyetçi, popülist ve açıkça faşist unsurlar, yaklaşık bir yıldır bu hamleyi kışkırtmak için hararetli tartışmalar ve gerekçeler icat ediyor ve uyduruyorlardı. Farklı ideolojik konumlardan geldiği varsayılan tüm bu argümanlar temel olarak aşağıdaki beş noktada birleşiyordu:
1. İstanbul Sözleşmesi daha baştan “yerli ve milli” değerlere aykırıdır, asla onaylanmamalı ve / veya uygulanmamalıdır.
2. Kadını açıkça erkeğe tabi kılan, toplumsal alandan ziyade eve hapseden ve kadının rolünü sadece anne ve ev kadını olarak kutsayan, ancak toplumdaki rolünü eşit olarak kabul etmeyen Kuran’ın kelamına aykırıdır.
3. Eşcinselliği ve “LGBTQ+”yı teşvik etmektedir – ancak bu tartışmaların çoğu, bu kısaltmanın aslında bir “örgüt” ve ahlaksız olan her şeyin simgesi olduğu şeklindeki yanlış bir anlayışa dayanmaktadır.
4. Zaten bir işe de yaramıyor. Nitekim, uygulanmaya başlamasından bu yana geçen yedi yıl içinde kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddet azalmak yerine hızla arttı.
5. Kadınlara aile dışında bir birey olarak var olma fırsatı vererek aile kurumunun altını oyuyor.
Bu cüretkâr hamleye şaşıranlar herhalde bu dünyada yaşamıyorlardı; ya da (eğer çok masumsalar) daha da şaşırmaları gerekirdi. Çünkü İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasından yaklaşık altı ay önce, Haziran 2011’de, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı lağvedilmiş ve birçok kadın örgütünün karşı çıkmasına rağmen “Kadın” kelimesi tamamen kaldırılarak Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na dönüştürülmüştü. Asıl şaşırtıcı olan, AKP ve daha sonra sadece Erdoğan iktidarının gerçek niyetleri İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasından önce bile belli olmasına rağmen, bu sözleşmenin yaklaşık yedi yıl yürürlükte kalabilmesiydi.
Peki ama neden bu kadar gecikti, diye sorulabilir tabii. Bunun başlıca nedeni popülist rejimlerin yapısal olarak halkı memnun etme gereği ile otoriterlik / faşizm arasındaki tahterevalli üzerinde varlık bulmasıdır. Sözleşme imzalandığında, Erdoğan’ın fanatik takipçilerinin yanı sıra hem ılımlı muhafazakâr hem de birazcık liberal kadınların desteğine ihtiyacı vardı, çünkü az çok yönetebilse de böyle bir destek olmadan hâlâ hükmedemiyordu. Ancak Temmuz 2016’daki “Allah’ın Lütfu Darbe Girişimi” sayesinde işler tersine döndü: “Darbe”nin hemen ardından gelen şiddetli baskı dalgası sayesinde Erdoğan, artık istediği gibi hükmedebiliyordu, ama yönetemiyordu. Çünkü çok ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücünün neredeyse tamamını komploya karıştıkları gerekçesiyle savurgan bir şekilde çöpe atmış, yani ya zorla emekli etmiş, ya hapse atmış ya da ülkeden kaçmaya zorlamıştı. Çünkü faşistlerden, aşırı milliyetçilerden ve “derin devlet” unsurlarından oluşan yeni müttefikleri, kaba kuvvet ya da “güvenlik odaklı” vasıfları dışında, “yönetmek” için hiçbir niteliğe sahip değildi. Çünkü fanatik çevresi ve artık ittifak halinde olduğu milliyetçi ve faşist azınlıklar dışındaki desteğini artırma şansı artık kalmamıştı. Nitekim bu destek o zamandan beri giderek kan kaybetti ve 2023 Başkanlık ve Meclis seçimlerinde 2000’li yılların başlarından beri en düşük seviyeye ulaştı; ancak bu bile Erdoğan’ın az bir farkla Başkan seçilmesini engelleyemedi. Mecliste ise partisi AKP artık çoğunlukta değil ve herhangi bir karar alabilmesi için çeşitli faşist ve kendisinden daha aşırı İslamcı partilerin desteğine muhtaç. Bu da İstanbul Sözleşmesi’nin sınırlı korumasını bile kaybetmiş olan kadınlar açısından (daha) tehlikeli bir dönemin başladığına işaret ediyor.