ISBN13 978-605-316-085-4
13x19,5 cm, 376 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Mimar Sinan: Tarihsel ve Muhayyel, 2020
Korku Metropolü İstanbul, 2022
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Özlem Gülçiçek, "Yıkarak yapmak", Birim Dergisi, Sayı 386 - Haziran 2021

Yıkarak yapmak düşüncenin, sorgulamaya ve eylemeye meyyal düşüncenin, en yapıcı duraklarından, dayanaklarından. Bazen kendiliğinden, fark etmeden akan bir pratik; bazen zor ve cesur kararlar gerektiren bir yol ayrımı; bazen de durup uzaktan bakınca zaten yıkılmış, belki hiç varolmamışı görebilmenin getirdiği yeni ihtimaller. Çokça tesadüf ama teyelliler de birbirlerine. Hiç yıkma deneyimi olmayınca başka birikim ihtimallerini de görmek, tanımak hatta göz göze gelmek bile kolay değil. Bazı sıkışmış hayatlarda ve bazı sıkışmış zamanlarda çatışmasız bir değişim mümkün değil, çatışmasızlığın kendisi bir yıkım hatta. Muhayyel bir huzurun kollarında bir büyüyüp küçülen bir kafes. Öte yandan biriktirdiklerimizi tahakküme esir etmeden paylaşmanın, yıkmadan dönüşmenin de ihtimalini, güzelliğini unutmamak gerek. Yıkarak yapmak hem merakla bakmak da demek, yapmak için yıkmak da gerek. Ama zor iş, nihayetinde kaosta yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Haliyle yoruluyoruz, yıkmaya ve yapmaya eş zamanlı devam ediyoruz.

Uğur Tanyeli’nin tazeliğini hâlâ koruyan, görece daha kıyıda kalmış kitabı Yıkarak Yapmak, Anarşist Bir Mimarlık Kuramı İçin Altlık hep dönüp dolaşılası bir tefekkür yeri. Sadece anarşist bir mimarlık kuramı için altlık değil, mimarlığa ve mimarlık tarihine ilgisi olmayanları da hızlıca ve kolayca içine çekecek, başka tartışmalara “altlık” olacak, derinleştikçe hem “maddesel” hem politik olarak yoracak bir kitap. Pek çok açıdan zihin açıcı, tırmalayıcı, rahatsız edici, meraklısına “öğretici” ve yön gösterici. Tanyeli çok üretken bir yazar, pek çok çalışmasından izler barındıran ama başlığının –değişse de– geçmeyen cazibesindeki gibi alanına sıkışmayan, başka düşüncelere ve sorunsallara zıplama olanağı/zorunluluğu sunan bir çalışma. Öyle ucundan mimari tarihi ve “star” binalar, mimarlar ve mimari yaklaşımların meraklılarına takdim değil.

Mimarlık tarihindeki totaliter eğilimleri ve ezberleri ortaya dökmeyi ve yıkmayı amaçladığını söylüyor Tanyeli. Düşünsel olarak da hem modernizm hem postmodernizm eleştirisinde sürekli bir “konfor yıkma” hali var. Üstelik Teber’in Tanpınar’ı eleştirdiği sahte şefkatle de yapmıyor. Daha çok sorumluluk, “çalışkanlık”, cesaret koymanın da “yıkarak yapma”nın imkânlarının da kadri pek bilinmediğinden de gerekli belki zaman zaman. Bunu hırçınlaşmadan, sürekli kendi derdini öncelemeden, kendi derdini merkeze almak için meseleleri araçsallaştırmadan yapmak ise hiç kolay iş değil. “Ne yapmalı” ve “nasıl yapmalı”ları yıkmak da “yapma”nın bir parçası ama yıkmanın şehvetine de kapılmamak gerek. Zaten Tanyeli öyle naif bir her şeyi yıkalım romantizminden bahsetmiyor elbette, bu meselenin ne kadar geçişken, değişken olduğunu ve bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini anlatıyor. Geçmiş nostaljisi, “güzel geçmişimiz”in farklı ideolojilerde farklı güzellemeleri, her şeyi bilen “adamlar” hâlâ çokça olduğundan, bu bilen öznelere karşı savaşı daha baskın Tanyeli’nin. Meltem Ahıska’nın –Lowenthal’a atıfla– İstanbul’a dair nostaljiler için sadece acısı alınmakla kalmayıp bir de üstüne şeker serpiştirilmiş kültürel sermaye benzetmesi rahatlıkla genişletilebilir. Bu muhayyel güzel geçmiş değişimin önüne tıkayan gizli ve ciddi bir tehlike. .

Eleştirel bakmayı, eleştiri yapabilmeyi, özellikle o “her şeyi çok keskin bilen özne”lere karşı koymayı merkeze alıyor, sivrileşiyor Tanyeli. Daha da geriye götürülebilir ama yıkmak ve yapmak hep gündeminde. Daha 1998’de “Üç Kuşak Cumhuriyet”te “Yıkarak Yapmak” ve “Yeni Topluma Yeni Konut” yazılarında Geç Osmanlı’dan bu yana –genelde– beceriksiz yıkma ve yapma deneyimlerini anlatıyor. Ama itidalli ve saygılı bir dili de bırakmıyor. “Geçmişimizdeki” şarihlerden, şerh kültüründen sık sık şikâyet ediyor, yeni fikir üretememekten, güvensizlikten, şarihliğin bile az üretilmiş olmasından da yakınıyor; cesaret talep ediyor. Bu talepler iktidara ve konfora karşı çok önemli ama yer yer “post-truth”a götüren orijinallik takıntısının tehlikelerinden pek bahsetmiyor ya da bunları öncelemiyor. Öğrencilerine hep söylediği “beni uslu uslu dinlemeyin, karşı çıkın” yönlendirmesi, bundaki samimiyeti muazzam tabii, öncelikli mesele de bu. Ama ironik bir şekilde entelektüel iklimde de sıkça gördüğümüz orijinal ve “muhalif” olmanın polemikçi, eril ve hadsiz narsisistik dilini göz ardı ediyor. Zor iş, iyi niyetle yapılan pek çok büyük mücadele kibrin ya da duygu sömürülerinin lehine olabiliyor zaten. Ama en azından teyakkuzda olmak gerek.

“Mimarlık tarihi tarihyazımının inşası”nın pek çok başka konuya/disipline güzel metaforlar sunduğu aşikâr. (Kojin Karatani’nin lafıyla mimari iradenin felsefede saplantı derecesinden tekrarlanması da boşuna değil.) Kitabı mimarlığın fosilleşmiş ve çatışmasız biçimlerde düşünülmesinin bir zorunluluk olmadığı fikriyle yazdığını söylüyor Tanyeli. Uzun vadede beş yüzyıllık geçmişte, kısa vadede son yüzyıllık dönemde üretilmiş mimarlık düşüncesiyle “yıkıcı” yüzleşmeler talep ediyor. Mimarlığın aslında ne kadar yeni bir icat olduğunu oldukça uzun anlatması boşuna değil çünkü bunun bir icat olduğunu anlamaya başladıkça hem sorgulamanın veçheleri hem sorular yön değiştiriyor. Onu dinlemeye aşina olanların gayet iyi bileceği şekilde “lecture” vermek hiç tarzı değil, katılımcı “öğrenciler” istiyor. Başkalarıyla tartışamadığınızda kitaplarla tartışırsınız diyordu bir konuşmasında, bu kitapta bolca tartışma imkânı var Tanyeli ile! Abril’in 6 Partitas’ı gibi gerilimli ama cazibeli bir tartışma. Mimari disipline çok aşina olmayanların da takip edebileceği bir dille yazmış Tanyeli. Elbette belli bir araştırma ve yeni sorgulamalar bekliyor ama yönsüz bırakmadan, el uzatarak. Her referansını açıklamıyor, bazen bilmece çözer gibi takip etmek ve dikkati hiç bırakmamak gerekiyor. Acı sözlerini müstehzi diliyle gölgeliyor, “yıkmak için yıkmak” edasında konuşmuyor. Yoğun bir karşı çıkma duygusu uyandırıyor, daha doğrusu kışkırtıyor. Mimarlık ve “müellif”liği anlatırken konunun edebiyatta, müzikte, felsefede, politikada izdüşümlerini aklımıza getiriveriyor. Kitap boyunca karşımıza çıkan bir “yöntem” ya da refleks” oluşuyor.

Yıkarak yapmak, mimarlık teorileri kitabı değil ama farklı teorilere bakış için de bir altlık oluşturuyor; mimarlık teorilerine bakarken teyakkuzda olunması gereken alanlar için eleştirel düşünce silahları sunuyor. Tanyeli sonrası zamanlarda “kadim” mimarlara ve mimarlıklara hayran bakışımızı korumak neredeyse imkânsız. Zaten Tanyeli hep söylediği gibi abartılı hayranlıkları ve büyük anlatıları sevmiyor. Bazı bilmelerimizi/ezberlerimizi yıkmak ve neden böyle olduğunu anlamaya çalışmak, yanlış sorularla ve cevaplarla kahrolmamızı da engelleyebilir belki diye mütemadiyen yeni örneklerle geliyor. Mimarlık alanında egemen iktidar yapılarını, söylemleri, önyargıları sorguluyor ve bu “saçmalıklar”ı ortaya dökmeyi hedefliyor, mimarideki totalitarizm meselesine saldırıyor. Neden bir mimari kuram değil de sadece kuramsal bir altlık olduğu da bununla ilintili aslında. Büyük anlatılar yerine mikro kuram metinleri hedeflemiş. Ama bir şekilde “uzak mefkure”ye alan açan bir altlık.

“Önsöz yerine” bölümünde açıkça belirtmiş derdini Tanyeli. Yıkmakla yapmanın içsel bir bağlantısı elbette var ama bu “yeninin eskinin boşalttığı epistemik vakumda inşa edildiği” demek değil. Yapma-yıkma dikotomisini mimarlık anlamında neden ısrarla vurguladığını detaylı bir şekilde anlatıyor. Pek çok başka disiplinde, pek çok başka örüntüde de karşımıza çıkan ve genelde verimsiz bir eskiye karşı yeni sıkışmışlığına giden hal. Kitap boyunca “inşa etmenin” imkânlarını ve yapmak-yıkmak meselesinin mimariyle sınırlı kalmayan sorgulamalarını tartışıyor. Herhangi bir kavramı eleştirel düşünceye “maruz” bırakmanın kaçınılmaz sonucu olarak çelişkiler saçılıyor. Ama çelişkilerin yarattığı imkânı unutmamak lazım. Çelişki sorgulanırsa değişime el veriyor, nadiren oluyor elbette ama sahih ve salih değişim de çokça/ancak böyle oluyor.

Kitabın bölüm isimleri de içindeki çatışmayı ve “iddia”yı yansıtıyor; “Kurucu Efsaneler, Mimarlık Kelepçeleri ve İmkânlar”, “Yeni Bir İcat olarak Mimarlık, Yenilik, İcat, Yaratıcılık ve Diğer Mimarlık Mucizeleri (!), Unutulmayan Oryantalizm, Gölge Boksu olarak Oksidentalizm, Kutsallık İllüzyonları, Kamusallık ve Kaos” bazıları.

Mimarlığın İcadı, Mimarinin Tarihi

“İcat olarak mimarlık” çok önemli çünkü sadece mimarlığın icadını değil, “oluş” meselesini takip edebileceğimiz bir inşa. Aslında 1980’lerden bu yana daha yakın olduğumuz eleştiriler ama çok farklı cenahlardan yine ve yeniden bu icatların eklemlenebildiğini düşününce neden yer yer bu kadar hiddetli olduğunu da anlayabiliriz Tanyeli’nin. (Türkiye’de bu icadın en çok tekrarlanan tezahürlerinden biri Mimar Sinan. Tanyeli için okul yıllarından bu yana hep gündeminde bu sorunsal, 2007’deki “saçmasapan” tartışmalara hiddetine rağmen bile bırakmıyor tartışmayı, çalışmalarını çok daha genişleterek ve derinleştirerek Mimar Sinan - Tarihsel ve Muhayyel’de zenginleştiriyor. Elbette Sinan’a dair çocukluğundan beri devam eden “takıntı”sı da etkili ama “yapma”ya inancının da bir göstergesi gibi.)

Tanyeli ile mimarlığın icadının kronolojisini izlemek zihin açıcı olduğu kadar eğlenceli de. Vitruvius’un, Alberti’nin, Vasari’nin başka, mimarlığı dünya coğrafyası ve insanlık tarihi genelinde ele alan ilk kitabın (1721) sahibi Fischer von Erlach’ın bambaşka mimarlıklar anlattığını görüyoruz. (Adı Almanca ama kitap Fransızca! Büyük Friedrich’in “Alman Edebiyatı” üzerine olan kitabını Fransızca yazması ve “bu Almanca çok barbar bir dil, ne edebiyat yapılır bu dille ne felsefe” demesinden hemen sonra Schiller ve Kant’ın gelmesi gibi.) Geniş coğrafyalara ve zamanlara yayılan bir gezintiye çıkıyoruz. İlk mimarlık müzesi diyebileceğimiz John Soane Müzesi’ni de gezdirirken zenginleşiyor mimarlık tarihi. (Birikmek ve İstanbul’daki müzemize de selamla.) Pugin ile Cansever’i, nostaljinin seküler örneklerinden Mebes’i birlikte düşünmeye davet ediyor, Schmitthenner’in Goethe Evi’ni pek de masum olmayan bir açıdan anlatıyor. Bu nostalji meselesinin çoğunlukla zararsız “duygusal” bir durakta kalmayacağını ve totaliter eğilimlere merdiven olacağını da sık sık hatırlatıyor. (Başka çalışmalarında da bunu hep vurguluyor; “Olumlamak isteyerek geçmişe bakmak, hangi geçmişe bakarsanız bakın unutulmalıdır”. Levent Yılmaz’dan ödünç alarak “Geçmiş nedir, ne işe yarar?” sorusu çokça sevimsiz araçsallaştırmalardan örülü oluyor.) O bitmek bilmeyen cennetten kopmuşluk savının “inşa”sını ve zaman zaman nasıl bir tıkanıklık yarattığını Simmel okumasıyla yorumluyor. Yere ve arkitektonik olana sabitlenmiş mimarlık tahayyülü bu kadar aşınmışken Nereidler Anıtı’nın “nerede” durduğunu hâlâ esas mesele tutmak kısır da bir döngü, ısrarla gösterdiği gibi. Sarkis’in Cage ve Ryoanji’ye uzanan çalışmasını mimarlığın nerede başlayıp nerede bittiği ile düşününce zaten zemin daha da kayganlaşıyor.

Mütereddit Modernler

İcatlar elbette farklı şekillerde de olsa bir önceki icatçıları rahatsız ediyordu, neredeyse konuşulmayan bir ortak dil/arketip kuruluyordu. Tanyeli farklı mimari örüntülerin farklı coğrafya ve anlayışlarda izleklerini daha önce de arıyordu. Mütereddit Modernler’de birlikte incelediği beş mimar bu anlayışı farklı disiplinlerle harmanlanmış bir haritada gösteriyor; Sedad Hakkı, Schmitthenner, Pikionis, Fathy ve Correa’yı bir araya getiriyor. Modernliği sevmeyen müteredditler onların ürünlerini seviyordur, yine ne çok bildiğimiz bir örüntü. Ezeli ve ebedi bilginin yitiminin sızısı ve imkânlarının çatışması ve yer yer şaşırtıcı derecede sadece görmek istediğini görmeyi becerebilmesi. Sedad Hakkı yerli mimarinin henüz vücut bulamaması nedeniyle ecnebi etkilerden yakınırken “Hususi olarak ev veya bina yaptıran eşhas da kısmen kültür noksanlığından, kısmen de numune fıkdanından dolayı tamamen taklit yolunu tutmuşlardır” diyordu. (Edhem Eldem “Sedad Hakkı Eldem Olunmaz, Doğulur (mu?)”u anlatırken bu “yerlilik” tutkusuna dair de ipuçları vermişti.) Sedad Hakkı nadiren rastladığı derecede mimari ilgisi olduğunu söylediği Lütfi Kırdar’ın yaptırdığı Taşlık Kahvesi (1947-1948) için Avrupai, modern Türklerin kullanabileceği bir bina olarak düşünüldüğünü söyleyecekti!

Mimarlığın Rolleri, Rollerin Mimarlıkları

Tanyeli mimarlık icadını yeniden tarif ederken metropolleşen dünyada mimari rolleri detaylandırıyor. Elbette geçişmeli roller; tasarımcı olarak mimar, işadamı olarak mimar, emekçi olarak mimar, akademisyen olarak mimar, star/şöhret olarak mimar (bu da kuşaktan kuşağa değişmektedir), bürokrat/teknokrat olarak mimar, kanaat önderi/aktivist olarak mimar yer değiştirir. Çoğu mimarlık rolüne de “mağdur” rolü eşlik ediyor; anlaşılamamak, kıymet bilinmemesi, fazla doğrucu olunması, “zorunluluk, ezilmişlik” şikâyetleri sık sık karşımıza çıkıyor. Bazı roller tanımını bile kaybediyor, bazen tasarlamaya bile gerek kalmıyor; Rogers, Hadid, Gehry, Foster’ın imzaları yetiyor ve mimarlıkla ilgisi olmayan pek çok kişinin de yakından tanıdığı isim/markalar olarak daha önceden tasarlanmış olanın tasarım niyetine satın alınmasına yetiyor!

Yine, Yeniden mimarlığın ve Dehanın “Öz”ü

Mimarlığın “öz”ü Tanyeli’yi çok meşgul eden bir konu ve Tanyeli özcülük meselesini çok erken sorgulayan mimar düşünürlerden. Mimarlıkta özcülüğün inşasını ve farklı tezahürlerini okurken başka özcülük inşaları da zihinde canlanıyor kolayca. Osmanlılık, Türklük, Almanlık, Japonluk, İslâm özü gibi her çeşit özcülüğe Tanyeli topyekûn ve derinlikli bir savaş açıyor. Yineleyerek yenilemede abartılı özgüncülüğe olan eleştirilerini, hatırlamanın formlarını, bu remikslerin sorunlu olmadığını da hatırlatıyor. Öz ile birlikte yürüyenlerden deha kutsalını, mimarlıkta yaratma ve tanrısal yeti inancının neden bu kadar problemli olduğunu bu ilişki özelinde de açımlıyor. 300 yıllık dediği “yaratma” dilinin uydurulmuş olduğunu ve birikimin, geleneğin ve inşa olarak diğer yetilerimizin farkına varmamızı da ısrarla vurguluyor. “Evrensel değerler panteonu”na girmek için çabalamak da bu zincirin başka bir halkası. Öz meselesi neredeyse her zaman ötekinin kötülüğüne ve bozma tehdidine dokunmadan var olamıyor.

Yakınlarımızdaki Mimarlık Özleri

Tanyeli’nin bu konuya tekrar tekrar dönmesi tesadüf değil. Topraklarımızda ve “tarihimizde” bol bol malzeme var bu alanda. Bülent Tanju’nun özenli derlemesi Tereddüd ve Tekerrür’de, 1873-1960 arasından metinlerden de neredeyse gülünç derecede kolay takip edilebilir; örneğin “birdenbire zuhur eden bir dahi Osmanlı mimarlığının esaslarını ihtira ile tesis etmiş, ama o özden olmayan ecnebiler mimarlığımızın özlerini tagyir ve ihlal ederek aslolanın saflığını meleze yani sahteye dönüştürmüş ve ehil olmayan ve rağbet-i umumiyye’yi izleyen Ermeni milletine bırakmışlar”dır. Başka çarpıcı bir örnek dönemin Umur-ı Nafia Nazırı ve Osman Hamdi Bey’in babası İbrahim Edhem Paşa’nın başkanlığında bir komisyon tarafından 1873 Viyana Sergisi (fuarı) için hazırlanan Usul-i Mimari Osmani’sinde karşımıza çıkar; Üçüncü Ahmed çeşmesi bölümünde, Osmanlı milletine kendi öz sanatlarına ve sanatkârlarına yeteri kadar ilgi ve saygı gösterse, fıtri ve herkesin müsellemi olan istidat ve kabiliyyeti maderzahları sayesinde “yeniden” sanat alanında ünlenecekleri hatırlatılır! Azap Kapı Çeşmesi bölümünde ise Üçüncü Ahmed’in yeni mimari teknikleri uygulatmak için getirdiği birkaç Fransız “mühendis”ten sonra pek çok Fransız “mimar”ın zengin olmak için Türkiye’ye doluşmasından, Osmanlı tezyinatını bozmalarından, Osmanlı mimarların eski usul (asıl’ın çoğulu olması da dikkate değerdir) ve kuralları unutmalarına sebep olmalarından, şöhret-i kazibe kazanmış olan Ermeni milleti mimarlarından Rafael ve öğrencilerinin değersiz birtakım eserlerinin ortalığı kaplamasından yakınılır! Bu sergideki Rus, Japon ve İtalyan pavyonlarının hamaseti de ihtimal çok farklı değildir. (Sergi ve kültürel kimlik ilişkisi açısından Göksun Akyürek’in “Sergi-i Umumi-i Osmani ve Sonrası” çalışması ile dönem zenginleşiyor.) Birinci ulusal mimarlık akımının öncülerinden Mimar Kemaleddin Bey Türk mimarlık sistemi inşa ve tezyinde sağlam temeller üzerine kurulduğundan Bizans’ın tesir icra edemediğini söyler! Görece açılan alanlar da olur zaman zaman; Celal Esad Osmanlı sanat-ı nefisesinin Arap, Acem ve Bizans sanatlarının aguşunda doğmuş ve yine onların tesiri altında büyümüş bir sanat olduğundan bahseder, ama çokça azınlıktadır. Hülasa, sayısız ve gülünçlükle tedirginlik arasında gelip giden örneklerimiz gayet zengindir!

İşlev-Biçim Paradigması

Kitabın en çarpıcı bölümlerinden biri “işlev-biçim paradigması” pek çok galatı meşhura çarpıcı örneklerle karşılık veriyor, “okuru biçim ve işlevin hiç de deterministik olmayan ilişkisinde tarihsel bir gezintiye” götürüyor. Mimarlıktaki “biçim işlevi izler”in klişelerine göz açtırıyor. Yedinci yüzyıl sonlarına doğru yapılan Kayveran Camii ile benzer zamanlardan Emeviye Camii neden bu kadar farklı? Başka coğrafyalarda yapılan cami ve kiliselerdeki farklılıkları nasıl açıklayacağız? Ya da benzerlikten gidersek Sultan Ahmet Camisi ile Kahire’de Mehmet Ali Paşa Camisi’nin farklı coğrafyalarda ve iki yüzyıl farkla daha çok farklılaşması gerekmez mi? Başka bir “çelişki” Ayasofya ile Süleymaniye’nin plan düzenindeki benzerlikler, farklı “işlev”ler ve neredeyse bin yıl fark! Zaten dönüşümler de bunu anlatıyor. Kurtuba Ulucamii Cordoba Katedrali’ne dönüşebiliyor. (Ya da bazen –her şeye rağmen– dönüşmüyor, Khora özlemle –perdelerin arkasında da olsa–- gerçekliğini koruyor zarifçe; nerden baksa güzel, nerden baksan güzel inceliğiyle.) Fabrikalar kültür merkezi, elektrik santralı ise okul olabiliyor. Kiliseler de işlev-biçim determinizmine oyun oynuyor. II. Dünya Savaşı’nda yıkılan yapının yerine modern Coventry Katedrali geliyor. Yine 1950’lerden Ronchamp Şapeli’ni aynı “amaç” için kullanabiliyoruz. Mendelsohn’un Einstein Kulesi “malzemenin doğasına sadakat”ın neresinde? Sancaklar Camisi’nin zarafeti yenilikçi mi arkaik mi? Tadao Ando’nun apsisi doğaya açılan Su Üzerindeki Kilise’sini hangi işleve oturtacağız? Muazzam fikirler, ama işlev değil ilhamı veren. Tanyeli çoğunlukla 18. yüzyılla birlikte bu tür bir işlev epistemesinin oluşmaya başladığını söylüyor. Louis Kahn’ın pek sevilen “tuğla”nın arzularının belirlenimciliği zaten parodi bile sayılmaz ona göre. Yine ne kadar tanıdık. Mimarlıkta hiçbir kavramın ebedi bir dayanıklılığı olmadığını, kavramların uzun tarihsel süreçlerde inşa edildiğini, ezeli ve ebedi olmadığını bitimsizce açıklamaya çalışıyor. Zaten “tasarım” çağında bazı kavramlar kendiliğinden kayboluyor. Hemen bir anoloji anımsatıyor; Kant’a göre insan aklının sınırları evrensel, zorunlu ve aşılamaz idi, Foucault ise kimliklerin bize dayattığı sınırların tarihsel, olumsal ve aşılabilir olduğunu göstermişti. (Tanyeli’nin öğrencilerinden Gökhan Kodalak da Tanyeli’nin Heidegger ve Kant gibi düşünürlerin sabit ve içe kapalı kuramsal örüntülerine şüpheyle yaklaştığından bahsediyor.)

Başka Zamanlarda Eski ve Yeni

Tanyeli yenilik, icat, yaratıcılık meselelerinin inşasını sık sık ve farklı bağlamlarda ve zamanlarda irdeliyor. 18. yüzyıl divan şairlerinden Kami’nin taklitçilik kaygılarından, Nedim’in Kapudan Mustafa Paşa’nın Nüzhetfeza yalısı, Seyyid Vehbi’nin 3. Ahmet Çeşmesi, Enderuni Fazıl Bey’in Neşat-abad Yalısı için yazdıklarından izleyerek analiz ediyor. İlgili kelimeleri farklı dillerdeki etimolojiyle etüt ediyor. Aydınlanma’nın paradokslarına bol bol dikkat çekiyor; Winckelmann için Antikite’den uzaklaşmanın bizatihi bir yıkım olmasının eskiden yeniye gelindikçe “gelişme”ye ters düşmesi de çarpıcı örüntülerden değil mi? Eski-yeni kavgasının umutsuzluğunu anlatırken de yanına Poggioli’yi alıp dipsiz bir kuyuya sürüklüyor; gerilim artıyor, çözümleme de gelmiyor, havada asılı kalmanın rahatsızlığıyla baş başa bırakıyor. Neyse ki eskiyle yeninin farklı bir evliliği olan Verona’daki Castevecchio’yu anlatırken biraz nefes alıyor ve aldırıyor, sessiz bir ima görünüyor, yıkarak yapmanın imkânlarını –gizlice– izletiyor. Eski’den kopmayı bir zorunluluk haline getirmeden, eskiye de tapınmadan, farklı koşullarda ve bağlamlarda farklı dozlarda yıkmalara izin vermek, bazen dokunmak bazen düpedüz izinden gitmek. Satır arasında bir umut gibi. “Değişim yıkarak yapmaktır, yeni daima eski üzerinde kurulur, ama onu aşındıra aşındıra, başka bir şey kıla kıla, çarpıtarak” diyor.

Mimarinin Gözünden Doğu ve Batı

Tanpınar’ın deyişiyle Osmanlı’nın Batı’yı “tattığı”, Avrupa’ya karşı Osmanlı egzotizminin ilk örneklerinden Hatice Sultan’ın köşkü bağlamında 18. ve 19. yüzyıldaki –şiddetleri ve etkileri değişse de– Doğu ve Batı arasındaki bu merak ve egzotizm meselesini mimari üzerinden takip ederken, hep Doğu’nun edilgen tutulma halini de eleştiriyor. Bu “öcü” Batılı meselesinin geldiği halden ve geliş yolunun yanlışlığından da mustarip. Bazı postkolonyal eleştirilere neredeyse içkin olan bu edilgenlik ve değişmez kötü “Öteki” imgesini, Doğu-Batı dikotomisini de açımlamaya çalışıyor. Bu dikotominin sürekli beslenmesinin verimsizliğine dikkat çekiyor; bu iş ya “bizi biz kılan” takıntısına ya da Doğu’nun Batı olması çarpıklığına götürüyor. Ötekinden öğrenmenin, ötekini tatmanın zenginliğini ve güzelliğini kaçırmamak için teyakkuzda olmayı öneriyor, kültüre “doğada var olanlara insanın eklediği her şey” diye bakmayı salık veriyor. Kültürü biz yapıyorsak, biz inşa ediyorsak, malzemenin kökeni filan yok, bilsek de unutuyoruz işte. Aslında –pek çokları gibi bağırmadan– sorumluluk almaya çağırıyor Tanyeli net, aklı başında ve inançlı bir şekilde. “Öğrenmek değişmektir, unutmak da öyle” ve “Gölge Boksu Olarak Oksidentalizm”de bu meseleye devam ediyor. Holbein’in o bakmalara doyulmayan güzel resmindeki Osmanlı halısı bir prestij simgesi olarak karşımıza gelebiliyor mesela. Meselenin 20. yüzyıldaki yansımaları ise Tanyeli’nin de sık sık işaret ettiği başka bir Doğu-Batı ayrışmasına gidiyor. Katsura’yı Bruno Taut’un yazdığı haliyle değil de Kenzo Tange’nin modernliğin Japon mimarlığına içkin olduğu “okuması”yla, Sedat Hakkı’nın “Türk Evi”nin modernliği üzerine iddialarıyla, Bektaş’ın Mavi Anadolu topraklarında zaten “modern”liğin olduğunu savunmasıyla ve sonrası kuşaktaki hâlâ dinlediğimiz takipçileriyle analiz ediyor. Yine başka disiplinlerle, başka düşünürlerle ne kadar teyellenen konular? (Masa çok geniş olur tabii ama Yahya Kemal, Asaf Halet Çelebi ve Tanpınar’ın güçlü dilleriyle daha da emin olunarak kalkılırdı masadan. Yanlarındaki masaya da Ahmet Haşim ve Pugin otursa, deli oldukları eskinin geri gelmeyeceğinin acısını ve mürteci mimarlığı nasıl da abartılı ve ağdalı konuşurken!)

Tanyeli son yıllarda özellikle revaçta olan “Doğu’dan Öğrenen Batı” imgesine olan tutkuyu da bolca ortaya döküyor, öğrenmenin küçümsendiğini, oysa öğrenme ediminin bir yeniden üretme edimi olduğunu vurguluyor. Batı’nın tanımı değişiyor ama işte dönüp dolaşıp “öz”ümüz meselesine geliyor yine. Mağduriyetin nasıl çamurlu bir şekilde dönüşebileceğinin izleri görünüyor. (Afrika’da dekolonizasyon sürecinde direnişin bir veçhesi ve parçası gibi görülen “öz” kimlikçilik meselesi hâlâ nasıl vahşet saçıyor.) Yaranın olduğu yerden kanarsın metaforuyla yer yer görmezden geldiğimiz bir tehlike. (Belki de zaman zaman daha başka ve sakin bir yerden, mesela Sponville’den dinlemek, onunla konuşmak lazım.)

Kentin Mimarisinin “Kadın”la İlişkisi

Mimarinin konularından biri olan “kent” pek çok farklı karşılaşmanın alanı ve imkânı elbette. Tanyeli kadın ve kıyıda köşede kalanlar üzerinden bir ihtimale mesken yapmış kenti. Kadının kamusal alanda görünür olması çok yerde çok zamanda mesele oldu, kalabalık kamusal alanlar korkuları körükledi. Sayısız örnek var tabii, Tanyeli’nin dikkat çektiklerinden biri Şemdanizade’nin mesirelere giden nakısatü’l-akl nisvan taifesinin kamusal alanda nasıl da ahlaksızlaştığına dair veryansınları. (1730’da rical-ü nisa mahlût bu hallere, zevcden izinsiz temaşalar görmek ne güzel!) 18. yüzyıldan Risale-i Garibe metninde anonim yazar esir pazarında satın almayacağı halde kadınları elleyen erkekleri lanetliyor; mesirede evli kadının kamusal alana çıkışındaki namus kaybı kaygısı, öte yandan başka bir kamusal alanda –satın alacaksa gayet meşru olarak– ellenen kadınlar. Ellenen kadın erkeğin tapusuyla temizlenince artık ellenemez statüye gelir. (Mary Wollstonecraft’ın cesaretine ve “ahlaksız” kadınlara selam etmeyi unutmamış Tanyeli.)

Kadın kamusal alanda, kentte tehlikelidir; evinde, zevcini bekleyen anneye sevgi, hürmet başkadır elbette! Bu tarz kötü kadınlık ihtimalleri de kentte gelişir, filizlenir. 19. yüzyıl Osmanlı edebiyatı kamusal alanda görünür, biçare adamları mahveden bu “kötü kadın” tipiyle doludur, tabii bir sonraki asırda da devam edecektir bu durum. Bu sefer hem de entelektüel olacak ama bu meziyetlerini evinde kocasına ve çocuğuna saklayacak kadın tipi revaçtadır İntibah’takine benzer şekilde. Molla Davutzade’nin 1913’te yazdığı dört yüzyıl sonrasının İstanbul’unda geçen kitabında artık kadın erkek “eşitliği” sağlanmıştır, aynı işleri yaparlar, çalışırlar; ancak fabrikada farklı iki vardiyada çalışırlar, birbirleriyle karşılaşmazlar! (Falih Rıfkı da Roman adlı kitabında kadınlara benzer bir hakkın verilmediğini anlatacaktı yıllar sonra.) Kamusal mekânda hiç var olmamış çağdaş kadınlar düşleyen çocuk zihinli erkeklerden modern özne çıkar mı diye soruyor Tanyeli: “Özgürlük kamusal mekânlarda inşa edilir; ama saklanarak, kaçarak, göstermeyerek, riyakârlık yaparak değil; açıkça göstererek, direnerek, sevimsiz de olsa gerçeği dışa vurarak, doğru sözlülük ederek inşa edilir… Tanzimat romanlarının yaptığının aksine iyi cariyeler yetiştirerek değil, ‘serbest kötü kadınlar’ın kamusal mekânda görünme inadını sürdürmeleriyle kurulur” diyerek yanıtlıyor.

Bitirirken, İmkânlar?

Tanyeli “bitirirken” özgürlük ve mekân ilişkisine değiniyor ve mimarlık özgürleşme imkânları sunabilir mi, insan hakları kuran bir özne haline gelebilir mi diye soruyor. Mimarlığın örneğin çağdaş sanat gibi bir eleştirel platform olmaklıktan uzak olduğunu söylüyor. Helsinki’deki Kasbah ya da Europe in Africa gibi mültecisin sen mülteci kal temalarının birkaç arızi durum olmadığını hatırlatıyor. İmkânlar? Adalet saraylarımız, okullarımız, anıtlarımız, kutsallarımız bize sürekli kim olduğumuzu hatırlatmayabilir, Avrupa’da Avrupalı olmayanlara, Avrupalı olmadıkları mimarlığın araçlarıyla sürekli anlatılmayabilir diye öneriyor Tanyeli. Kent kimliğini de bundan azade tutmuyor, nasıl bir “İstanbul, İzmir, Denizli veya Kayseri” mimari kimliği de dayatılmamalı. Mies van der Rohe Farnsworth evi gibi farklı varoluş denemelerini öneriyor. Kitaptaki metodolojik yaklaşımını net bir şekilde söylüyor; “yasak dayatan, gidilecek zorunlu yollar çizen, ebedi gerçekler olarak nitelediklerine iman edilmesini öneren erişebildiği her fikri ve söylemi tarihyazımsal bir çözümlemeye tâbi tutmayı” deniyor.

Yıkarak Yapmak, Yıkmak İçin Dayanışmak

Vasari’yi, Winckelmann’ı, Çernişevski’yi okuma zevkini, eskilerinki gibi sevmek için yazmanın cazibesini azaltıyor ama o yanılsamadan çıktıktan sonra gerçek “sevgi” de mümkün hâlâ, sadece muhayyel bir geçmiş olmayan, kusurlu ama başka olan mümkün hâlâ. İskender Savaşır belki de eksik olduğunu bilerek hayata başlamak daha güçlü kılar insanı diyordu; “eksik”liğimizi baştan bilirsek her kaybedişte, her ihanette yeniden kalkmayı unutmayız belki. Bugünden yarına her çelişki çözülmez belki ama –Koçak’tan esinlenerek– her ahvalde tanımlanmış acı da yeniden ayaklanmaya bir dost olabilir.

Tanyeli’nin okullarda öğretilme şekline şiddetle karşı çıktığı Vitruvius ince işçilik adlı sekizinci kitabının başında eski yazarlara kıskançlık etmeyip bildiklerini bizimle kitaplar yoluyla paylaştıkları için teşekkür eder, başkasının emeğine konmak konusunda da uyarır. “Biz bunları alıp, daha akıcı ve kolay anlaşılır kitaplara sahip olacağız, sırtımızı dayayıp yepyeni başucu kitapları hazırlamaya cesaret edeceğiz” der. Vitruvius’un amacı ve bağlamı farklı da olsa Yıkarak Yapmak tam da buna alan açıyor. Gökhan Kodalak Tanyeli’nin değişime bakışında –değişmenin kendisine de bir aşkınlık atfetmeden– hem Simmel’in hem Spinoza’nın mütevazılığının izinde, yargılamadan anlama çabası görüyor, anomali ve anormal arasındaki farka dikkat çekerek. Sessiz bir dayanışma yine. “Durup ince şeyleri anlamaya” çalışırken kimsesizlik hissinin azalması gibi.

İnsanın, toplumun, daha doğrusu evrenin çok karmaşık ve çok katmanlı olduğunu zaten –en azından bir kısmımız– uzunca sayılabilecek bir süredir kabullendik. Ama artık neredeyse konfor alanına dönüşmüş bu katman “zenginliği” ve karmaşıklık hikâyesiyle sürekli tekrarlamaya ve serin sularda dolanmaya devam mı edeceğiz yoksa bu kara delikte “Yıkarak Yapmak” imkânlarını yeniden araştırmanın zamanı gelmedi mi? Yenilgiler ve ihanetler yeniden denemeyi zorlaştırıyor elbette ama sonuçta yine de yaşam bir şekilde en beklenmedik yerlerde bile fışkırıyor da bir yandan. Ucuz ve kaypak bir romantizme gitmeden, pespaye vicdancılık oyunları oynamadan, katı ve bilmiş bir rasyonalizme teslim olmadan yıkmak ve “yapmak” tahayyül edilemez mi? Elbette zehirli ya da yanıltıcı bir tarafı da var umudun ama onsuz –en azından– mütelezziz bir nefes ne kadar mümkün?

Bitirirken de kitaptan biraz uzaklaşıp, kitabın adını ilk okuduğumdaki cazibesine ve tetiklediklerine dönüyorum. Nezih Eldem gibi her şeyi “bilmeyen” insanların olmadığı, “bilen özne” kaynayan ortamlarda çatışmasız bir dönüşüm tahayyülü zor elbette. Bilmesiyle, diyetiyle hatta bazen sevgisiyle farklı şekillerde tahakküm kuran farklı formlardaki karşılaşmalardan gitmedikçe yapmanın imkânı yok çokça. Öte yandan bu yıkıntılara bakmanın pek çok kişi için dayanılmaz olduğunu da yadsımak her zaman mümkün değil. Ama her şeyin en iyisini bilen ya da şikâyetten mülhem özneler özgürlük alanına izin vermeyecek. Mesele hata yapmamak değil, hatada –makul bir süre sonra– ısrarcı olmamak, Eylemeyi denerken yenilince yeniden ayağa kalkabilmenin kıymetini de daha çok hatırlamak lazım. Haysiyet ve estetik eksikliği artan bir dünyaya dayanabilmek için daha çok dayanışabilmek lazım. Bilinç ve koşullar arasında ters orantı koyutlayan düşünme tarzlarına karşı teyakkuzda kalmayı unutmadan. Bir ağaç gibi değil de, yarı-kafes (semilattice) gibi dokunmak üzerine daha çok düşünerek ama orada da bırakmadan.

Yapmaya çalışmak, hele yıkarak yapmak, hata yapmak ihtimali, belki zorunluğu da demek. Hata yapmak da, yapma cesaretini de, güveni de kırıyor elbette. Sahih ve salih yapma denemelerinin çokça yenildiğini görmek, katı geleneğin ya da reaktif ve orijinallik takıntılı yıkmaların hâkimiyetini izlemek, eyleme ve inşa gücümüzü azaltıyor, bazen fark ederek bazen etmeyerek. Bu kitap da bir şekilde bir umut işte, duyguyla düşüncenin birleştiği nadir karşılaşmalardan. Bazı zayıflık anlarımızda gelen boşluk ve nafilelik duygusuna uzanan sağduyulu, mesafeli ama samimi bir el gibi, pek de rastlamadığımız türden.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X