Açılış bölümünden, s. 11-14
Altı-yedi yaşlarında küçük bir kızdım, kasabadan eve dönerken arabayla aslanların yanından geçerken çok korkardım. Lucifer’in de aynı şeyleri hissettiğinden eminim çünkü tam oradan geçerken birden hızlanıverirdi; ancak çok sonraları anladım ki büyükbabam tepeden inişte, tam da aslanların başını tuttuğu giriş yolunun oradan geçerken hayvana okkalı bir şamar vururmuş ve bunun nedeni büyükbabamın çok sabırsız bir adam olmasıymış. Zaten herkes bilirdi bu gerçeği.
Aslanlar sarıya boyalıydı ve ben bazen yalnız, bazen ağabeyim Jesper’le beraber arabanın arkasında sırtım büyükbabama dönük ayaklarımı aşağı sallayarak oturur, tepede kalan aslanların giderek küçülmesini seyrederdim. Başlarını çevirmiş sarı gözleriyle beni izliyor olurlardı. Aslanlar taştandı, taş kaidelere oturtulmuşlardı ama yine de dik dik bakışlarıyla içimi yakıyorlardı ve göğsümde koca bir delik açılıyordu. Yine de gözlerimi onlardan alamıyordum. Onlara değil de önüme, çakıllı yola bakmayı denediğim zamanlarda da midem bulanır, düşecek gibi olurdum.
“Bak geliyorlar şimdi! Şimdi geliyorlar!” diye bağırdı aslanlara karşı hissettiklerimi bilen ağabeyim, ben de tepeye bakıp geldiklerini gördüm. Oturdukları taş kaidelerinden kendilerini kurtarmış, koskocaman olmuşlardı. Bunun üzerine arabanın hızına bakmaksızın kendimi aşağı attım, çakıllı yola sürtüp kanattığım dizlerimle en yakın tarlaya doğru bir koşu tutturdum. Çitin gerisindeki ormanda geyik ve kızıl geyiklerin gezindiğini biliyordum, koşarken bu hiç aklımdan çıkmıyordu.
“Kızcağızı rahat bırak!” diye bağırdı büyükbabam. Koşmaktan vazgeçtim, otların çiğinden ayak bileklerime kadar ıslanmıştım, çıplak ayaklarımın altında anızları, kırık dalları ve toprağı hissediyordum. Büyükbabam yularını çekerek ata seslendi, araba durdu. Başını geriye çevirip sakallarının arasından Jesper’i küfür ve beddua yağmuruna tuttu. Büyükbabam öfkeli bir adamdı, bense eninde sonunda hep ağabeyimin tarafını tutardım, onsuz yaşayamazdım çünkü.
Otların arasından yürüyüp yola çıktım, geçip arabanın arkasına oturdum ve Jesper’e gülümsedim. Büyükbabam kırbacı şaklattı, Lucifer yola koyuldu, Jesper de bana gülümsedi.
Aynı yolda babamla yürüyorum. Noel yortusu. Dokuz yaşındayım. O gün hava alışılmışın dışında soğuk, yol boyunca kırağı düşmüş tarlalar ve çıplak kavak ağaçları görünüyor. Ormanın başladığı boz renkli alanda gri bir karaltı kımıldıyor, incecik bacaklarını kırmadan kaskatı hareket ettiriyor, yumuşak burun deliklerinden donmuş nefesi kesik kesik çıkıyor, bulunduğum yerden bile görebiliyorum bunu. Hava cam gibi, insan neredeyse eliyle dokunabilecek, bu yüzden de nesnelerle aramızdaki mesafeler kısalıyor. Başımda bere, boynumda yün atkı, ellerimi mantomun cebine sokmuşum. Ceplerimden biri delik, elim astara değiyor. Ara sıra başımı kaldırıp babama bakıyorum. Sırtında bir çıkıntı var, adeta bir kambur. Tarlalarda çalışırken oluşmuş, bir daha asla dönmem oraya demişti. Babam kasabada mobilyacı marangoz. Çiftlikten ayrılırken büyükbabam ona bir marangoz atölyesi vermiş.
Babam dişlerini sıkıyor. Başı açık yürüyor ve dosdoğru karşıya bakıyor çeperi kızarmış gözleriyle, kulakları buz tutmuş, adeta porselenden yapılmış gibi görünüyor. Kulaklarına bakmaktan kendimi alamıyorum. Kolu hareket ediyor ama tam kalkmadan öylece havada kalıyor, babam indirmek için zorluyor kolunu sanki. Yolu yarıladığımızda elimi cebimden çıkarıp babamın eline uzatıyorum, bakmadan tutuyor elimi, hafifçe sıkıyor, oysa bunu babam üşüdüğü için yapıyorum.
Aslanların oradan geçerken başımızı çevirmiyoruz, babam zaten dosdoğru karşıya bakıyor, bense aslanları görmemek için o yana bakmıyorum. Çiftliğe gidiyoruz. Annem zaten orada, amcalarım ve Jesper de orada, babam kaskatı yürüyor, pek de acele ediyor sayılmaz. Kasabadan üç kilometre uzaktayız, günlerden 24 Aralık ve ben yine de başımı çevirip o tarafa bakmaktan kendimi alamıyorum. Aslanlar kaidelerinde pırıl pırıl parlıyorlar, dün yağan yağmur donarak üzerlerini kılıf gibi kaplamış. Kılıfın içine hapsolmuşlar, tam da babamın kulakları gibi görünüyorlar. Bangsbo Çiftliği’ne giden ağaçlı yolun başında nöbet tutan iki porselen aslan; H. C. Andersen ülkenin kuzeyine, buralara kadar yolculuk yaptığında bu çiftlikte kalırmış, basık tavanlı salonlarda gezinen o yüksek şapkalı, içeri girip çıkarken hep başını eğmek zorunda kalan incecik adam.
Daha hızlı yürümeye çalışıyorum, babamın kulakları beni endişelendiriyor, soğukta donup düşerlermiş diye bir şey duydum, ne var ki babam temposunu değiştirmiyor. Kolundan çekiştirince bana kızıyor.
“Yapma, bırak!” diyor sertçe ve beni kendinden uzaklaştırıyor. Asylgate Sokağı’ndaki evimizin kapısından çıktığımızdan bu yana dudaklarından dökülen tek söz bu. Babam Jesper’i seviyor. Ben babamı seviyorum. Jesper beni seviyor ama hep kızdırıyor, karanlıkta hayaletlerle korkutuyor, yaz aylarında başımı suya batırıyor. Ben bunlara katlandıkça ona benzediğimi hissediyorum. Babamla ikimiz yürüyoruz, günlerden Noel yortusu, babamın kulakları porselenden yapılmış gibi. Soğuktan donup düşmelerinden korkuyorum, beş kilometrelik çiftlik yolu boyunca babam hiç dokunmuyor kulaklarına.
Vrangbæk yöresinde dört çiftlik var, hepsinin de ismi Vrangbæk, burası adeta küçük bir köy gibi. Burada yaşayan çok sayıda çocuk Understed’deki Vangen Okulu’na gidiyor. Ben bu çocuklardan biri olabilirdim ama değilim, buna memnun olmalısın diyor Jesper. Yol ağzından sola, tarlalardan geçerek Gærum’e giden yola sapıyoruz, sağa giden yol Nørre Vrangbæk’e çıkıyor. Taş duvarlı ilk ambarın önünden geçiyoruz, babamın yürüyüşü daha da yavaşlamış gibi, elimi sımsıkı kavrıyor. Döne döne ilerleyen yolun sol tarafı derin bir yamaç, yolun sonuna doğru yuvarlak taşlar dizilmiş, burası ilk bakışta bir çit gibi görünse de aslında yağmurlu havalarda toprak kayıp geçidi kapatmasın diye yapılmış. Biz yolun hemen kıyısında yan yana dizilmiş çiftliklerden en sonuncusuna gidiyoruz; önce tam ortasında gübre yığılı, taş döşenmiş geniş bir avluya gireceğiz. Her şey üzerine parlak cam cila çekilmişçesine donmuş vaziyette. Avludan sokak kapısına giden parke taşlar müthiş kaygan.