Giriş bölümünden, s. 7-9
Bir yüz vardı. Daha önce hiç görmemiştim, yine de kesinlikle tanıyordum onu ama şimdi aklıma gelince tatsız bir duygu uyandırıyor bende. Biri bana bir kadeh cin verdi. Zaten fazlasıyla içmiştim. Kadehi tutan elimi görüyorum, kadeh ağzına kadar dolu, sonra o yüz dışında hiçbir şey hatırlamıyorum ve şimdi kendimi bu kitapçı dükkânının kapısında buluyorum, alnımı cama dayayıp kapıya vuruyorum. Beni içeri almaları lazım. Ne kadar zamandır burada durduğumu bilmiyorum. Bu dünyada değildim, şimdi geri döndüm ve kendimi iyi hissetmiyorum. Neden kimse gelip içeri almıyor beni? Kapıya vuruyorum. Arkamda kaldırımdan insanlar geçiyor ama ben dönüp bakmıyorum, tek yaptığım yüzümü cama bastırmak, burnum yamyassı, gözlerimi kitap sıralarına dikiyorum. İçerisi karanlık ama dışarısı aydınlık. Sabah vakti, ensemde güneşin sıcaklığını hissediyorum ama arkama dönmeye cesaretim yok. O cin kadehi dünde kaldı; Oslo’nun merkezindeki bu sokaktan kilometrelerce uzakta.
Biri hafifçe öksürüyor ve şöyle diyor:
“İçeride kimsenin olduğunu sanmam. Henüz çok erken.”
Bu sesi tanıyorum, bitişikteki büfeyi işleten kadın. Yıllardır tanıyorum bu sesi. Kadın tam arkamda. Onu haziranda kalabalık bir cumartesi öğleden sonra Akerbrygge’nin orta yerinde gözlerim kapalı tanırım. 1981’den beri ondan Petterøe 3 tütün, Dagbladet ve Kvikk Lunsj çikolatası alırım. Sonra hatırlıyorum. Artık burada çalışmıyorum. Üç yıldır burada çalışmıyorum. Nefesimi tutarak hiç kımıldamadan duruyorum ve gitmesini bekliyorum. Nefes almamak iyi fikir, havayı içime her çekişimde böğrüm ağrıyor çünkü. Ama sonunda nefes almak zorunda kalıyorum ve gırtlağımdan ya da daha aşağıda bir yerden bir hırıltı yükseliyor, böğrümdeki acı da derhal geri geliyor. Akciğer kanseri, bundan eminim ve akciğer kanseri olduğum için, günlerim sayılı olduğu için o kadar üzülüyorum ki.
Arkamdan ses gelmediğine göre kadın artık gitmiş olmalı, burnumu cam kapıya bastırarak ağlamaya başlıyorum ve kitap sıralarına bakıyorum, anlaşılan ben işten ayrıldığımdan beri dükkân işi büyütmüş, çok daha fazla kitap ve raf, zeminde de daha çok yer var; o kitapları asla okuyamayacağım çünkü akciğer kanserinden öleceğim.
Kırk üç yaşındayım. Babam benim yaşımdayken ben daha yeni doğmuşum, o ömrü boyunca sigaraya elini sürmedi. İçkiyi de yalnızca pazar günü akşam yemeğinde içerdi; bir büyük birayı hak ettiğini düşünürdü. Vücut dediğin bir hayat tapınağı olmalı derdi, içi başka dışı başka olmamalı. Kayak ve boks yapardı, nefes aldığı zaman hava doğrudan akciğerlerine giderdi ve hiç dokunmazdı çünkü o zamanlar hava çok daha temizdi. Sadece soğuk aldığı zaman öksürürdü, o da pek seyrek olurdu. Artık ölü, ama kendi hatası yüzünden değil. Ben şimdi ölürsem, bu kesinlikle benim hatam olacak. Aramızdaki fark bu işte, bu da büyük bir fark.
Öksürüyorum ve aşağı bakıyorum; ellerimi görüyorum. Açıklayamadığım biçimde boş görünüyorlar ve kirliler, iki avucumda da sıyrıklar var ama acı hissetmiyorum. Öylece sarkıyor ellerim. Sonra yüksek gri bir duvar ve onun pürüzlü yüzeyini hatırlıyorum; aynı zamanda hem düşüyor hem de tutunuyorum, ardından da bir havuzun hiç kıpırtısız suyunu hatırlıyorum, klor mavisi su ve dipte siyah çizgiler. Halka açık bir yüzme havuzu, henüz açılmamış, çok sessiz, sadece baştan aşağı beyazlar giyinmiş bir adam havuzun kenarında yürüyor ve ben bunu tam olarak nerede durarak seyrettiğimi çıkarmaya çalışıyorum ama çıkaramıyorum. Her yerdeyim, Tanrı gibiyim, her yerde hazır ve nazır. Duvardaki saati gayet net biçimde görebiliyorum ama saatin kaç olduğunu seçemiyorum. Bir köşede bir palmiye ağacı var. Burası Bislett havuzu diye düşünüyorum. O zaman gri duvar da Bislett stadyumu. Ama ben on yaşımdan beri Bislett stadyumuna gitmedim ki; babamla birlikte Raufoss’un Vålerenga FC’yi iki sıfır yenmesini izlediğimiz günden beri. Babam yıkılmıştı. Eve dönerken yol boyunca ağzını bıçak açmadı.
Güneşi ensemde hissediyorum, yanıyor ya da bir şeyler yanıyor ve belki de günlerden pazar. Hatırlamıyorum. Sadece gözlerimin camdaki yansımasını ve ötedeki kitapları görüyorum, günlerden ne olduğunu bilmiyorum.
“Gidip baksana, hava nasıl”, ağabeyim kışın her pazar sabahı bunu söylerdi ve benim alt ranzadan kalkıp pencereye gitmem, ağır perdeyi çekip don çiçeklerinin arasından dışarı bakmam gerekirdi.
“Güneş var,” derdim, “hava güneşli ve güzel.”
“Güneşli mi,” derdi, “lanet olsun.”
“Lanet olsun,” derdim, kar o kadar beyazdı ki gözlerinizi acıtırdı, aşağıdan kızarmış domuz pastırmasının kokusu gelirdi ve onun saatler önce kalkıp kayakları hazırladığını, sırt çantalarını doldurduğunu bilirdik. Yan ceplerindeki sandviçler ve termoslarla holde hazır bekleyen sırt çantaları, yedek hırka ve çoraplarla, kayak raspalarıyla, buzun aniden çözülmesi ya da ısının düşmesi olasılığına karşı üç kutu Swix mumu, adam başı iki portakal ve eğer şansımız varsa bir parça Kvikk Lunsj çikolatasıyla dolu olurdu ve çantaların her biri kesin yirmi kilo çekerdi.