On İkinci Bölüm, Bazı Düşünceler, s. 411-426
Peki, Kapital’in I. ve II. Ciltleri arasındaki ilişkiyi kuşatan “üretim ve gerçekleşme (realizasyon) arasındaki çelişkili birlik” konusunda ne sonuca ulaşabiliriz?
II. Cilt’in gösterdiği, gerçekleşme sürecinde yükselen sınır ve engellerin sermayenin dolaşımının sürekliliğini aralıksız olarak tehdit altında bıraktığıdır. Bu engeller, çoğu Marksistin aşina olduğu, işgücü piyasasında ve üretim alanında ortaya çıkanlardan farklıdır. Ama Marx’ın Grundrisse’de ısrarla söylediği gibi (Gi 404-10), gerçekleşmenin önündeki çeşitli sınır ve engeller sürekli birikim dinamiğine daimi bir tehdit oluşturur ve sık sık önemli krizlerin oluşumuna yol açar. Hatta o kadar ileri gider ki, sermaye için şunu ileri sürer: “Durmadan ardından koştuğu evrensellik, sermayenin kendi doğasında sınırlarını bulur; bu sınırlar sermayenin gelişmesinin belli bir evresinde sermayenin kendisini bu eylemin en büyük engeli olarak ortaya çıkarır ve bu yüzden de bizzat sermaye yoluyla onun kendisinin ortadan kaldırılması yönünde çabalar” (GI 295).
Bu engeller, toplu halde ele alındığında, “birikim için birikim”in dayattığı bir bağlamda tüketimden ve koordinasyondan kaynaklanan engeller olarak görülebilir. Ama tüketim, kendi başına düşünüldüğünde, ortaya çıkan bütün sorunları kuşatmak bakımından fazlasıyla kaba bir kategori olarak kalır. Bir kere, üretken tüketim (yani sermayenin hammadde, enerji, yarı mamul mallar ve sabit sermaye unsurlarını tüketmesi) ile nihai tüketim (ücretli işçilerin, kapitalistlerin ve “üretken olmayan sınıflar”ın ücret malları ve lüks mallar satın alarak tüketmesi) arasındaki ayrım hayati önem taşır. Artık değerin daha fazla artık değer yaratmak için yeniden yatırılması üretken tüketimi genişletir. Ama II. Cilt’in gösterdiği gibi, üretken tüketim her bir özgül metanın üretilmesi için gerekli olan spesifik kullanım değerlerine yönelik bir talep üretir. Bu spesifik kullanım değerlerinin yapısı ve miktarı teknolojik gerekler doğrultusunda sürekli olarak değişecektir. Bunlar, rekabetin zorlayıcı yasaları emek üretkenliğini artırma çabası (I. Cilt’te ince ince analiz edilen göreli artık değer üretimi) içinde dramatik ölçüde değişiklikler yarattıkça daimi bir altüst oluş içinde gelişir. Aynı zamanda, yeni ihtiyaç ve arzuların yaratılması (örneğin son zamanlarda cep telefonları) gittikçe daha geniş bir meta girdileri yelpazesinin sermaye bunlara ne zaman gerek duyarsa hazır olmasını gerekli kılar. Marx’ın yeniden üretim şemalarını incelerken gösterdiği gibi, sermayenin bütün bu taleplerini piyasa mekanizmaları aracılığıyla tedarik etme yolunda rasyonel bir koordinasyona ulaşması olanaksız olmasa da, sayısız uyumsuzluğun ortaya çıkmadığı dengeli bir büyümenin sağlanması olasılığı hiç kuşkusuz çok düşüktür. Bu da dönemsel olarak orantısızlık krizlerinin (verili bir üretim süreci bileşiminin gereklerini karşılamak bakımından kullanım değerlerinde fazlalık ya da eksiklik) yaşanacağının habercisidir. Denge noktalarından salınmalı ayrılma ile, şu ya da bu nedenle monotonik biçimde ayrılma birbirinden çok farklı şeylerdir.
Ama koordinasyon uygulanması gereken tek şey fiziksel kullanım değerleri akışları değildir. Para (ve değer) akışlarının da dengeli büyüme hedefinin izlenmesine uygun olması gerekir. Emeğin toplumsallığının maddi temsili olarak para kullanım değerlerinin spesifik özelliklerine bütünüyle kayıtsız olsa da, işbölümlerinin bağrındaki parasal koordinasyonların köklü biçimde bozuk sonuçlar üretmesi bakımından bol bol olasılık mevcuttur. Marx’ın ikna edici biçimde izah ettiği gibi, mesele toplam para miktarının eldeki görev için yetersiz olması ihtimali değildir, zira meta mübadelelerinin artışını kucaklamak açısından birçok parasal mekanizma mevcuttur (mesela kaydi paraya geçmek). Mesele (ödeme gücüyle desteklenmiş talep anlamında) efektif talebi, karmaşık mübadeleler örüntüsü içinde her bir mübadele noktasında kârın gerçekleşme olanağını ortadan kaldırmayacak biçimde harekete geçirmektir.
Bu koşullardan herhangi biri yerine gelmediğinde, ki yerine gelmediği durumlar mutlaka olacaktır, ihtimal odur ki aşırı üretim krizleriyle karşı karşıya kalacağızdır. Bu da kendini (Marx’ın II. Cilt’in ilk dört bölümünde gösterdiği gibi) para sermayenin ve üretim kapasitesinin kısmen atıl kalması ve ödüllendirici (yani kârlı) bir fiyattan satılamayan bir metalar fazlasının ortaya çıkması olarak gösterecektir. Sonuç, sermayenin değersizleşmesi krizidir. Bu krizin ne kadar süreceği ve ne kadar derin yaşanacağı, her bir durumun kendi koşullarına bağlıdır.
Ancak, üretim araçlarını oluşturan metalarla ilgili olarak kapitalistler arasında gerçekleşen karmaşık alışveriş son tahlilde, nihai tüketim alanında metaların gerçekleşmesine bağlıdır.
Bu alanda karşımıza derhal değerin ve onun parasal temsili olan paranın potansiyel olarak sınırsız olması olgusu ile spesifik kullanım değerlerinin sınırsız olmaması arasında potansiyel bir çelişki çıkar. Yararlı olmayan (yani kimsenin istemediği, ihtiyaç duymadığı, arzulamadığı) ürünler değersizdir ve bunun bir uzantısı olarak bu tür ürünleri üretmek için gerekli olan bütün metalar da benzer şekilde değersizleşir. Kapitalizm çerçevesinde yeni istek ve ihtiyaçların yaratılmasının (ne kadar aptalca ve anlamsız görsek de) her türden arzunun kışkırtılmasının tarihi uzundur ama insanın tüketme kapasitesi asla sonsuz değildir (her ne kadar itibarını yitirmiş Filipinler diktatörünün eşi İmelda Marcos’un 6 bin çift dolayında pabucunun olduğunu biliyorsak da). Değerin genişletilmesi yönündeki daimi basınç böylece Marx’ın Grundrisse’de “yabancı tüketim” adını verdiği şeyin kolayca aşılamayacak evrensel potansiyel engeline takılır.
Ne var ki, nihai tüketim açısından bakıldığında gerekli mallar ile lüks mallar arasında bir ayrım vardır. Gerekli mallar alanında sınırlar ve engeller lüks mallarınkinden farklı görünür, zira ilkinde istekler, ihtiyaçlar ve arzular insanın daima daha fazla tüketme kapasitesinin yokluğundan değil, efektif talebin (yani isteklerin ve ihtiyaçların ardında ödeme gücünün olması durumunun) yokluğundan dolayı kısıtlanmıştır. Bunun gerisinde de esas amacı piyasayı genişletmek değil, dolaysız biçimde kârlılığı artırmak olan bir iş sözleşmesinin işçiye dayatılmış olduğu gerçeği yatar. Öyleyse, işçiler açısından, makul bir yaşam standardına ulaşma amacıyla yeterli düzeyde tüketim malı elde etme çabası katı bir şekilde kısıtlanmıştır. Marx’ın birkaç noktada işaret ettiği gibi, bu, kolay çözümü olmayan büyük bir çelişki yaratır. Bu yüzden de sık sık toplam talepte krizlerin de habercisi olur.
Durum, kapitalistlerle birlikte Marx’ın “üretken olmayan sınıflar” olarak andığı, hiçbir şey üretmeden tüketenlerin oluşturduğu bir bütün olarak burjuvazinin tüketimi bakımından epeyce farklıdır. Marx bu üretken olmayan snıfları genellikle analizinin dışında bırakır ama Kapital için yaptığı çeşitli planlarda bunların önemini açıkça kabul etmektedir. Ancak, bu üretken olmayan sınıfları işin içine soksak dahi, belirli bir noktada bunların gelirlerinin son tahlilde değer ve artık değer üretiminden şu ya da bu yöntemle çekilip alınmış (mesela vergilerden askeriyenin finanse edilmesi) bir miktar olduğu ortaya çıkar. Bu, Marx’ın II. Cilt’te ciddi şekilde sorunlu olarak gördüğü, c + v + s’den oluşan değer arzı ile kapitalist sınıfın dolaşıma soktuğu c + v talebi arasındaki yapısal dengesizliğin nasıl aşılacağı sorusunu doğurur. Her ne kadar nihai olarak kapitalistlerin ve üretken olmayan sınıfların artık değeri mülk edinmelerinin talebi sağladığı ileri sürülebilirse de, bunun zamansal yapısı şimdi satın alıp sonra ödemeyi ya da daha vurgulu olarak krediye başvurmayı gerektirir (buna döneceğiz).
Şu âna kadar özetlediğimiz hiçbir şeyde farklılaşmış devir sürelerinin (çalışma süreleri, üretim süreleri, dolaşım süreleri) etkilerini hesaba katmış olmadık. Özel olarak da, dikenli bir sorun olan sabit sermayenin dolaşımı meselesine (ve ona paralel olarak tüketim fonunda yer alan, konut gibi uzun ömürlü kalemlere) hiç mi hiç değinmedik. II. Cilt bütün bu dolaşım süreçlerinin, kredi sistemine hiç başvurmaksızın, sermaye birikiminin zaman-mekânını nasıl şekillendirdiğini en ince ayrıntısına kadar yeniden kurar. İlk konferansta belirtildiği gibi, bütün bunların sonucu, gittikçe daha büyük miktarda para sermayenin ölü ve üretken olmayan bir durumda gömülenmesidir. Uyumsuz devir süreleriyle başa çıkabilmek ve sabit sermayeyi dönemsel olarak yenileyebilmek için paranın yedek olarak tutulması gerekmektedir. Kapitalist üretim sistemi ne kadar daha karmaşık ve ayrıntılı hale gelirse, o kadar daha fazla paranın gömülenmesi gerekir. Bu gömüleme birikimin genişlemesinin önünde artan ölçüde engel haline gelir. Bu da yeterli bir para piyasasının ve sofistike bir kredi sisteminin yaratılmasını gittikçe daha fazla bir zorunluluk haline getirir. Sonuç sermayenin özelliklerini köklü biçimde değiştirmesi olur; öyle ki “genel aşırı üretim krizinde çelişki farklı üretici sermaye çeşitleri arasında değil, sınai sermaye ile ödünç verilen sermaye arasındadır — üretim sürecine doğrudan doğruya katılan sermaye ile, para şeklinde, üretim sürecinden bağımsız (nisbeten) duran sermaye arasındadır” (Gt 454).
İşte bu nedenledir ki, III. Cilt’ten tüccar sermayesi ve para sermayenin analizi üzerine okumaları işin içine sokmak o kadar hayati bir önem kazanır. Çünkü o zaman kapitalizm koşullarında kredi sisteminin bağımsız ve özerk bir güç olarak özgürleşmesinin neden o kadar gerekli olduğunu anlamak olanaklı hale gelir. Marx araştırmalarına rant, faiz ve tüccar sermayesinin kârının, en sonunda sanayi sermayesinin dolaşımının kuralları tarafından disiplin altına alınacağı fikriyle başlamıştır. Her ne kadar bu tür disiplinli bir konumun tüccar sermayesi bağlamında nasıl sağlanabileceğini gösterdiğine inansa da, toprak rantının da aynı konuma geleceğini göstermek için (bana kalırsa başarısız biçimde) muazzam bir çaba göstermiş olsa da, aynı şeyin faiz getiren sermaye ve para sermaye için geçerli olamayacağını berrak biçimde görmüştür. Bu sermayenin özerkliği ve bağımsızlığı ve buna bağlı olarak sanayi sermayesinin dolaşımı ile ilişkisinde, hatta bu dolaşımın üzerinde bir dış güç olarak elde ettiği kudret, sürekli ve kesintisiz sermaye birikimine giden yolu kolaylaştırmak ve pürüzsüz hale getirmek için gerekliydi. Para sermayenin, “sınıfın ortak sermayesi” olarak yapması gereken buydu. Mortgage temelli finansman örneğinde olduğu gibi, rant elde etmeye yönelik biçimlerin de sanayi sermayesinin dolaşımının gereklerinin disiplinine katı biçimde uymak yerine faiz getiren para sermayenin devresi ile aynı yolu kat etmesinin çok daha yüksek olasılık olduğunu görmek çok da zor değildir. Unutmayalım ki, “bugün her tür rant daha önce toprağa yatırılmış olan sermaye üzerinden yapılan faiz ödemesidir” (KIII 397). Ancak modern kredi sisteminin yükselişi devasa miktarda gömülenmiş sermayeyi serbest bırakarak para sermayeye dönüştürmüş olsa da, hayali sermaye dolaşımı denen başıbozuk gücün şişeden çıkarak sermaye birikiminin birincil öznelerinin (sermaye ve işçi) sanayi ve ödünç verilen sermaye arasında (işçilerin pek az müdahale edebildiği) bir çatışmaya dönüşmesine yol açmasını hazırlamıştır. Sermayenin kriz eğilimlerinin artık çok aşina olduğumuz türden finansal ya da ticari krizlere dönüşmesi de bu yüzdendir.
Bütün bunlarla ilişkili olarak, bana, Marx’ın akıl yürütmesini kendisinin belirlediği değil, benim seçtiğim bir alana doğru çekiştirdiğim suçlaması yöneltilebilir. Kendimi savunmak için diyebilirim ki, para ve finans üzerine bölümlerde Marx’ın düşüncesinin köklü biçimde yeniden kuruluşu yönünde pek çok işaret mevcuttur, her ne kadar yazdıklarının tamamıyla karşılaştırıldığında bu başlangıç pozisyonundan köklü bir kopuştan ziyade onun derinleştirilmesi olarak görülebilirse de. Bu yüzdendir ki, örneğin, fetişizm kavramına yeniden hayatiyet kazandırması ve bunun hayali sermaye kavramına tercümesi üzerinde bu kadar ısrarla duruyorum. Marx’ın, para sermayenin yanılsamaları ve efsaneleri konusuna derinlemesine nüfuz eden açıklamaları, herhangi bir gelir akışının kapitalizasyonu ve bunun sonucunda sınırsız biçimde biriktirilebilecek bir para sermaye bolluğunun yaratılabileceği (IMF’nin daima likidite fazlaları olarak andığı şey) fantezisi, onu şu konunun üzerinde ısrarla durmaya yöneltir: “Toplumu kapitalist değil komünist bir toplum olarak düşünürsek, ilk olarak para-sermaye tümüyle ortadan kalkar ve dolayısıyla onunla birlikte gelen işlemlerin maskeleri de yok olur” (KII 301). Para sermayenin derhal ilga edilmesi yolundaki bu talep, yalnızca, Marx’ın zamanında bu sermaye türünün sonsuz sermaye birikiminin ücretli emeğin özlemlerinin artan ölçüde bastırılması aracılığıyla ayakta tutulmasında gittikçe daha fazla baş rolü üstlenmesi bağlamında anlamlı görünebilir. Eğer bu Marx’ın zamanında doğru idiyse, günümüzde para sermayenin nüfuzunun ve kudretinin doruğuna ulaştığı tartışma götürmez.
Her ne kadar II. Cilt’in tamamının ve III. Cilt’in bölüşüm üzerine bölümlerinin dikkatli ve eleştirel bir gözle okunması (farklılaşmış devir sürelerinden kredi yaratılmasının oynaklığına kadar uzanan) muazzam geniş bir konu yelpazesi hakkında ilham verici ve bilgilendirici olsa da, yine de sermayenin hareket yasalarının günümüz koşullarında nasıl işlediği meselesinde kesin sonuçlara ulaşmak güçtür. Açıktır ki, Marx’ın 1878’e kadar yapmayı başardığı işi tamamlamak ve düzeltmek, ayrıca 1856-57’de Grundrisse’nin yazıldığı dönem dolaylarında kendi önüne koyduğu devasa görev açısından nereye doğru gitmekte olduğunu anlamak için yapılacak çok iş vardır. Burada her şeyden önce Marx’ın başlangıçtaki anlayışının insana şaşkınlık veren genişliğini ve derinliğini hatırlamak gerekir. Grundrisse’de tasarladığı birkaç özetten birinde şöyle der:
I. (1) Genel olarak sermaye kavramı. (2) Sermayenin tikel halleri: capital circulant, capital fixe. (İhtiyaç maddesi olarak, hammadde olarak, üretim aracı olarak sermaye.) (3) Para olarak sermaye. II (1) Sermayenin niceliği. Birikim. (2) Kendisine oranla ölçülen sermaye. Kâr. Faiz. Sermayenin değeri: yani kendi kâr ve faiz biçimlerinden ayrı olarak sermaye. (3) Sermayelerin dolaşımı (a) Sermayenin sermayeyle mübadelesi. Sermayenin gelirle mübadelesi. Sermaye ve fiyatlar, (b) Sermayeler arası rekabet, (c) Sermayelerin tekelleşmesi. III. Kredi olarak sermaye. IV. Hisseli sermaye olarak sermaye. V. Para piyasası olarak sermaye. VI. Gelir kaynağı olarak sermaye. Kapitalist. Sermayeden sonra toprak mülkiyeti incelenecek. Ondan sonra ücretli emek. Bu üçü tesbit edildikten sonra, bu üçünü önvarsayan fiyat hareketleri: dolaşımın iç bütünlüğü ile kavranması. Öbür taraftan üretimin üç temel formu ve dolaşımın önvarsayımları olarak üç toplum sınıfı. Sonra devlet. (Devlet ve sivil toplum. – Vergiler, ya da üretici olmayan sınıfların varlığı.– Devlet borçları. – Nüfus. – Dış çerçevede devlet: Sömürgeler. Dış ticaret. Döviz kuru. Uluslararası para. – Son olarak, dünya piyasası. – Devletin sivil topluma tabi olması. Krizler. Mübadele değerine dayalı üretim tarzının ve toplum biçiminin çözülmesi. Bireysel emeğin gerçekten toplumsal emek niteliğini kazanması ve tersi.) (Gt 335-37)
Marx’ın bu devasa görevi tamamlayabilmesi için bin yaşına kadar yaşaması gerekirdi. Ayrıca bu ve daha sonraki anlatımlarından açıkça ortaya çıkmaktadır ki, büyük amacı burjuva toplumunun oluşumunu bir organik bütün olarak betimlemekti.
II. Cilt’te neyi neden yaptığını eleştirel ve daha ayrıntılı olarak anlayabilmek için bazı genel yol levhaları koymak üzere bu bilgi ışığında hareket edebiliriz. Her şeyden önce, bu ciltte klasik siyasal iktisat içinde inşa edilmiş olan “sığ tasım” çerçevesinde hareket etmekte olduğunun yadsınamayacağı kanısındayım. Akıl yürütmesinin berraklığı, birikimin dinamiğinin, evrenselliklere, tikelliklere ve tekilliklere başvurulmaksızın genellik düzeyine yeniden kurulmasına katı biçimde bağlı kalmaya dayanır. II. Cilt, Marx’ın, araştırmalarını sürdürmek amacıyla, ekonomi politiğe atfettiği sığ tasım çerçevesini benimsemesinin en çarpıcı örneğidir. Buradan hareketle, kapitalist üretim tarzının teorik kavranışını “saf halinde” kurma arayışındadır. Bir kez bu iş yapıldıktan sonra, bulgularını Grundrisse’de geniş bir anlamda dile getirilmiş olan daha organik düşünce tarzlarının içine yerleştirebilecektir.
Marx bu çerçeveye epeyce katı biçimde bağlı kalsa da evrenselliklerin, tikelliklerin ve tekilliklerin sermayenin hareket yasalarını doğrudan doğruya etkileyebileceği belirli durumların var olabileceğini kabul eder. Örneğin arz ve talebi I. Cilt’in dışında bırakmış olsa da, toplam arz ile talep arasındaki fark ve bunun nasıl kapatılacağı II. Cilt’te kritik önem taşıyan sorular haline gelir. Tüketim (ve üretken tüketim ile kişisel tüketim arasındaki ilişki) I. Cilt’te zikredilir ama analize tabi tutulmaz; II. Cilt’te ise gittikçe artan ölçüde analizin kritik konularından biri haline gelir. Ve her ne kadar Marx III. Cilt’te tüccar sermayesinin getirisini ve rantın oynadığı rolü üretken sermayenin gereklerine disiplinli biçimde bağladığına inanmış görünse de, bölüşümün üçüncü ana ayağı olan faiz ve finans, bu disiplin gücünden rekabetin ve para sermaye arz ve talebinin olumsallıklarının her şeyi belirleyeceği biçimde kaçıyordu. Sermayenin birleşmiş biçimlerinin yükselişi ise, içinden sosyalizmin gelişebileceği ya da gelişmesi gerektiği farklı bir durum yaratıyordu.
Bunların sonucu, kapitalizmin bürünebileceği bütün tarihsel ve coğrafi biçimlenmeler için zinde olan ama saf bir kapitalist üretim tarzından farklılaşmaların, saf duruma uymamaların, siyasi kirlenmelerin dikkat çektiği, örneğin finansın tikelliklerinin ya da tüketim kültürünün tekilliklerinin hâkim olduğu somut durumlara ilişkin çok yararlı olmayan tamamlanmamış bir teorik yapı olmuştur. En önemlisi, bir yanda ticari ve finansal krizler ile diğer yanda zaten geliştirilmiş olan sermayenin çelişik hareket yasaları arasında var olabilecek ilişki hâlâ geliştirilmemiş durumdadır.
Dolayısıyla, Marx’ın teorik çalışmalarının bizim için neyi gerçekleştirebileceği, bizim günümüzün durumlarını analiz edebilmek için kendi başımıza ne yapmamız gerektiği sorusu, kapitalizmin inişli çıkışlı tarihinin Marksist tarzda bir kavranışını geliştirme çabasında hep ön planda olmalıdır. Örneğin, güncel olayları alıp Marx’ın teorisinin şu ya da bu versiyonunun içine yerleştirip hazır cevapların üretilmesini bekleyemeyiz. Marx’ın bize sağladığı, görünüşlerin fetiş dünyasının ardına geçerek güncel durumumuzun bağrında var olan içkin özgürleştirici olanakları teşhis edebilmemizi mümkün kılacak bir düşünüş tarzıdır.
Birinci Cilt’te kuşkusuz öz ile tarihsel görünüş biçimleri arasında teori-tarih bölünmesini aşmaya yardım edecek bir tür diyalog mevcuttur. Mutlak artık değer teorisi geliştirildikten sonra, işgününün uzunluğu konusunda verilmiş tarihsel mücadelenin ayrıntılarına dalarız. Bunun arka planında, başkalarının zamanını ve emeğini mülk edinmenin bir tür sınıf toplumunun oluşmasının temelini yarattığı, daha da uzun bir kapitalizm öncesi tarih vardır. Göreli artık değer teorisini geliştirdikten sonra, bu teorik hareketi ifade eden organizasyonel biçimlerdeki değişimin (elbirliği, işbölümleri, fabrika sistemi) ve yeni teknolojilerin (bir takım tezgâhı sektörünün gelişmesi, makinelerin makineler aracılığıyla üretilmesi, otomasyon ve bilimin uygulanması) kapsamlı tarihine dalarız. Kapitalist birikimin, işsizliğin ve bir yedek sanayi ordusunun üretilmesini içeren bir genel yasasını teorik olarak ortaya koyduktan sonra Marx, somut olarak, yedek sanayi ordusunun aldığı tarihsel biçimlere ve kırlarda yaşayan, göçle gelen ve kentlerde yaşayan işçilerin hayat koşullarına bakar.
İkinci Cilt’te teorik akıl yürütmenin çıplak hatları üzerine bu tür tarihsel bir et kemik kazandırma konusunda en ufak bir çaba yoktur. Denebilir ki, bunu yapmanın karşısında, üretimden farklı olarak dolaşım üzerinde duruluyor olmasının doğasından gelen birtakım güçlükler vardır. Ben bunun doğru olduğuna inanmıyorum. Sanayi sermayesinin dolaşımının, 4. Bölüm’de ortaya konulan birliğinin ayrıştırılmasını sağlayan ilk üç bölüm bile daha tarihte cisimleşmiş bir tarzda sergilenebilirdi. III. Cilt’te tüccar sermayesinin ve kredi ilişkilerinin tarihi üzerine yazılmış tarihsel bölümlerde bulduğumuz tam da budur. Bir bakıma bu bölümler serfliğe ve başka insanların emeğini işe koşarak mülk edinmenin başka tarzlarına da gönderme yaparak işgününün uzunluğu üzerine verilen mücadeleler üzerinde duran bölümle aynı işleve sahiptir. Marx, II. Cilt’in büyük bölümünü yazmaya geçtiğinde tüccar sermayesi ve kredi konusundaki bölümleri yazmış bulunuyordu, ama II. Cilt’te bizi tarihsel açıdan aydınlatmak bakımından III. Cilt’te yer alan malzemeyi pek nadir olarak konu edinir.
İkinci Cilt’te eksik olan sadece tarih de değil. III. Cilt’te finans ve kredi üzerine malzemenin içine daldığımız zaman kendimizi Kapital’de ilk ve son kez 1848 ve 1857’de yaşanan somut krizlerinin analizi içinde buluveririz. Her ne kadar bunlar, Marx’ın başka yerlerde ele aldığı daha derinde yatan hareket yasalarından bir bakıma “bağımsız ve özerk” duran ticari ve finansal krizler olarak ele alınırsa da, burada, II. Cilt’in ilk bölümlerinde özetlenen türden sarsıntı ve tıkanma olasılıklarının nasıl tarihsel olaylara ve gerçekliklere dönüştüğünü görmek çok güç değildir.
Ne var ki Marx’ın teorileştirme çabasında özel bir önem taşıyan bazı önemli eksiklikler mevcuttur. Sermayenin Sınırları kitabımın sonuç bölümünde derhal üzerinde durulması gereken iki genel konudan söz etmiştim: kapitalist devletin doğası ile toplumsal yeniden üretime ilişkin meseleler. İlginç bir biçimde, II. Cilt üzerine konferansların en son oturumunda yapılan tartışmada katılımcılar, benden herhangi bir yönlendirme gelmeksizin, neredeyse yalnızca bu iki konu üzerinde durmakta hemfikir oldular. Bu meselelere şimdi doğa ile ilişkilerin dinamiğini eklerdim. Marx bunun evrensel bir önem taşıdığını bütünüyle teslim eder ama konuyu kapitalist üretim tarzının genelliği çerçevesinde yeterince ayrıntılı olarak araştırmaya girişmez. Günümüzde elbette bütün bu konuları ele alan epeyce kapsamlı literatürler mevcuttur, ama kapitalist devlet konusunda 1970’li yıllarda yapılan yoğun tartışmadan kaynaklanan yorgunluk, toplumsal yeniden üretim ve siyasi öznellik meselelerinin siyasal iktisat alanından uzaklaşması ve çevre hareketinin büyük bölümünün Marksist düşünceye düşmanca yaklaşması, bazı bakımlardan var olan güçlükleri azaltacağı yerde daha da keskinleştirmiştir.
Örneğin I. Cilt’te zaman zaman değinilen doğayla metabolik ilişkinin, II. Cilt’te sözü bile edilmez. Bunun istisnası, II. Cilt’in bozulabilirliği belirleyen maddi koşullara, “doğal” çürümeye, çalışma sürelerinden farklı olarak üretim sürelerine, sabit sermayelerin ömür süresine, fiziksel mesafelerin aşılmasının maliyeti ve süresine ve mekânın zaman aracılığıyla ortadan kaldırılmasına girdiği noktalarda ortaya çıkar. Böylece dikkatimiz sermayenin mekân ve zamanına çekilmiş olur, ama buradan doğabilecek sonuçlar (ya da çelişkiler) ve bunun dünya pazarının ve jeopolitik hâkimiyet yapılarının inşası ile nasıl bir ilişki içinde olduğu üzerinde hemen hemen hiç durulmaz. Öte yandan Marx, Malthus’un halkın büyük kitlelerinin yoksulluğu ve acıları için getirdiği “doğal” açıklamayı tam olarak aşağılamakla birlikte, kendisi de doğal kıtlıkların (özellikle ranta ve spekülasyona yol açtıklarında) ve nüfus artışının dinamiklerinin hem üretim araçlarının elde edilmesi hem de yeterli işgücü arzına ulaşılması kapasitesine maddi olarak etki yaptığını yadsımaz.
Aynı zamanda, analize yumuşakça dahil edilen bazı temaların Marx’ın “determinist” ve “teleolojik” olarak adlandırılan eğilimini anlamak bakımından sonuçları vardır. Örneğin, “özerk ve bağımsız” ibaresi metnin kilit noktalarında ortaya çıkıverir. Bunun biraz üzerinde durulması gerekir, zira Marx’a yönelik olarak yapılan düşmanca ve bilgisizce yorumların önemli bir bölümü güya bireysel inisiyatife nasıl hiçbir önem ve güç atfetmediği, herkesi üzerinde hiç kontrole sahip olmadığı soyut güçlere körcesine itaat eden birer otomat gibi betimlediği üzerinde durur. Bu eleştiri çok gariptir, zira üzerinde hiçbir bireyin kontrolünün olmadığı piyasanın gizli elinin gücünün büyük ölçekli sonuçları belirlediğini ileri süren, çok takdir edilen ve sık sık atıf yapılan, Adam Smith’ten başkası değildi. Marx I. Cilt’in 2. Bölümü’nde Adam Smith’in pozisyonunu benimsemekten başka bir şey yapmaz, hemen hemen bütün kitap boyunca da onun ütopik iddiasına sadık kalır. Liberter sağın Smith’in ütopik iddialarını kucaklamaya devam ederken Marx’ı yerden yere vurması müthiş tuhaftır, ta ki insan Marx’ın Smith’in modelini benimsemesinin amacının nasıl bu modelin herkesin yararına işleyemeyeceğini göstermek olduğunu kavrayana kadar. Bu model sınıf eşitsizliklerini keskinleştirir, derinleştirir. İnsan bu durumda burjuvazinin neden aynı modelin Smith versiyonunu öylesine memnun mesut kucakladığını, ama Marx versiyonunu benimsemediğini anlayabiliyor.
Burada yapılmaya çalışılan bireysel bağımsızlık ve özerkliği yadsımak değil; (a) bu tür bireysel inisiyatifin hangi sosyo-ekonomik koşullarda serpilip gelişebileceğini, ve (b) toplam sonuçların, rekabetin zorlayıcı yasaları ve nihai olarak değer yasasının hâkimiyetini sağlayan piyasa mübadelesi ile dolayımlandığında nasıl kişisel niyetlerden çok farklı olabileceğini ortaya koymaktır.
Ama Marx bu “bağımsız ve özerk” temasını tüccar sermayesi, faiz getiren sermaye ve para (finans) sermayesinin dolaşımlarını ele alırken genişletir. Ben bunun şu anlama geldiğini düşünüyorum: Bu tür dolaşım biçimleri, tikellikler oldukları için, sermayenin genel hareket yasalarına uymak zorunda değillerdir, çoğu zaman da uymazlar. Ancak kredi sisteminin etrafında dönmekte olduğu “eksen” lerin yapısının gösterdiği gibi ve ticari ve finansal krizlerin gelişiminin ortaya koyduğu gibi, ticaret ve finans dünyasındaki bağımsız ve özerk hareketleri, bir tür kuvvet, artık değer üretimi ve gerçekleşmesinin gerekliliği yönünde disiplin altına almaktadır.
Bu disiplin aygıtının tam olarak nasıl işlediği konusu benim için berrak değildir. Bence Marx bunun araştırılmasının daha başındaydı. Sanırım Engels bu yüzden finans konusundaki bölümleri belki de III. Cilt’in en önemli bölümleri olarak görüyordu. Elbette Marx’ ın sözünü ettiği belli asgari ilkeler mevcuttur (örneğin şayet bütün kapitalistler üretimi terk edip faizle geçinmeye kalkışsalar sermaye birikiminin hızla duracağı türünden). Ve bir de krizlerin bir şekilde artık değer üretimi ile mesela kredi düzenlemelerinin çoğalması arasındaki ilişkiye bir ölçüde uyum getirdiği varsayımından söz etmek gerekir.
Bu Kılavuz’un giriş bölümünde, Marx’ta, “belirlenim teorisi” diye anılabilecek bir teori tespit ettim. Herhangi verili bir anda dünyada geniş bir yelpazeye yayılmış bir dizi tikel bölüşüme ilişkin ve kurumsal (politik) düzenlemenin yanı sıra tüketim rejimlerinin varlığının “bunlar artık değerin gittikçe artan ölçekte üretilmesi kapasitesini gereksiz ölçüde kısıtlamadıkça ya da ortadan kaldırmadıkça” olanaklı olabileceğini ileri sürdüm. Bazı düzenlemeler ve rejimler diğerlerinden daha başarılı olduğu ölçüde, rekabetin basıncı muhtemeldir ki daha başarılı birikim modeline doğru uyarlanma yönünde baskı yaratacaktır. Bu tür şeylerin olup bittiğini tarihsel olarak görmüş bulunuyoruz. 1980’li yıllarda yol gösterenler Almanya ve Japonya’ydı. Bunu Washington Mutabakatı olarak anılan şey izledi; şimdi ise Doğu Asya modeli ön planda. Ama küresel hegemonyadaki değişikliklerin tarihinin gösterdiği gibi, bağımsız ve özerk unsurlar hiçbir zaman ortadan kalkmıyor. Eşitsiz coğrafi gelişme, farklı yerler ve zamanlar için en başarılı birikim modelinin ne olduğu sorusunu hep ayakta tutuyor. Benim görüşüme göre, bu, sermayenin başarılı yeniden üretiminin hayati önem taşıyan bir aracı. Aynı şey bağımsız ve özerk dolaşım biçimleri ve bunların yol açtığı krizler için de geçerlidir. Bu tür bağımsızlık ve özerklik olmasa, sermaye kendini uyarlayamazdı, yeniden üretemezdi, büyüyemezdi.
Bu, sermayenin, örneğin tüketimin tekilliklerine ilişkin ne kadar canlı ve esnek olabileceğini gösterir. Bu belki de Marx’ın teorileştirme çabasının daha sorunlu alanlarından biri olduğundan (tüketim çılgınlığını teorileştirmek bir yana, tartışmaz bile) izninizle garip, kişisel, kesinlikle tekil bir örnek vereyim. Son zamanlara kadar acı İngiliz marmeladına tutkulu bir düşkünlüğüm vardı. Biz İngilizlerin ya genetik bir eğilimden ya da sapkın bir kültürel anlayıştan kaynaklanan özel bir zevkidir bu; her halükârda, birçoğumuz, güne kahvaltıda acı bir şey yemeden başlayamayız. 1990’lı yıllarda İngiltere’de otururken kendi marmeladımı (benden önce annemin ve anneannemin de yaptığı gibi) kendim yapmaya alışmıştım. Akademik alandaki meslektaşlarımın birçoğunun da böyle yaptığını öğrenince de epeyce şaşırmıştım. Yani, her ocak ve şubat aylarında, İngiltere’ nin her yerinde mutfaklarda harıl harıl marmelat yapılır. ABD’ye geri döndüğümde acı portakal bulamadım. Bu yüzden hep bir mazeret yaratıp ocak ve şubat aylarında İngiltere’de bulunuyor, acı portakal bulup küspe haline getiriyor, sonra da Amerika’ya dönünce bundan reçel yapıyordum. Hatta bir ara, göz kamaştırıcı caminin yanındaki İslam bahçesinde acı portakalların yerlere saçılmış olduğu Kurtuba’ ya kendimi ocak ayında davet ettirdiğim bile oldu. Oranın yerli insanlarının şaşkın bakışları altında (onlar bu portakalların yenilemeyeceğini söyleyip duruyorlardı) yerlerden portakalları topladım, otelde bunları küspeye dönüştürdüm, tabii bu oda servisindeki insanları çıldırttı, çünkü keskin koku dayanılır gibi değildi. Bu adam çıldırmış diye bakıyorlardı bana. Bundan daha tekil bir şey olabilir mi?
Ama aslında benim bu garip tüketici davranışımı tam da bağlamına yerleştiren Marksist tarzda büyüleyici bir öykü de var anlatacak. On dokuzuncu yüzyılda Kent’te şerbetçiotu ve meyve yetiştirme üzerine yaptığım doktora tezimin araştırmasını yürütürken keşfettim ki, 1840’lı yıllarda Kent’in orta bölgelerinin özgür çiftçileri (yeomen) ile Karaipler’in şeker plantasyonu sahipleri arasında tuhaf ve kolay kolay beklenemeyecek bir ittifak oluşmuştu. Her iki grup da şeker üzerindeki gümrük vergilerinin düşürülmesi için ajitasyon yapıyordu. Meyve yetiştiricileri açısından bunun anlamı şekerin ucuzlaması ve böylece daha yüksek miktarda meyve reçeli yapılabileceği için meyve talebinin artmasıydı. Bu dönem Britanya’da serbest ticaret lehinde ajitasyonun doruğuna çıktığı dönemdi; başı çeken, gıda maddelerinin ucuzlaması sayesinde emekgücünün değerinin düşmesini ve böylece mülk edinebilecekleri artık değerin artmasını isteyen Manchester sanayicileriydi. Ajitasyonun esas yoğunlaştığı alan ekmeğin fiyatı olmakla birlikte, işçilerin ekmekle yiyecek bir şey bulmaları gerekiyordu. Şeker yüklü reçel (ve yanında şekerli çay) uzun saatler boyunca çalışacak fabrika işçileri için anında bir enerji deposu işlevi görüyordu. Kısacası, Sidney Mintz’ in Sweetness and Power (Tatlılık ve İktidar) başlıklı parlak çalışmasında işaret ettiği gibi sanayinin çıkarları, işçilere böylesine anında etki yapan türden enerjiyi savunuyordu (Britanya işçi sınıfının hayatında çay arasının uzun vadeli önemi de buradan gelir). Kapital’in I. Cilt’inde (“İşgünü” bölümünde) emekgücünün değeri ve yoğunluğu ile ilişkisi içinde ticaret politikası konusunda yapılan analiz, bu tür işçi sınıfı tüketim biçimlerinin teşviki açısından bağlamı ortaya koyar.
Ama neden acı marmelat yendiğini açıklamaz. Bunun için Kapital’in II. Cilt’ine geçmemiz gerekir. Reçel üreticileri tipik olarak Aralık ayına gelindiğinde taze meyve ve meyve küspesi bulamıyorlardı. Biri, İspanya’da bu yenemez portakalların Ocak ve Şubat aylarında ağaçlardan döküldüğünü görüyor. (İspanya’da insanlar portakal çiçeklerini severler, ama ağaçların yenilemeyecek meyveler için yağmalanmasını değil). İspanya’nın acı portakallarının kullanılması sabit sermayenin bütün yıl boyunca tam olarak çalıştırılması (bir II. Cilt problemi) için harika bir yoldu. Yani, sabit sermayenin devri süresinde yaşanan sorunlar acı marmeladın kahvaltıdaki rolünün teşviki bakımından kritik önem taşımıştı. Şeker ve C vitamini yüklü bu acı marmeladın yenmesindeki kültürel alışkanlık Britanya’da çok yerleşik bir âdet halini almış ve bu âdet günümüze kadar korunmuştur.
Burada benim tuhaf ve tekillik taşıyan kültürel alışkanlığımı belirleyen hiçbir şey yoktur. İstersem bu alışkanlığımdan vazgeçebilirim (son zamanlarda vazgeçtim de). Ama sermaye görünüşte tekillik taşıyan kültürel alışkanlıkların oluşumu ve sürdürülmesi yolunda belirli “olanaklılık koşulları” yaratmaktadır. Kendi evine sahip olma alışkanlığı ve “Amerikan rüyası” hemen akla gelecek diğer örneklerdir. Bu olanaklılık koşullarının neler olabileceğini keşfetmekten büyük zevk duyuyorum, Marksist tarzda bir teorileştirme noktasının kendime özgü bazı alışkanlık ve zevklerin nereden kaynaklandığını anlamamı sağlamasını büyüleyici buluyorum.
Görünürde çok önemsiz olan bu öyküyü anlattıysam bunun nedeni şudur: Ben Marx’ın soyut analizinin yeryüzüne indirildiğinde insanlara gittikçe daha fazla şey ifade ettiğine inanıyorum. Teori, sadece sermayenin içinde hareket ettiği soyut süreçleri değil, aynı zamanda herkesin yaşadığı biçimiyle günlük hayatı da (yani o kadar çok sayıda İngiliz’in acı portakal marmeladını neden sevdiğini) aydınlatamadığı durumda, daha eşitlikçi ve şiddete daha az yatkın bir alternatif üretim tarzını inşa arayışında bir özgürleşme aracı olarak eksik kalacaktır.
İlginç biçimde sosyalizm ve komünizm kavramları II. Cilt’te Kapital’in öteki ciltlerinden daha sık rastlanan kavramlar. Öyle görünüyor ki, Marx’ın kafasında birleşmiş üreticilerin kendi üretim süreçlerini kontrol etmesi ile ücret düzeyleri arasında bir bileşim vardı; burada, para sermaye dolaşımının sarsıntılar yaratan gücünün yerini, uluslararası bir işbölümü içinde metalaşmamış malların (kullanım değerlerinin) rasyonel olarak belirlenmiş ve koordine edilmiş akımlarının örüntüsüne dayalı daha geniş bir temele yaslanan bir toplumsal örgütlenme biçimi alıyordu. Mübadele değeri üzerinde yükselen bir toplumun ilgası, Marx’ın bütün antikapitalist formüllerinde merkezi bir yer tutar. Bunun uzantısı, eşitlik ve adalet temelinde, insanların özgürleşmesine adanmış bir toplumun, paranın özel kişiler tarafından mülk edinilebilecek bir toplumsal iktidar biçimi olduğu ve meta piyasalarında mübadelenin parasal koordinasyonunun günlük hayatın içinde yeniden üretildiği birincil toplumsal ilişki olduğu bir dünyada kurulamayacağıdır. Açıktır ki, Marx’ın saydığı asgari vasıflar bütünü bütünüyle yetersiz ve ütopik bir program oluşturmaktadır. Ama antikapitalist solun kısmen antikapitalist bir alternatife geçişte devlet iktidarına yaslanmayı hatırlatan en ufak bir şeye duyulan güvensizlikten dolayı çarpıcı şekilde görmezden geldiği, gittikçe derinleşen bir işbölümü çerçevesinde uluslararası koordinasyon sorununa ışık tutmaktadır bu vasıflar bütünü. II. Cilt’in ışık tuttuğu bir başka nokta da artık değerin üretimini ve gerçekleşmesini görünürde sonsuza kadar sürdürmek amacıyla inşa edilmiş, iç içe geçen sermaye devrelerinden oluşmuş karmaşık süreçlerdir, bunların tekil olarak kapitalist sınıf iktidarını sürdürmek için tasarlandığıdır. Marx’ın inandırıcı biçimde ortaya koyduğu şey, dolaşımın hiçbir tek yüzünün (mesela para sermayenin), üretimin ve metaların birbirini izleyen devrelerinde ortaya çıkan dönüşümlerin eşit derecede radikal bir değişimi olmaksızın radikal olarak değiştirilemeyeceğidir.
Antikapitalist bir alternatifin neye benzeyeceği, o dönemin olanakları ışığında gelecek kuşakların aktivistleri ve bilim insanları tarafından belirlenecektir (bu olanakların arasında Marx’ın hayal bile edemeyeceği elektronik toplumsal koordinasyon tarzları da vardır). Ama Marx’ın o kadar uzun bir zaman önce attığı temel, sermaye akımının sistemik ama çelişkili karakterinin çarpıcı bir tablosunu sağlıyor bize; bunun gezegenimizin sekiz milyardan fazla insanını beslemek, barındırmak, giydirmek, yetiştirmek ve ayakta tutabilmek için gerekli kullanım değerleri akışına dönüştürülmesi gerekiyor. Ünlü sözüyle görevimizin dünyayı anlamak değil değiştirmek olduğunu söyleyen biri olarak Marx, değiştirilmesi istenen şeyi parçalarına ayırmaya, anlamaya ve aydınlatmaya orantısız bir zaman ve enerji harcamıştır. Bu yönde yapılacak hâlâ çok büyük çalışma vardır. Ama daima olduğu gibi, bu şeyi değiştirme görevini başlatmak da zorunludur, özellikle de bir toplumsal sistem olarak kapitalizmin raf ömrünü doldurduğu ve toplumsal, politik ve çevre bakımından sonuçları ne olursa olsun bileşik bir hızda ve “yabancı tüketim çılgınlığı” aracılığıyla sonsuz ve aptalca büyümeyi sürdüremeyeceği göz önüne alınırsa. Yalnızca sermaye, der Marx, “tarihi ilerlemeyi zenginliğin hizmetine koşmuştur.”
Toplumun üretken gelişimi ile varolan üretim ilişkileri arasındaki giderek artan uyumsuzluk, kendini keskin çelişkiler, krizler, kramplar biçiminde ortaya koyar. Sermayenin, kendi dışındaki ilişkiler tarafından değil, bizzat kendi varlığını sürdürmesinin koşulu olarak zorla tahrip edilmesi, pılısını pırtını toplayıp yerini toplumsal üretimin daha yüksek bir aşamasına bırakması için kendisine verilen işaretlerin en çarpıcısıdır. (Gt 683)
Hepimizin bu tavsiyeye kulak verme zamanı geldi de geçiyor.