Ayhan Geçgin’in 2020 Orhan Kemal Roman Armağanı konuşması:
“Bir zamanlar hayata ve edebiyata duyulan bir inanç vardı. Orhan Kemal’de kuşkusuz bu inanç sağlam ve büyüktü. Aslında böyle bir inanca sahip olmasaydı belki bu derece gerçekçi olamazdı. Bununla sadece yazım tarzı açısından gerçekçiydi demek istemiyorum. Yazım tarzı bir teknik, bir araçtır, dünyayı anlamanın, yakalamanın, onda pek de görünmeyen ya da hissedilmeyen çizgileri açığa çıkarmanın yolu, yordamıdır. Edebiyat tam olarak yazım tarzının kendisiyse, böyle bir araç olduğundan, ancak bu yolla açığa çıkartabildiği algılamalar, duygular nedeniyle öyledir. Anlama, kavrama çabasına göre teknikler eskir, değişir, icat edilir ya da başka biçimde tekrar edilir. Orhan Kemal’in gerçekçiliği derken asıl olarak toplumsal gövdeyi kat eden, kimi büyük, kimi her yerde olmasına rağmen algılanması güç küçük algıları, duyumları, hisleri, daha yalın bir deyişle insan dünyasını, insan ilişkilerini ele alış bakımından bir gerçekçiliği kast ediyorum.
Öteki okuyucuları gibi benim de çok değer verdiğim bir eleştirmenimiz, son kitaplarının birindeki bir yazısında, Orhan Kemal’le ilgili belli bir klişeyi yerinden oynatmayı amaçlamıştı. Orhan Kemal hiç de öyle anladığınız anlamda umudun, iyiliğin ya da iyimserliğin yazarı değildir, diyordu; bunlar elbette vardır ancak onda aynı zamanda insanların küçük kötülüklerini, acımasızlığını, kendi gündelik çıkarlarının peşinde nasıl koştuğunu, hasetlerini, imrenmelerini, öfkelerini, bunlar arasındaki gelgitlerini de görürüz. Verdiği örneklerden biri şuydu: haysiyet. Bir duygudur. Ama, Orhan Kemal’in roman ile öykülerinde bize sordurttuğu gibi, neden adeta yoksulun payına düşen, olumlu olarak düşünebileceğimiz tek duygudur? Yoksul niçin bu duyguyla sınanmak zorunda kalır? Dahası haysiyet yoksullukla gerçekten bir arada mümkün müdür?
Örnek çok isabetlidir, aslında üzerinde uzun uzun durulmayı hak eder. Zira modern ahlak anlayışını kuran filozof, ahlakı tam da bu duyguya dayandırmıştı. 18. yüzyılda yaşamış, Fransız devrimine tanıklık etmiş Alman filozoftan, Kant’tan söz ettiğimi anlamışsınızdır. Kant şu soruya böylelikle yeni bir yanıt veriyordu: İnsanın saygınlığı nereden gelmektedir? İnsan neden haysiyetli bir varlıktır? Diyelim bir böcek için neden böyle düşünmüyoruz da insan için böyle diyoruz?
Bilindiği gibi, Kant’ta patolojik olmayan tek duygu saygıydı. Bu duygu haysiyet kavramıyla doğrudan ilişkiliydi. Ayrıntılara girmiyorum. Öteki duygular çıkarlardan, alışkanlıklardan, istekler, ihtiyaçlar, kısaca dış etkilerden doğuyordu, hem kendi küçük, günübirlik dünyamızdan kaynaklanıyor hem de böylelikle varolan dünyanın nasılsa aynı biçimde sürmesini sağlıyordu. Bir tek bu duygu akla dayanıyor, başka bir deyişle bir fikirden, ideadan doğuyordu, bu yüzden de bağımsızdı.
Bunun önemi şuydu: Kant’a göre ben yalnızca ahlak alanında bağımsız, özgür olabilirim. Çünkü yalnızca bu alanda nasıl yaşayacağımı belirleyebilir, kendime yasalar koyabilirim. Ben gerek kendimde gerek başkalarında, yani genel olarak insanda bu neredeyse doğa yasası gibi katılıkla işleyen kendine buyurma, kendine yasa koyma gücüne saygı duyarım. İnsanlık fikrinin temelidir bu. Her insan, bu güce sahip olduğundan kim ya da neci olursa olsun eşittir, saygıya layıktır, haysiyetlidir. Kuşkusuz daha önce de haysiyet kavramı vardı ama kendini dinsel, kan ya da soya bağlı, kabilesel, yani türlü türlü biçimlerde tanımlayan topluluklara, cemaatlere özgüydü. Artık bunlara bakmaksızın, tüm insanları tanımlayan, onları insanlığın parçası yapan, her birine ait, koşulsuz saf bir duygu halini alır.
Peki, yoksul kimdir? Yoksul en korumasız insandır, bütünüyle dış dünyanın insafına, tesadüflerine, değişimlerine bırakılmış, gücünden mahrum edilmiş varlıktır. Kant açısından insanlık fikrini kuran bu en güçlü duygunun en güçsüz varlıkla, insanlığın kenarındaki bu varlıkla yakın ilişkisi gerçekten ilginçtir.
Çünkü yoksul figürü, insan kimdir, nedir, sorusunu durmaksızın sorunlaştıran figürlerden biridir. Eğer Kantçı devrime modern yasa dersek, burada yasa bize ne diyordu? Kendi yasamızı kendimizin yaptığını söylüyordu. İnsan kendine buyurabildiği, nasıl, neye göre yaşayacağını, nasıl bir topluluk ya da toplum kuracağını kendi belirleyebildiği için insandı. Bu bizi hayvanlardan, doğa yasalarının düzeninden ya da çıkarımıza dayanan küçük dünyamızdan ayırıyor, bunların ötesine geçmemizi sağlıyordu. İşte insan bu yüzden özgür bir varlıktı. Özgürlük, organizmamızın ya da çevremizin belirlediği ihtiyaçların, çıkarların şimdiki dünyasından öteye doğru atılan bu adımdır öyleyse. İnsanlar elbette çeşitli ötelere inanmıştır. Bizim burada anladığımız ötenin biçimi ise gelecektir.
Ancak modern yasanın, bu aşağı yukarı üç yüzyıllık güçlü fikrin içinde bir belirleme, seçme, ayıklama aygıtının da hep çalıştığını, soyut ve hareketli bir ibre gibi kimin, ne derece insan olduğunu durmaksızın seçtiğini de biliyoruz. İşin aslı hiçbir zaman herkes insan kavramının içinde olmamıştı.
Öyleyse Orhan Kemal’de gördüğümüz gibi insanlık fikrinin sınanacağı alanlar tam da toplumun en alt katmanları, yalnızca işçiler, ırgatlar ya da işleri pamuk ipliğine bağlı olanlar, bugünün deyimiyle prekarya değil, işsiz güçsüzler, evsiz barksızlar, baldırı çıplaklar, sokağa düşmüşler, başına bomba yağıp yerinden yurdundan sürülenler, insanın insandan çok bir bite, solucana, hamamböceğine, insan artığına benzediği, insan görünmeyenlerin, insanlıktan dışlananların kapladığı bölge olacaktır; işin aslı dün de bugün de farklı biçimler alsa da insanların büyük çoğunluğundan oluşur bu bölge. Ve bunlara insan dünyasının zulmünden, acısından kaçamayan tüm o konuşamayan varlıkları, yani yeryüzü yaratıklarının büyük çoğunluğunu da ekleyebiliriz. Böyle bakarsak aslında “insan” sayılanlar ne kadar azdır ve insanlıktan dışlanan insanlar da içinde olmak üzere insan olmayanlar ne büyük bir kalabalıktır. Öyleyse bu gri bölgede yol alınmadıkça başka türlü her tür umut, iyilik ya da iyimserlik hiçbir şey demeyecek, sahte olacaktır. Bir romancı sanırım ancak sözünü ettiğim yüksek inanç düzeyine yükselebildiğinde, kendini kandırmadan, doğrusu kendini de korumasız bırakan –ki Orhan Kemal’in yaşam öyküsünde bunu görüyoruz– bu belirsizlik bölgelerinde dolanma gücüne, kararlılığına sahip olabilir.
Böyle bir inanç sanırım her şeyden önce geleceğe duyulan bir inançtır. Geleceğe duyulan inanç geleceğin açık, tahmin edilemez ya da hesaba gelmez olduğunu kabul eder. Bu, gelecekte geleceği zaten şimdiden bilinen o iyi zamanlara duyulan bir inanç değildir, ya da sadece bu değildir. Söz konusu inancın oynadığı bahis bana kalırsa çok daha yüksektir. Asıl, şimdideki gelecek boyutunu açık tutmak ister o, şimdideki gelecek boyutuna seslenir. Zamanı geçmişin ya da bugünün perspektifinden değil, şimdinin içinde bulunan bir gelecek perspektifinden okumaya çalışır. Ancak böylelikle dünün ya da bugünün az çok aynı kalan bir tekrarı değil, başka bir gelecek, gelecek olan bir başkalık olanaklı olabilir.
Ama bizim yazma koşulumuz değişti. Bizler, yani, modern sonrasındakiler, öyle diyelim. Kuşkusuz kendimize hâlâ gerçekçi, yeni gerçekçi, modernist, postmodernist vs. diyebiliriz. Ama bunlar, koşulun değiştiğini anlamadıkça hiçbir şey ifade etmez. Biz, bir zamanlar var olan bu inancı yitirdik. Yazmanın koşulu, bu inanç yitimi olmuştur artık. Böyle bir inanç artık dünya yüzeyinden silinmiştir demek istemiyorum. Ama darbeleri kaydetmek, düşünmek gerek. Büyük romancı Orhan Kemal’in gerçekçiliği de bunu yapmıyor muydu? İnsanlık fikri, bizim kıyılarımıza, yani bugünümüzün kıyılarına bir yıkıntı, bir enkaz halinde ulaşmıştır.
Teşekkür ederim.”