Meltem Gürle, "-Yolculuk nereye? -Eve, hep eve", birgun.net, 28 Nisan, 2019
Ayhan Geçgin, son romanı Bir Dava’da bir yolculuk ve eve dönüş hikayesi anlatıyor. Bu da yazarın diğer kitapları gibi çok katmanlı ve zengin bir metin. Üstelik çok cesurca yazılmış bir roman. Yalnızca Türkiye’nin yakın tarihini ilgilendiren çetrefil bir meseleye değindiği için değil, memleketin şu andaki en yakıcı derdini, yani bize benzemeyenlerle buluşup kavuşamadığımız için ülkemizin ev olmaktan çıktığının hikayesini, anlattığı için böyle bu.
Bir Dava, yakın tarihin önemli olaylarından Balyoz Davası’ndan esinlenerek yazılmış. Uzunca bir süredir Amerika’da yaşayan ve üniversitede hoca olarak çalışan Aslı, emekli bir amiral olan babasının bir sabaha karşı evinden götürüldüğünü haber alır. Bu yaşlı askerin neden tutuklandığını kimse bilmez. Roman boyunca izini süreceğimiz bir dizi Kafka göndermesinin ilki de böylece karşımıza çıkmış olur.
Bir Dava’nın kahramanı Aslı, kimi açılardan yazarın daha önceki romanlarındaki karakterlere benziyor: Duyguları kontrollü, algısı geniş, yabancılık hissi çok köklü. Bir bakıma, o da diğerleri gibi bir anti-kahraman. Hatta dikkatli bakınca, Son Adım’ın baş kişisi Alisan’ı hatırlatıyor. Ne var ki, Alisan, dar gelirli bir Kürt ailenin iki çocuğundan biri olarak büyümüş ve yarıda bıraktığı üniversite eğitimi dışında bütün hayatını kentin kıyısında yoksul bir semtte geçirmiş genç bir adamken, Aslı, kıdemli bir subayın kızı olarak ayrıcalıklı bir hayat sürmüş kentli, eğitimli ve “beyaz” bir kadın. Romanın konusu gibi, bu da çok riskli bir seçim. Ancak, Ayhan Geçgin her iki zorluğun da üstesinden geliyor. Kadın karakterinin zihnini okuyucuya aktarmak konusunda özellikle başarılı. Roman boyunca bizi onunla aynı duygu durumunda tutuyor, karakter inandırıcılığını hiç yitirmiyor.
İstanbul’a doğru yola çıkmak için hazırlanırken şunları düşünür Aslı: “Götürdüler. Kim, neden? Elbette sözcüğün anlamını iyi biliyorum. […] Türkiye için de anlamını biliyorum. Ülkeden ayrıldığımda nasıl bir ülkeden ayrıldığımı biliyordum. Babanı götürdüler. Demek sıra babamda, öyle mi?”
Aslı “biliyordum” der, ama bilmenin çeşitleri vardır. Bu sefer bilgi, uzakta bir yerlerde gerçekleştirilen “kapsamlı bir operasyon”un haberini veren bir televizyondan gelmez. “İçeriden” gelen bir bilgidir bu. Roman açıldıkça çoğalır, ağırlaşır, yakıcı bir hal alır. Bundan sonrası, emniyet önünde haber alamadan dikilmeler, adliye koridorlarında ileri geri yürümeler, hepsi birbirine benzeyen görüş günleri, kimsenin anlam veremediği iddianameler, ne dediği anlaşılmayan avukatlar ve bir türlü sonu gelmeyen bir bekleyiştir. “Her odayı bekleme salonuna çeviren bu şey nedir?” diye düşünür Aslı, annesinin odasından gelen sesleri dinlerken. Annesi ise, üzgün olmaktan çok şaşkın ve öfkelidir. “Peki, bu bizim başımıza neden geldi?” diye söylenir kendi kendine.
“Bazıları bunları hep biliyordu,” der Aslı’nın okuldan arkadaşı Mehmet. O bambaşka bir yerden geliyordur çünkü. Onun geldiği yerde, insanlar kendilerine bu soruyu sormazlar. Onlar bilirler. Bu ülkede, “bazılarının” başına hep kötü şeyler gelir. Aslı’nın anlamadığı da budur. Nasıl olmuş da o “bazılarından” biri haline gelmiştir? İtibar sahibi babası nasıl olup da bu duruma düşmüştür? Baba ile kızın bir arada olduğu sahnelerde, ikisinin de yer yer birer tragedya kahramanına dönüşmesi bundandır. “Bizi bir çöp gibi attılar,” der yaşlı amiral hayal kırıklığı içinde. Aslı onu teselli edecek sözcükleri bulamaz.
Roman ilerledikçe sözcüklerle arası iyice bozulacaktır. Kocasıyla konuşamaz, okulda ders veremez hale gelir. Annesiyle zaten başından beri konuşmakta zorlanır. Mehmet’le konuşurlar ama birbirlerini anlamazlar. Sevişirler ama birbirlerine dokunamazlar. Zaten romanda birbirine dokunabilen pek kimse yoktur. Aslı’nın annesi açık görüşlerde çekingen bir şekilde kocasının omzuna başını dayar. Aslı, oğlu Can’a yoğun bir şefkat duyar. Ama hepsi budur. Aslı’nın zihninden yayılan derin yabancılık ve yersiz yurtsuzluk hissi, sonunda bütün ilişkilere yayılır ve romanın tümünü ele geçirir.
Yine de bütün bu karanlığın içine, inci gibi parlayan küçücük bir sahne yerleştirir, Ayhan Geçgin.
Son Adım’ın kahramanı Alisan gibi, Aslı da dur durak bilmeden kentin sokaklarını adımlayıp durur. Bilmediği semtlere, kenar mahallelere, şehrin çeperine doğru gider. “Niçin buralarda geziniyorum? Bulmak istediğim ne?” diye sorar kendine. Bu uzun yürüyüşlerden birinde sıcaktan ve yorgunluktan fenalaşıp bir duvara yaslanır. Bunu gören yaşlı bir kadın, onu apartmanın önündeki gölgeye oturtup bir bardak su verir. Torunlarıyla usul usul konuşmaya başlayınca, kadının Kürt olduğunu anlarız. Onun yanında bir süre sessizce oturur Aslı. İşte tam bu sırada, neredeyse mucizevi bir şey olur: Hikayenin başından beri ilk kez kendini tamamen bırakır. Kadının kırışmış gülümseyen yüzüne, kısılmış gözlerine, uzakta oynayan çocuklara bakar ve orada öyle günlerce oturabileceğini düşünür. Gitmek üzere ayağa kalktığında ise, büyü çoktan bozulmuş, dünya yeniden düşmanlaşmıştır.
“Geri dönmek için etrafıma bakıyorum. Düşünüyorum, peki ama geri neresi? Döneceğim yer neresi? Sert bir rüzgar çıkıyor. Ağaçların tohumları, yerdeki toz, kağıt parçaları havaya yükselip uçuşmaya başlıyor, hava bulanıklaşıyor, bulanık, sarımsı bir tülle kaplanıyor.”
Bunu okuyunca anlarız ki, elimizde tuttuğumuz karanlık hikayenin kalbi, neredeyse tümüyle sessiz ama anlayış dolu bu buluşmada gizlidir. Ayhan Geçgin, Türkiye’nin en önemli siyasi meselesini, birbirine hiç benzemeyen ve belki de birbirini hiçbir zaman tam olarak bilemeyecek bu iki kadının yan yana duruşu üzerinden anlatmayı tercih eder. Belki de uzun süre gerçekleşmeyecek bir beklentinin, toplumsal barış ve kucaklaşma ihtimalinin, bir nüvesini görürüz bu sahnede.
Birbirinin gölgesinde sessizce oturan bu iki kadının buluşmasında, Aslı bir an için ve belki de ilk defa gerçekten eve dönmüş olur. Ulaşabilmek için daha çok yolumuz olduğunu bilsek bile, okuyucular olarak biz de, bir an için gerçek olan bu rüyada, eve dönmenin her şeye rağmen mümkün olduğunu hatırlarız.
Bir diğerinin gölgesinde soluklanmak değilse, ev dediğimiz nedir ki zaten?