ISBN13 978-605-316-122-6
13x19,5 cm, 176 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Sonsuz Talep, 2010
İmansızların İmanı, 2013
Bellek Tiyatrosu, 2015
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Sosyalizm, s. 17-29

Futbol düşünürken aslında ne düşünürüz? Pek çok şeye dairdir futbol; karmaşık, çelişkili, çatışmalı pek çok şey: hafıza, tarih, mekân, toplumsal sınıf, bütün belalı halleriyle toplumsal cinsiyet (özellikle erillik, giderek de dişillik), aile kimliği, kabile kimliği, milli kimlik, grupların doğası (hem oyuncu gruplarının hem de taraftar gruplarının), ayrıca kendi grubumuz ile başka gruplar arasındaki çoğu zaman şiddet ama bazen de barışçıl ve halim selim hayranlık içeren ilişki.

Malum, futbol bir taktik oyunu. Oyuncuların formunu korumak, daha da önemlisi takım haline gelebilmek ve takım kalabilmek disiplin ve aralıksız idman gerektirir. Takım bir sistemdir, dinamik bir figürasyondur; durmadan yer değiştiren ama aynı zamanda şeklini korumaya, formda kalmaya çalışan hareketli düğümlerden mürekkep bir matristir. Takım başka bir forma, yani karşı takıma rakip olarak hareket edip yer değiştiren bir formdur. Takım şeklinin amacı –topa sahip olsun olmasın, ister defansif ister ofansif oynasın– sahayı işgal ve kontrol etmektir. Bir futbol takımının sahayı kontrol etmeye çalışması, gerek hücumla gerek geri çekilmeyle, gerek işgalle gerek kuşatmayla mekânın zapturapt altına alınmasına veya askerileştirilmesine benzer. Futbol takımı küçük bir ordu gibi organize olmalıdır: net bir komuta zinciri olan yekpare, birleşik, hareketli ve kalifiye bir kuvvet. Çoğu insanın evvelce söylediği gibi, futbol savaşın başka araçlarla devam ettirilmesidir, ama futbolun araçları da düpedüz savaşa meyillidir: Mesele kazanmaktır (bazen de kahramanca mağlubiyet). [1]

Çocukluk kahramanım, 1959-74 yıllarının efsanevi Liverpool menajeri Bill Shankly derdi ki, futbol temel şeylerden ibarettir: top kontrol-pas, hep kontrol-pas. Kontrol ve pas hareket ve hızla birleşir, bu noktada topu kontrol eden oyuncunun her pastan sonra iki-üç seçeneği vardır, nihayetinde topa hâkim olan golü atar. En çok gol atan kazanır. Bu kadar basit. Ne var ki merhum, büyük Johan Cruyff’un dediği gibi, “Futbol basit bir oyundur ama futbolu basit oynamak en zor şeydir.”

Golf ve tenis gibi sporların, hatta beyzbol, kriket ve basketbolun aksine, futbol bireyci değildir. Futbolda oyuncuların giderek daha çok mali özerklik talep ve icra ettiği şöhret güdümlü bir yıldız oyuncu sistemi var, buna kuşku yok, ama futbol ne kadar yetenekli olursa olsunlar tek tek oyunculardan ibaret değil. Futbol takım oyunu, özünde işbirliği var. Sporcular arası hareketin esas olduğu futbolda oyuncular birlikte, birbiriyle ve birbiri için oynar, mekâna yayılıp takım denen hareketli bir ağ oluşturur. Bir takım Barcelona gibi sahiden yetenekli bireysel oyunculardan da oluşuyor olabilir; her oyuncunun takımın genel dizilişinde rolünü tam olarak bildiği, kendi kendini organize eden efektif bir birim, kaynaşmış bir grup olarak işlev gösteren daha az yetenekli oyunculardan da. Premier Lig’de 2015-16 sezonundaki Leicester City gibi takımlar geliyor aklıma (futbolu taraftarlara iade etmişti cidden) ya da 2014 Dünya Kupası’nda-ki Kosta Rika veya 2016 Avrupa Şampiyonası’ndaki İzlanda. Böyle takımlarda bütünün parçaların toplamından fazlası olduğu ortada.

Jean-Paul Sartre’ın örgütlenmenin doğası üstüne düşünürken futbola yönelmesi de tesadüf değil. [2] Bireysel oyuncunun özgür eylemi ya da etkinliği –Sartre buna “praksis” der– takıma tabi hale gelir, hem takımla bütünleşir hem de takımı aşar; böylelikle grubun kolektif eylemi, bireysel eylemi takımın örgütlü yapısına dahil ederek daha incelikli olmasını sağlar. Organize bir takımda vuku bulan, grubun ortaklaşa gerçekleştirdiği kolektif etkinliği ile varlığı ancak takımla mümkün olan oyuncuların destekleyici ve geliştirici bireysel eylemleri arasındaki dur durak bilmez bir diyalektiktir. Sartre’ın devamlı kafasını meşgul eden şey, bir örgütlenmenin –biçimi sürekli değişen dinamik bir futbol takımı gibi– bireysel eylem ile kolektif eylem arasındaki ilişkiyi nasıl şekillendirdiğidir. Her oyuncunun bireysel hareketlerini o oyuncunun işlevi belirler: kapı gibi kaleci, sağlam stoper, savaşçı orta saha oyuncusu olmak vs. Öte yandan bu bireysel işlevler, birlikte iyi oynayan bir takımın işbirliğine dayanan yaratıcı pratiğinde yücelip aşkınlık kazanır. Bir takım birlikte iyi oynamıyorsa kolektif eylem çöker, atomlarına ve bireysel parçalarına ayrılır, bütünlük dağılır, oyuncular birbirini suçlar ve taraftarlar da tek tek oyunculara yüklenir. Her anlamda kötü bir formdur bu.

Futbolun özünde işbirliğine dayanan doğası oyuncular arasındaki sosyallik modellerine uzanır; herkesin birbiri için oynadığı bir takım ile –Lionel Messi Cristiano Ronaldo’ya karşı diyalektiğinde olduğu gibi– her oyuncunun kendisi için oynadığı takım arasındaki karşıtlık da bundan nasibini alır. Daha net bir ifadeyle, işlerliği olan bir birim, efektif olarak etkileşimsel bir sistem anlamında takımın formel sosyalliğinden söz ediyorum. Sahada takım olarak iyi oynayan bir takım, muhtemelen saha dışında da epey iyi anlaşıyordur. Ama illa böyle olmayabilir. 1998 Dünya Kupası’ nı kazanan Fransa milli takımında kimi oyuncular saha dışında birbiriyle hiç konuşmuyordu, keza 1990’larda Premier Lig’de ezici bir üstünlük kuran Manchester United’ın tarzını baştan sona belirleyen büyük Eric Cantona pek de sosyal değildi. Ayrıca oyuncuların giderek daha geniş bir dil ve kültür yelpazesinden geldiğini düşününce (bu oyuncuların pek çoğunun ne kadar genç olduğu bir yana), birbirleriyle ne konuştuklarını ve cidden ortak bir yanları olup olmadığını merak ediyorum. Ne var ki mesele, birlikte oynadıklarında konuştukları ortak futbol dilinin formelliği.

Bu sosyallik modelleri taraftarların kolektif yaşamında hem yankı hem de enerji olarak karşılık bulur (beni asıl ilgilendiren de taraftarlar; bu konuya ileride döneceğiz). Bu sosyallik sözünü ettiğimiz sporun adına bile uzanır: Topluluk Futbolu (Association Football). ABD’de kısaca soccer* olarak bilinir; aslında 1970’lere kadar İngiltere’de de yaygın olarak soccer denmiş, ancak sonraları bu tabir yanlış biçimde bir tür Amerikanizm gibi anlaşılmıştır. Futbol socius’un, Marx’ın Kapital’deki deyişiyle “insanların özgür topluluğunun” hareketidir (fakat burada maalesef futboldan söz etmiyordu Marx). [3] Futbolun pek çoğumuz için böylesine önemli olmasının nedeni tam da merkezindeki topluluk deneyimi ve sağladığı canlı cemaat hissidir. Bir adım daha ileri giderek, hatta risk alarak diyebiliriz ki futbolun has siyasi biçimi sosyalizm’dir. Özgürlük başkalarından ayrı olarak deneyimlenmez, ancak kolektif eylemin bireysel eylemi hem bünyesine kattığı hem de yükselttiği topluluk dahilinde mümkündür. Bir kez daha Bill Shankly’den alıntılayacak olursak (keza Brezilyalı efsane Sócrates, 1974 Dünya Kupası’nı kazanan Batı Almanyalı Marksist Paul Breitner, Arjantin’in eski kaptanı Javier Zanetti de benzer duyguları ifade eder): “İnandığım sosyalizm aslında siyaset değil. Bir yaşam biçimi. İnsanlık. Yaşamanın ve gerçekten başarılı olmanın yolunun kolektif çabadan geçtiğine inanıyorum; herkesin birbiri için çalışmasından, birbirine yardım etmesinden ve günün sonunda payına düşen karşılığı almasından.” 1980’lerde İngiltere’de maden işçilerinin grevleri sırasında protesto saflarına düzenli olarak katılan Brian Clough şunu söylemişti: “Benim için sosyalizm kalpten gelir. Neden toplumun bazı kesimlerinin şampanya ve büyük ev ayrıcalığı olması gerektiğini anlamıyorum.” Barney Ronay’nin dediği gibi, “Premier Lig kulüplerinin çoğunun kökü yerel bir kiliseye ya da yerel bir pub’a dayanır ... Thatcher’ın ‘Toplum diye bir şey yok’ fikrine hayatın içinden yumruk gibi bir cevap.” [4]

Elbette bu tür sosyalist duyarlılıklar komik, hatta düpedüz gülünç görünüyor, bilhassa da futbolu yöneten camianın Zürih’in burjuva konforuna yerleşmiş FIFA denen yozlaşmış ve mutlakiyetçi lağım çukuru olduğunu düşündüğümüzde. Bu tür duyarlılıkların gülünç görünmesinin nedeni bir yandan da futbolda giderek güçlenen o devasa para faktörü: Oyuncular açgözlü temsilcileri tarafından paralı asker gibi davranmaya teşvik ediliyor, hatta çoğu durumda mecbur bırakılıyor; kulüpler kodamanların ve muktedirlerin oyuncağı; taraftarların bağlılığı tamahkârlıkla paraya dönüştürülüyor, zaten sadakatleri de her daim cepte farz ediliyor. Futbolun en temel ve derin çelişkisi belki de şu: biçimi topluluk, sosyalizm, oyuncularla taraftarların kolektif eylemi ve sosyalliği; ama maddi temeli para, genelde şaibeli ve denetlenmeyen kaynaklardan gelen kirli para. Futbol tamamen metalaşmış, sponsorluklarla, en bayağı ve en aptal markalaşmalarla dolup taşmış durumda (Şampiyonlar Ligi’ndeki bitmek bilmez reklamları –ABD’de Heineken, Rusya’da Gazprom vb.– ve Dünya Kupası sponsorlarından sözgelimi McDonalds ve Budweiser’ın her yerdeliğini düşünün). Futbol içinden çıkmaya çalıştığımız kapitalizmin –artık hangi dönemininse (geç, çok geç kapitalizm veya kapitalizmin son günü, hatta son dakikası)– zaman zaman katlanılmaz hale gelen, dini imanı para olmuş bir gösterisi. Futbol iğrenç olabilir, yine de bundan ibaret olmadığında hâlâ ısrarcıyım. Futbolda başka şeyler de var. Bir kez daha Cruyff’u alıntılarsak: “Neden daha zengin bir kulübü yenemeyelim ki! Bir çanta dolusu paranın gol attığını ömrü hayatımda görmedim.” Seyirciler ve bu oyunu sevenler olarak bizi bir araya getiren belki de Cruyff’un hissiyatının aynı anda hem hakikati hem de hakikatsizliğidir.

Bir yandan, futbolun yozlaşmış ve uluslaraşırı şirketleşmiş yapısının güçlü ve titiz bir eleştiriye tabi tutulmasına ihtiyaç var. Bu da futbolun üretim araçlarının mülkiyetinde sermaye akışlarının ve adaletsizliğin Marksist bir analizden geçmesiyle mümkün olabilir, yahut sözgelimi Michel Foucault’yu takiben futbolda iktidar ilişkilerinin analiziyle. Böyle bir eleştiri futbol ile şiddet, savaş, sömürgecilik, ırkçılık, gerici ve atavist milliyetçilik biçimleri arasındaki içsel bağlantılardan çekinmemeli (böyle bir milliyetçiliğin maalesef yığınla örneği var, mesela Fransa’daki 2016 Avrupa Şampiyonası’nda İngiliz ve Rus taraftarlar arasındaki çirkin çatışmalar). Acilen böyle bir eleştiriye ihtiyaç var, bilhassa da önümüzdeki 2018 ve 2022 Dünya Kupası’nın Rusya ve Katar’da nasıl olacağını kara kara düşünürken (iki karar da açıkça FIFA’nın sistemli yolsuzluğunun sonucuydu).

Gelgelelim futbolun güçlü ve derinden etkileyici güzelliğini ortaya çıkarabilecek, biçime daha çok odaklanan bir poetikaya da ihtiyaç var. Arjantinli teknik direktör Marcelo Bielsa’nın (sözgelimi Tottenham Hotspur teknik direktörü Mauricio Pochettino için bir ilham kaynağıdır, kimileri için de tam bir deli-dâhidir) dediği gibi: “Futbolun özü güzelliğe hizmet eden bir jesttir.” [5] Nitekim futbolda güzellik vardır: oyuncuların, çimlerin taşkın yeşilliğini kesen net ve geometrik beyaz çizgilerin güzelliği; sürekli değişen şekillerin, birbirine bağlanan ve iç içe geçen hareketlerin, sahadaki dinamik sistemler ve düğümlü dizilişlerin güzelliği; taraftarların salladığı bayrak ve pankartların güzelliği; söyledikleri şarkılarının sesi, kuvveti ve ritminin güzelliği. Bir de zarafet var, kendiliğinden ve bazen de gayri iradi gelişen hareket ve letafet. Hemen Zinedine Zidane geliyor aklıma, bilhassa da Philippe Parreno ve Douglas Gordon’ın 2006 tarihli harika filmindeki haliyle. Tabii Roberto Baggio, Paolo Maldini, Thierry Henry, Andrea Pirlo veya Andrés Iniesta gibi futbolcuların sıradışı duruşlarını ve hareketlerini de unutmamak lazım. Aynı zamanda bir takımın bütün olarak hareket ederkenki yalın zarafeti de geliyor aklıma, sözgelimi 2014 Dünya Kupası’nda Almanya’nın Brezilya’yı 7-1’lik Destruktion’la paramparça etmesi. Bahsettiğim örnekte etkileyici olan Almanya’nın oynadığı oyunun yalınlığıydı: kontrol-pas, kontrol-pas, boş alana hareketlen, topu al, şut ve gol.

Topluluk Futbolu’na çoğu zaman güzel oyun da denir ama nedeni pek irdelenmez. Peki, neden güzeldir ve güzelliği nasıl bir şeydir? Bu küçük kitapta, filozofların fenomenoloji dediği yöntemi kullanarak bu sorulara birtakım cevaplar vermeye çalışacağım. Fenomenoloji felsefi bir gelenektir, yirminci yüzyılın başında Husserl’in yazdıklarıyla başlar, Heidegger, Sartre ve Merleau-Ponty’nin eserlerinde varoluşsal açıdan işlenip genişletilir. Çok basit: Fenomenoloji gündelik varoluşumuzda bize kendini gösteren şeylerin tasvir edilmesidir. Umumiyetle mutlu mesut düşünmez halde olduğumuz hayatlarımızda es geçtiğimiz şeyleri düşünce düzeyine taşıma girişimidir. Deneyimimizde örtük olanı açık seçik hale getirme girişimidir. Bu yüzdendir ki Merleau-Ponty fenomenolojiyi dünyayı görmeyi yeniden öğrenmek olarak tanımlar. Fenomenolojik yaklaşım bizi zamanın, mekânın, dramanın ve futbol deneyiminin muhtelif hallerini oluşturan –William James’in deyişiyle– “şu gizemli duyusal yaşam”ın tüm unsurlarının bir poetikasına götürecek. Umarım bu yaklaşım okurun birazcık farklı bir bakışla futbolun güzelliğini görmesine ön ayak olur.

Peki, futbol eleştirisine olan ihtiyaç ile futbol poetikası imkânı arasındaki çelişkiyi nasıl müzakere edeceğiz? Futbolun biçimindeki topluluk ve sosyalizm ile içeriğindeki azgın kapitalizm arasındaki çatışma çözülebilir mi? Bu aşamada korkaklık edip “Bu mesele bu kitap çerçevesinde yapabileceklerimi aşıyor” gibi bir şey diyebilirdim. Ama çok ucuz bir numara olurdu bu. Daha ziyade çelişkinin açık bırakılması gerektiğini düşünüyorum; uzlaşmaya meydan okuyan bir diyalektik gibi değil de, her maçın, her turnuvanın, her sezonun başında kaşımaya devam ettiğimiz açık bir yara olarak. Futbol bizi bir yandan cezbedip keyiflendiren, diğer yandan da deli edip iğrendiren bir oyun. Keyif ve iğrenme bu oyuna verilen aynı ölçüde haklı iki tepki, nitekim izlediğimiz her oyunda kâh keyifleniyor kâh iğreniyoruz, ne kadar keyifleniyorsak bir o kadar da iğreniyoruz. Bu kitapta esasen futbolun keyfi ve poetikası üstünde durmak, bu güzel oyunun bir fenomenolojisini yapmak istiyorum.

Notlar


[1] Küresel bir perspektiften futbol, siyaset ve savaş arasındaki ilişkiye dair kapsamlı değerlendirme için bkz. Simon Kuper, Soccer Against the Enemy, New York: Nation Books, 2006 [1994]. Ayrıca Franklin Foer, How Soccer Explains the World, New York: Harper Perennial, 2005; Türkçesi: Futbol Dünyayı Nasıl Açıklar?, çev. Harun İsmail Çırak, İstanbul: İthaki, 2012. Metne dön.
[2] Sartre, “The Organization”, Critique of Dialectical Reason, Cilt 2, Londra ve New York: Verso, 1991, s. 445-504.

* İngilizce association sözcüğü ve –er ekinden soccer (assoc+er) terimi türemiştir. –y.n. Metne dön.
[3] Marx, Capital I; Türkçesi: Kapital I, çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, İstanbul: Yordam, 2011. Metne dön.
[4] Barney Ronay, “Anyone want to play on the left?”, 25 Nisan 2007 (www.theguardian.com). Metne dön.
[5] Prof. Juan Pablo Pochettino, “Marcelo Bielsa hablando de filosofía, estilos de juego y táctica (2010)”, 20 Ocak 2010 (YouTube). Metne dön.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X