Önsöz, s. 9-15
Türkiye’nin Siyasal Rejimi: 1980-1989 kitabım 12 Eylül’e karşı “dönem yazıları”nın derlendiği bir seçkiydi. Türk Sorunu Üstüne Yazılar: 1998-2007 ise asker vesayetinin bir türünün bitmesine ve AKP iktidarının yükselişine dair yine bir dönem yazıları kitabıydı.
Bunlar da öyle: 2007-12 arasında Post Express, Mesele, Hukuk ve Toplum, Yeni Dünya dergilerine yazdığım, zaten kusurlu siyasal ve anayasal düzeni daha da bozan gelişmeleri, AKP iktidarının dinci ve reaksiyoner politikalarını, artmakta olan anti-laik uygulamalara karşı hükmü giderek kırılmakta olan militarist Kemalist velayet tortularının çarpışmasını ele alan yazılar.
Tarihsel ve doktrinal olarak dinle arasına mesafe koymuş olan liberalizmin Türkiye’deki gönüllü temsilcileri ile solun birçok kanadının dinle flörtü (popüler olmak için ve / veya bilebildikleri “reel politik” anlayışıyla) AKP ve Gülenizm ile önce “mazlumlar-arası” dayanışmacılığı sonra da pervasız işbirlikçiliği kayda geçiyordu. “Yetmez ama evet”çilerin 2010’daki, önceki ve sonraki veballeri de büyük oldu ama o yarayı burada dağlamak istemiyorum.
Dönemin dikkati çeken çok tehlikeli özelliklerinden biri AKP’ nin ortadan kaldırmak istediği ve ihlal ettiği bazı evrensel norm ve değerlerin de Kemalizme yakıştırılıp, genel, yüzeysel ve sözde bir Kemalizm kritiğine dahil edilerek küpeşteden denize atılmasıydı. (Aynen daha önce İkinci Cumhuriyetçilerin ve “liberal” “solcular”ın yaptığı gibi.)
Aydınların birçoğunun iktidarla işbirliği ve işbirlikçilik yaptığı, belli bir türü bitmekte olan Kemalist militarizmin yerine AKP’nin ABD emperyalizminin vesayeti ve nezareti altında zayıflattığı belli bir nesil silahlı kuvvetler komuta heyetinin yerine başka bir komuta heyeti getirdiği, ABD’nin Latin Amerika ve Asya şablonlarına göre AKP’nin kendi polis ordusunu, özel kuvvetlerini ve istihbarat örgütlerini kurduğu, direnişlerini sürdüren demokratik kitle örgütlerinin ve toplumsal örgütlerin giderek şimşeğini çalan “sivil toplum” [1] örgütlerinin genel uzlaşmacılığı, ödüncülüğü ve işbirlikçiliğinin ağır bastığı bir dönem oldu 2007-15. (Birinci perde 2002-07 idiyse, 2007-10 ikinci, 2010-15 üçüncü perde sayılabilir.)
Etkisiz bir muhalefetin karşısında otoriterlikten faşizan totaliterliğe doğru adım adım ilerleyen bir parti-hükümeti, daha da güdümlü bir yasama meclisi, artan bir Yürütme Üstünlüğü, yürütmenin kontrolüne alınan yargı, kısıtlanan özgürlükler, artan baskılar, yozlaşan eğitim sistemi, ikinci ve özellikle de üçüncü perdenin ayırt edici özelliklerinden bazılarıydı. “Sivil toplum”un “özel alanı” (tabii, din dahil) kazandı veya zarar görmedi, “toplum”un “kamusal alanı” kaybetti ve zarar gördü. “Sivil toplumcular”, “yapay çoğulculuk” uğruna dinin ne kadar “kamusal” olduğunu göremediler veya görmezden geldiler.
2015
Buraya kadarki metin, başta derlemenin tamamı olan I. Kısım için yazılmıştı. Eklenmesine sonradan karar verilen II. Kısım için birkaç söz gerekiyor.
Yine 2007-09’da yazılmış ama basılmamış birkaç yazı ile 2015-16’da yazılan ve bazıları Express dergisinde çıkan, bazıları da ilk kez bu derlemede yayımlanan birkaç yazı da konu yakınlığı itibariyle (laiklik, anayasa, emperyalizm, faşizm gibi) buraya alındı ve bir II. Kısım ortaya çıktı.
Bazı tarihçiler, yeni gelişmeleri de dahil edebilmek için kitaplarını sürekli ertelerler ve bir türlü bitiremezler. Bazıları da üzerinden belli bir zaman geçmeyen yakın olayları “daha tarih olmadı” diye hiç dahil etmezler. 15 Temmuz 2016 ve sonrası yukarıda sözünü ettiğimiz üçüncü perdenin devamı mıdır yoksa bir dördüncü perdenin başlangıcı mıdır tam bilemiyorum ama, hakkında yazmayı erken bulmaya daha çok meylediyorum. Yine de hiçbir şey demeden geçemeyeceğim.
Kısmen beklenmedik yanları da olduğu söylenebilecek, Amerikan orkestrasyonundaki bu askeri-dini darbe girişiminin, kısmen ve daha teorik-yapısal bir plandan bakıldığı takdirde tümüyle çok da şaşırtıcı olmadığını düşünmek mümkün. Bazı yorumcularda kâh “kandırıldık” kâh “bilmiyorduk” şeklinde tezahür eden masumiyet jestlerinin ikna edici olmadığının, birtakım potansiyel ve eğilimlerin vakitlice öngörülebilir olduğunun, sözünü ettiğimiz perdelerin büyük oyununun çoktan, AKP’nin sahneye çıkışından da önce yazılmış bulunduğunun işareti sayılabilecek 1986 ve 1989 tarihli iki kısa eski (erken) yazımı da en sondaki “Sona Varınca Tekrar En Başa Dönüyoruz” başlığı altına iliştirmekten kendimi alıkoyamadım. AKP’nin icraatının da yepyeni açılımlar olduğunu düşünmüyorum; ABD emperyalizminin planladığı bir bütünün parçası ve mantıksal uzantısı olduğunu düşünüyorum.
Bu yazılar, yeni olaylara geçmişte kalmış yorumlar olarak görülebilir, bazı şeyleri (dinin siyasetteki olumsuz rolü, ABD’nin İslamı azdırarak kullanması gibi) anlamak için 30 yıl gecikmek mi gerekiyordu diye de sorulabilir.
2016
Dikkatli okurlar 2007-12 yıllarındaki yazılar ile 2015-16 yıllarındaki yazılar arasındaki boşluğu fark edeceklerdir.
Bu boşluk, yazmaya değil ama yayımlamaya ara verdiğim bir dönemdi. Ama bu derlemeye girişirken öyle sanıyor(d)um ki 2015-16 yazılarının hiç değilse bir kısmında o yıllarda ne cereyan ettiğine değinen bölümler de yok değil. 2002-07 diliminde hazırlanan zeminin üstüne 2007-14 diliminde eklenenler, 2015-16 diliminde ekleneceklerin habercisiydi. (15 Temmuz 2016 “milat”ının da yeni bir Türkiye başlattığını düşünmüyorum. O da belli bir seyrin parçasıydı. Bana propaganda sloganı, “kamu diplomasisi” ve bunların fazla ciddiye alınması gibi geliyor. Ardından gelen “Yenikapı ruhu” ise ayrı bir garabet. “Laik” CHP Genel Başkanı’nın mevlithanları dinlediği devlet töreni de din-devlet / siyaset işlerinin ayrılığı ilkesindeki sapmaların devam ettiğini gösteriyordu.)
Somut bir örnek vermek gerekirse şunu söyleyebilirim: Türkiye’ de Anayasalar’da yaptığım iş, nihai metinler üzerinden sistemin incelenmesiydi. Buradaki anayasayla ilgili yazılar ise sadece değişiklik zorlamalarını, tartışmaları, eğilimleri ve yönelişleri değerlendiren, bir bakıma “nereye gidiyoruz”u öngörmeye çalışan parçalardır. Bir örnek daha: Aralık 2016’da meclise verilen “mini” / “butik” anayasa değişikliği teklifinde yer alan, Başkan’a tanınacak kararname çıkarma yetkisinin 1982 Aldıkaçtı darbe anayasasının tasarısındaki “emirname” yetkisine benzediğini, yani bu eğilimin, bu derecede güçlü olmasa da, Türkiye’de zaten var olduğunu hatırlatıyorum “Kanun Hükmünde Kararnameler” adlı yazıda. (Evren, Demirel ve Özal dönemlerindeki benzer fakat âkim kalmış zorlamalar, 1989 tarihli Türkiye’nin Siyasal Rejimi’ndeki birkaç yazının konusuydu.) Bu sefer demokratik temsil niteliği olmayan kurucu meclis vitrini bile yok; iki parti başkanının talimatı ve mutabakatıyla 1+1=2 parti memuru 80 milyonluk bir ülkeye anayasa yazıyor. İşte geldiğimiz noktalardan biri daha.
Aslında 2009-14 arasındaki dönemde Türkiye siyasetindeki güç dengelerinde çok önemli bir değişiklik oldu. Başka yerlerde de sözünü ettiğimiz üzere, ABD emperyalizmi Büyük Ortadoğu Projesi gereği ve “Tezkere Olayı” kızgınlığıyla TSK’nın içindeki daha bağımsızlıkçı ve Atatürk milliyetçisi komuta kademesini tasfiye ederek AKP’ye ve Gülen Hareketi’ne yol verdi. Erdoğan-Gülen koalisyonu esnasında Gülenizm AKP sayesinde en güçlü dönemini yaşadı.
Gülen-ABD İlişkisi’nin Komünizmle Mücadele Dernekleri ile daha eskilere gittiği malumdur. Gülenciliğin asıl güçlenişi ABD şaperonluğu altında AKP ile yaptığı dini-siyasi ve çıkarcı ittifakla gerçekleşmiştir. Bir yandan da ABD 1999’dan beri Gülen’i misafir etmiş ve AKP’nin tepesinde bir Demokles kılıcı gibi sallandırmıştır. Daha önce TSK’ya verdiği vâsi veya perde arkasındaki potansiyel alternatif hükümet rolünü, AKP’ye karşı Gülen’e vermiştir.
Bu dönemde eski Kemalizm-İslam gerilimi, Türk-İslam sentezi, milliyetçilik-dincilik terazilerindeki politik-ideolojik kefeler ikinciler lehine yer değiştirmiştir. Bu çerçevede Ergenekon, Balyoz gibi hukuksuz düzmece davalarla Kemalist subayların gücü kırılmıştır. (Daha sonra AKP-Gülen koalisyonu da ABD emperyalizminin planlaması ve çıkar çatışmaları yüzünden yıkılacaktır.)
Kemalizmin açık ve örtük militarizminin üstüne geç 1940-erken 1950’lerden itibaren ABD emperyalizmi çeşitli boyutlarıyla oturmuş, askeri darbeler dönemine girilmiştir. ABD, 1980’lerden itibaren giderek yoğunlaşan biçimde Kemalizmin yanında (veya karşısında) dini işlemiş ve kışkırtmıştır.
Otoriter-totaliter bir siyasi ideoloji ve rejim, dinle standart tarihsel ittifakını yapmakla kalmadı; bizzat kendisi çok dindar. Bu da onu kendine göre çok haklı, hoşgörüsüz, acımasız, ödüllendirici ve cezalandırıcı (daha çok ikincisi) yapıyor. Çünkü temel iman / zihin yapısında çoğulculuğa yer bırakmıyor, dışlayıcı olup her türlü farklılığı, hele muhalefeti, “fitne ve fesat” olarak gören bir teolojik aksiyomu var.
Benzerlikle, siyaseti seçmene / halka kamu hizmeti verme zorunluluğu olarak görmüyor, “daha seçilmiş kullar” olan yöneticilerin basit müminlere bir atıfeti, hatta sadakası olarak görüyor. Kamu gelirlerinden kendine ayırdığı payı kendi ödülü sayarken Hakkâri’ye yaptığı havaalanını ora halkına “hediye” etmiş oluyor.
Başta tersane ve madenlerdeki iş / işveren cinayetlerini “kaza”, “kader”, “işin fıtratı”, “tanrının gazabı” gibi görüyor. Fazla tedbir alınırsa Allah’ın gücüne gider, bile diyebiliyor.
Dış ve iç-savaşlarında “fetih” ve din-mezhep üstünlüğü” unsurları var.
Bu siyasi dinci ideoloji ve rejimin kendi halklarına karşı adeta husumeti var. “Milletim(iz)” derken, demagojik bir soyutlaştırmanın yanı sıra, fevkalade somut biçimde nüfusun çok (veya her) kesimine karşı bir hınç, hakaret, öfke var. Bildiğimiz yerli ve yabancı faşizmler, demagojik de olsa “halk”ı yüceltir, oysa AKP iktidarı ve çevresi halkı sık sık horluyor, aşağılıyor.
İşin öbür ucunda ise, Türkiye’de, aydınların bir bölümünü de içeren öyle bir siyasi sınıf var ki en son gayet ciddiyetsiz ama vahim bir mini (!) anayasa değişikliği paketini tartışmayı kabul etti ve Türkiye’ye özgü bir başkanlık sistemi türü diye öyle bir ucubeyi müzakere edebildi ve onayladı ki 20. ve 21. yüzyılda örneği galiba yok. Ocak 2017’de Meclis’ten geçirilen ve Nisan’da referanduma sunulacağı ilan edilen bu tasarının tek-adama verdiği anormal yetkiler olsa olsa Doğulu sultanların ve Batılı kralların yüzyıllar önceki mutlak, keyfi ve şahsi yetkileriyle karşılaştırılabilir. Tartışmaya bile değmez bu belgenin bazı noktalarına birkaç satırla işaret edelim.
1) Geçici Md. 9 ile (eski 104) (Devlet) Başkanı’na verilen muazzam atama yetkileri, TSK kullanma yetkisi, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi (“emirname” gibi) ve yönetmelik çıkarma yetkisi,
2) Geçici Md. 10 ile (eski 105) fevkalade zorlaştırılan cezai sorumluluk isnadı (“suç” hâlâ belirsiz),
3) Geçici Md. 13 ile (eski 119) verilen olağanüstü hal ilan yetkisi (6 ay için) –“savaş halleri”nde daha da rahat olmak üzere– “Cumhurbaşkanlığı kararnamesi” (ferman, ukase gibi) çıkarma yetkisi.
4) Geçici Md. 17 ile (eski 159) ile verilen atama yetkileriyle Yargı’nın Başkan’ın tam denetimine sokulması,
5) Geçici Md. 19 ile tüm “Bakanlar Kurulu” ibarelerinin yerine “Cumhurbaşkanlığı” sözcüğünün konmasıyla Yürütme erkinin tek-adamda toplandığının resmen tescili. Artık kabine, kolektif sorumluluk vb. şeyler yok. Yasama devre-dışı, kuvvetler ayrılığı lafta bile yok.
Bir siyasi sınıf düşünün ki Osmanlı’da “kapı kulluğu”ndan sonra, tek-partinin şef sisteminin neferliğinden geçerek, “gönüllü kulluğa” gerilemenin eşiğinde. Nisan ayındaki halkoylamasında ya tek adam sultasına gönül indirecek ya da son anda özgün ve vakur bir halka yakışacak şekilde bu karşı-devrim veya radikal reaksiyon girişimini püskürtecek.
Her şeye karşın bütün bunlara, dağılacak kara bulutlar olarak, Fikret’in “ufku saran inatçı bulutu”ndan ibaretmiş gibi bakmak lazım. Ziya Paşa’nın “Kadı ola davacı ve muhzır [mübaşir] dahi şahit; / Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet?” beyitindeki iktidar ve yetki toplulaşması hakkındaki yargısını da unutmadan. Tevfik Fikret’in 1912’deki “Doksan Beşe Doğru” şiirindeki kalıcı değerlendirmeleri de hatırlayarak (yalnızca 33 yılı 14 yıl yaparak):
Yasa diye topraklara sürtüldü alınlar;
Yasa diye, yasa diye, yasa tepelendi...
...
Yazık! Otuz üç yıl, otuz üç yıl tüm üzüntüler,
Yazık! Ne bir ders öğretmiş, ne bir düşünce!
...
Sussun diye vicdanına yumruklar inerse,
Ulus yaşamaz, yüce Meclisi aşağılanırken.
Aldatıp korkutmayla titrer ve sinerse,
Ulus yaşamaz, onun topluluğu boğulurken!
...
Yasa mı bize düşman, yoksa özgürlük mü?
Saldırıp önce bunları biz yok ettik.
Ve yine Fikret’in “Gerçek Her Zaman Gerçektir”inden dizelerle bitirelim:
Hadi sanatın da gereği yok,
Bize felsefenin de gereği yok;
Fakat anlatılsa da anlasak:
Şu bilgisizliğin ne gereği var?
Şu alçalışın ne gereği var?
Şu yoksulluğun ne gereği var?
Şu kulluğun ne gereği var?
Şubat 2017
Notlar
[1] Son çeyrek yüzyılın Türkiye’de en az anlaşılan ve en fazla fetişleştirilen kavramlarından, daha doğrusu sözcüklerinden biri. “Özel alanı” kapsayan, girişim özgürlüğünü, dinci yapay çoğulculuğu öne çıkaran, esas itibariyle hâkim sınıfların devletle işbirliği yaptığı “burjuva toplumu” demek olan bu sözcük, muhalefet söyleminin odağı haline getirildi ve eleştirel analizi köreltti. Metne dön.