Melek Zorlu, "Umut mekânlarının inşası", Birgün Kitap Eki, 13 Ocak - 9 Şubat 2016
"Tarihin gerçekten de evrensel ve mükemmel bir tarih olarak kendini var ettiği yerde ütopyaya gerek yoktur. O ancak tarihin bataklığında boy verir" (A. Yalçınkaya)
Bir bataklıktayız, boğazımıza kadar gömüldüğümüz, ütopyaların yeşermesine son derece elverişli bir bataklık bu; çünkü, daha iyisine duyulan ihtiyacın hiç olmadığı kadar arttığı zamanlardayız. Fakat ütopyanın da pek esamisinin okunmadığı bir bataklık. Ütopyanın hem “olmayan yer” hem de “mutlu yer”i ima ettiğini hatırlarsak yeni bir toplum tahayyülünün, umudun yeşertileceği mekânlar üzerine düşünmek tam da bu bataklığın içinde elzemdir.
David Harvey Umut Mekânları kitabında bunun olanağı için patikalar açıyor önümüze. Kapitalizmin sınır tanımayan mekânsal yayılımı ile siyasal direniş ve özgürleşme siyasetinin ayrıcalıklı mekânı olarak beden teması üzerine birlikte düşünerek mekânları zaptetme pratiklerini ütopya kavramı ekseninde ele alıyor.
Kapitalizmin tarihsel coğrafyası
Sermaye birikimi her zaman coğrafi yayılma ile ilişkili olmuştur. Belirli bir coğrafi bölgede sermayenin aşırı birikiminin ortaya çıkardığı çelişkilerin giderilmesi yeni mekânsal düzenlemeler ve yayılmayla aşılmaya çalışılır. Aynı zamanda eşitsiz coğrafi gelişme yani farklı bölgelerin ve toplumsal oluşumların kapitalist dünya pazarına eşitsiz şekilde katılması ile Harvey’in deyişiyle küresel sermaye birikiminin tarihsel coğrafyası yaratılmış olur.
Bu tarihsel coğrafyada “kapitalizmin sorunları, ancak bir tür vaat edilen ülkede ya da kendi ufkunun ötesindeki bir başka uzamda çözülebilir”. Meta, sermaye, emek ve bilginin dolaşımı sınırları daima geçişken kılarken, burjuvazi sınıf ve üretim ilişkilerini giderek genişleyen bir coğrafi ölçekte yeniden üretir. Hem kapitalizmin iç çelişkileri hem de sosyalist devrimin hareketi bu coğrafi genişleme alanında gerçekleşmek zorundadır. “Bütün dünyanın işçileri birleşin” sloganının bu bağlamda düşünülmesi gerekmektedir. Küresel ve enternasyonal kavramları arasındaki çizgi hem çok kalın hem çok incedir.
Ütopyalar ve kentler
Burjuva “ütopyası”, merkezden ya da gözlerden uzaklaşarak korunaklı banliyölerde yaratılan güvenli şehir dışı konforunu imler. Bir “müteahhit ütopyası” olarak şehrin merkezinde yeniden ‘değer’lendirilen alanlardaki büyük çaplı yatırımlarla kent merkezi canavarı beslenmektedir. Bu yenileme yatırımları büyük oranda kamu-özel ortaklığıyla yapılmakta, kamunun riskleri özelin ise kârları topladığı bir uzlaşma ile gerçekleşmektedir: “Engels’in belirttiği gibi, burjuvazinin toplumsal sorunlara önerdiği tek bir çözümü vardır- bunları bir yerden bir yere naklederek ağırlığı altında en fazla ezilenleri suçlarlar”.
Yoksulları kentin merkezinden uzaklaştırarak şehrin çeperlerinde toplu konutlarda yeniden iskân etmek tam da bu tarz bir “çözüm”dür. “Dolayısıyla var olan kaynaklar, ya yoksulları, imtiyazsızları ve marjinalize edilenleri açıkça dışlayan şehir dışındaki şehirlere doğru uzaklaşmakta, ya da kendini banliyö “özel-topyalarının” ve “kapalı sitelerin” yüksek duvarları arkasına kilitlemektedir.” Tüm bu mekânsal ayrışma içerisinde toplumsal aidiyet ya da karşılıklı yardım gibi kavramların ya da genel anlamda vatandaşlığın anlam yitimine uğraması kaçınılmazdır. Zenginler kendi bolluk gettolarını kurarken halkın nasıl bir şehirde yaşamak istediğine dair seçme imkânı bile yoktur, alternatifin olmadığına da fena halde ikna olmuş durumdayız. Ütopya, baskıcı olduğu için, tüm o düzenleme ve denetleme çabası otoriterlik ve totaliterlikle özdeşleştirilerek reddedilmiştir. Kentin dokusunu dönüştürme üzerindeki tüm karar verme hakkımızın elimizden alındığı, olanaksızlığın hâkim olduğu bir ortamda ütopyanın totaliter bulunarak reddi, bir anlamda umudun da reddi anlamına gelmektedir. “Kentin çeperlerine sürülen yoksullar ya da yaşam alanları yok edilmiş kitleler için umudun mekânı neresi olacaktır” sorusu son derece kritiktir.
Umudu inşa etmek
Bir tarafıyla taşıdığı kırsal bağlardan azade olmakla özdeşleştirilen “özgürleştiricilik” potansiyeli, diğer tarafıyla “endişe”nin ve kaosun mekânı olarak kent, tüm bu çelişkileriyle içinde yaşayanları da kuran bir mekândır. Kent hem belirsizliklerin hem de sınırların bir arada sunulduğu mekândır, dolayısıyla bu anlamda ütopya ve kent birbirine bağlıdır. Kentin havasındaki özgürleştiricilik yeniyi kurmaya dair umutla ilişkilidir. Fakat kabus da bir adım ötededir, içinde yaşayan her şeyle birlikte yağmalanmış, harap edilmiş kentlerin halkına sevindirici bir gelişme olarak sunulan toplu konut projeleri örneğin, bu umudun distopyasıdır.
Dolayısıyla rekabet yerine ortaklaşma, işbirliği, karşılıklı yardımlaşma gibi değerlerin hâkim kılınması ya da kente yönelik müdahalelerin içinde yaşayanların karar verme hakkının kazanılması tek başına yeterli olmayacaktır. “Yaratıcı serbestlik ile otorite ve kontrol arasındaki diyalektik ciddi bir sorun teşkil eder”. Kenti inşa ederken kendini de inşa eden, bundan sonra yaşamak zorunda olacağı mekânı kuran insanın aynı zamanda komün fikrinin mekânsal ölçeği olan bir müdahale olduğunu da akılda tutması, tüm repertuarın kapitalizmin yaptığı biçimden farklı olarak harekete geçirilmesi gerekmektedir.