İngilizce Basıma Önsöz, s. 9-12
Bu kitap toplumsal formasyonlar tarihini mübadele tarzları perspektifinden yeniden düşünmeye yönelik bir girişimi meydana getiriyor. Marksizm bugüne kadar bu tarihi üretim tarzları, yani kimin üretim araçlarına sahip olduğu perspektifinden ele aldı. Bu kapsamda üretim tarzları “ekonomik altyapı” olarak değerlendirilirken, siyasi, dinsel ve kültürel olan da ideolojik üstyapı kabul edildi. Bu yaklaşım, ekonomik olanı siyasi olandan ayırması bakımından, kapitalist toplumu temel alır; dolayısıyla kapitalizm öncesi toplumları açıklamakta birtakım güçlüklerle karşılaşır: Asyatik veya feodal toplumlarda, ve şüphesiz bunlardan önce gelen klan toplumlarında, siyasi kontrol ile ekonomik kontrol şeklinde bir ayrılma yoktur. Dahası, çağdaş kapitalist toplumlar söz konusu olduğunda bile, devlet ve ulusa sadece ideolojik üstyapılar gözüyle bakmak güçlüklere neden olur, çünkü bunlar kendi başlarına aktif özneler olarak iş görür. Marksistler kapitalist ekonomi yok olunca devlet veya ulus gibi ideolojik üstyapıların da doğal olarak sönümleneceğine inanmıştı, fakat realite bu beklentilerini boşa çıkardı. Devlet ve ulus meselelerini ele alma girişimlerinde tökezlediler.
Bunun bir sonucu olarak Marksistler, ideolojik üstyapının göreli özerkliğini vurgulamaya başladı. Daha somut bir ifadeyle söylersek, ekonomik determinizm teorisini psikanaliz, sosyoloji ve siyaset bilimi gibi alanlardan gelen bilgiyle desteklediler. Ne var ki bu girişim, ekonomik altyapının öneminin küçümsenmesi yönünde bir eğiliminin uç vermesiyle sonuçlandı. Birçok sosyal bilimci ve tarihçi ekonomik determinizmi reddederek meselenin diğer boyutlarının özerk olduğunu öne sürdü. Bu tavır, daha fazla disipliner uzmanlaşmaya yol açarken, giderek yaygınlaştı ve meşru kabul edildi. Siyasal, dinsel, felsefi vb. boyutları birbiriyle ilişkili biçimde bünyesinde toplayan yapıları kavramaya yönelik her türlü bütünleştirici ve sistematik perspektifin, keza mevcut koşulları aşmak için bir yol bulma doğrultusundaki her türlü çabanın terk edilmesiyle sonuçlandı.
Bu kitapla yeniden meselenin ekonomi boyutuna dönüyorum. Fakat ekonomiyi üretim tarzlarına göre değil, mübadele tarzlarına göre tanımlıyorum. Dört tip mübadele tarzı var: karşılıklı armağanlaşmaya dayalı A tipi, yönetim ve himayeyi içeren B tipi, meta mübadelesinden oluşan C tipi ve bu üçünün aşılması anlamına gelen D tipi. Bu dört tip mübadele tarzı tüm toplumsal formasyonlarda bir arada bulunur. Toplumsal formasyonlar yalnızca hangi mübadele tarzının baskın olduğuna göre birbirinden ayrılır. Örneğin kapitalist toplumda baskın olan mübadele tarzı C tipidir. Marx kapitalist ekonomiye yalnızca üretim tarzları açısından değil, meta mübadelesi açısından da bakmış, ideolojik üstyapının C tipi mübadele tarzı tarafından nasıl üretilebildiğini teorileştirmiştir. Özellikle Kapital'in üçüncü cildinde, kapitalist bir ekonominin her şeyden önce bir kredi sistemi olduğunu ve bu nedenle her zaman için kriz ihtimali barındırdığını açıklamaya girişmiştir.
Fakat Marx kapitalizm öncesi toplumların sorunlarına çok da ilgi göstermemiş veya dikkat etmemişti. Gerçi Marx’ı bununla eleştirmek budalalık olur. Tam da Marx’ın C tipi mübadele tarzı için yaptığı gibi, zamanımızı ve enerjimizi, A ve B tipi mübadele tarzları yoluyla ideolojik üstyapıların nasıl üretildiğini açıklamaya harcamak daha makul görünüyor. Dünya Tarihinin Yapısı’nda yapmaya çalıştığım şey bu. Ele alacağım bir diğer problem ise A tipi mübadele tarzının baskın olduğu bir toplumun ilk defa nasıl ortaya çıktığı.
Marcel Mauss’tan beri, A tipi mübadele tarzının (karşılıklı armağanlaşmanın) arkaik toplumlara yön veren baskın ilke olduğu genel kabul görüyor. Fakat bu ilke, en eski zamanlarda var olan göçebe avcı-toplayıcı gruplardan oluşan toplumlar için geçerli değil. Bu toplumlarda depolama olanağı olmadığından mallar ortak bir havuzda toplanır ve eşit olarak bölüşülürdü. Bu en saf haliyle armağan, başka bir armağanla karşılık vermeyi gerektirmeyen bir armağandı. Buna ek olarak grubun tek tek üyelerini düzene sokma gücü zayıf, evlilik bağları süreksizdi. Özetle, bu toplumun ayırt edici özelliği, tek tek üyelerinin hareket serbestliğinden kaynaklanan bir eşitlikti. Karşılıklılık ilkesi temeline dayanan klan toplumu ancak göçebe grupların yerleşik hayata geçmesinden sonra ortaya çıktı. Yerleşik hayat nüfus artışına olanak verdi, fakat aynı zamanda klan dışındakilerle çatışmalara neden oldu. Dahası, zenginliğin biriktirilmesini olanaklı hale getirdiğinden, kaçınılmaz olarak zenginlik ve güç bakımından eşitsizliklere yol açtı. Klan toplumu, armağan ve karşı-armağan yükümlülüklerini dayatmak suretiyle bu tehlikeyi belirli bir seviyede tuttu. Kuşkusuz bunu bilinçli olarak planlayıp yapmamışlardı. A tipi mübadele tarzı, Freud’un ifadesiyle “bastırılanın dönüşü” gibi, bir zorlama biçiminde ortaya çıktı. Fakat klan toplumunda bir kusura da yol açtı: Üyeleri eşit olmakla birlikte özgür (yani hareket serbestisine sahip) değildi artık. Başka bir ifadeyle, bireyleri kolektife bağlayan kısıtlamalar güçlendirilmişti.
Görüldüğü üzere göçebe halklar aşaması ile yerleşik hayat aşaması arasındaki ayrım çok önemli. Marx, ilk çağlarda bir “ilkel komünizm” olduğu hipotezini ortaya atmıştı ve gelecekteki bir komünist toplumun doğuşunu, kapitalizmin gelişmesinden sonra bu ilkel komünizmin yeniden tesis edilmesi olarak görüyordu. Günümüzde yarı dinsel bir tarihsel bakış açısı olarak değerlendirilen bu görüş geniş ölçüde reddediliyor. Dahası, günümüzde halen var olan ilkel toplumlar üzerinde gerçekleştirilen antropolojik çalışmalara bakınca, bu ilkel komünizm fikrini reddetmek zorunda kalıyoruz. Ne var ki sırf ampirik olarak doğrulanamıyor diye bu fikri ıskartaya çıkaramayız, çıkarmamalıyız da. Fakat Marksistler çoğunlukla bu sorunu geçiştirmeye çalışıyor.
Buradaki problem her şeyden önce Marx ve Engels’in ilkel komünizm modellerini Lewis H. Morgan’ın klan toplumu yorumuna oturtmaları. Kanaatimce klan toplumuna değil, onu önceleyen göçebe toplumlara bakmak gerekiyordu. Marx ve Engels neden göçebe toplumlar ve klan toplumları arasındaki farkları gözardı etmişti? Bu, toplumsal formasyonların tarihine üretim tarzı açısından bakmalarıyla yakından ilintiliydi. Başka bir ifadeyle, Marx ve Engels’in de benimsediği üretim araçlarının ortak mülkiyeti perspektifinden bakıldığında, göçebe toplumlar ve klan toplumları arasında bir fark yoktur. Fakat mübadele tarzları perspektifinden baktığımızda aralarında belirleyici bir fark olduğunu görürüz - sözgelimi en saf haliyle armağan ile karşılıklılığa dayalı armağan arasındaki fark.
İkinci olarak, mübadele tarzları perspektifinden baktığımızda, komünizmin neden basitçe bir ekonomik gelişme ya da ütopyacılık meselesinden ibaret olmadığını, daha ziyade ilkel komünizmin geri dönüşü olarak görülmesi gerektiğini anlayabiliyoruz. Fakat burada geri dönen kuşkusuz klan toplumu komünizmi değil göçebe toplum komünizmidir. Ben buna D tipi mübadele tarzı adını veriyorum. Bu, B ve C tipi mübadele tarzlarının hâkim olduğu aşamalarda bastırılmış olan A tipi mübadele tarzının geri dönüşüne işaret ediyor. Buna karşılık, bizzat klan toplumunun ve onu yönlendiren ilke olan A tipi mübadele tarzının kendisinin de zaten bastırılanın geri dönüşü anlamına geldiğine dikkat etmek lazım: Yerleşik toplumda bunlar göçebelikte var olan eşitliği koruma çabalarının ürünleridir. Haliyle, insanların arzu veya niyetlerinin bir sonucu olarak değil, hiçbir seçim şansı tanımayan zorunlu bir görev olarak ortaya çıkmıştır bu.
D tipi mübadele tarzı A tipi mübadele tarzının yeniden tesis edilmesinden, yani komünal topluluğun yeniden kurulmasından ibaret değildir. D tipi mübadele tarzı, A tipi mübadele tarzının daha üst bir boyutta yeniden tesis edilmesi olarak, aslında ancak A tipinin olumsuzlanmasıyla mümkündür. D tipi kısaca göçebe toplumun yeniden kurulmasıdır. Ancak bu da insanların arzu veya niyetlerinin bir sonucu olarak değil, Tanrı, ilahi güç ya da bir düzenleyici fikir tarafından tebliğ edilen bir görev olarak belirir. Daha somut bir ifadeyle, D tipi mübadele tarzı, büyü ya da karşılıklılık esasına dayanan dinleri olumsuzlayan evrensel din biçiminde ortaya çıkar.
Fakat D tipi mübadele tarzının ille de dinsel bir biçim alması gerekmiyor. Bu tarzın dinsel bir kisveye bürünmeksizin ortaya çıktığı örnekler var. MÖ 7. yüzyıldan 6. yüzyıla kadar İyonya, MS 10. yüzyıldan 12. yüzyıla kadar İzlanda ya da 18. yüzyılda Kuzey Amerika’ nın doğusu bunlardan bazıları. Bunların ortak noktası, hepsinin de kolonyalistler tarafından kurulan kent-devletler olmaları: Böyle sözleşme toplulukları (covenant communities), asıl devletlerinden ya da topluluklarından bağımsız hale gelmiş kişiler tarafından kurulmuştur. Bu topluluklarda, toprak yetersiz hale geldiğinde, insanlar başkalarının toprağında ücretli emekçi olarak çalışmaktansa başka bir kente taşınırdı. Bu nedenle toprak mülkiyetinde eşitsizlik ortaya çıkmazdı. Çünkü insanlar göçebeydi (özgürdü), insanlar eşitti. İyonya’da buna izonomi (isonomia) deniyordu. Bu basitçe biçimsel bir siyasi eşitlik değil, fiili bir ekonomik eşitlik anlamına geliyordu. Bütün bu topluluklar kuşkusuz kısa ömürlü oldu; sömürgeleştirmeye elverişli yerlerin en uç sınırına ulaşınca son buldular. Bu örneklerin de gösterdiği gibi, komünizm üretim araçlarının ortak mülkiyetinden çok göçebeliğin geri dönüşüne bağlıdır.
Ama gerçekte, D tipi mübadele tarzını hayata geçirmek isteyen dünya çapındaki bütün sosyalist hareketler genelde bir evrensel din kisvesi altında faaliyet yürütmüştür. 19. yüzyılın ikinci yarısında sosyalizm “bilimsel” hale gelmiş ve dinsel havasını kaybetmiştir. Fakat buradaki kritik sorun sosyalizmin dinsel nitelikler taşıyıp taşımadığı değil, D tipi mübadele tarzını hayata geçirmeyi amaçlayıp amaçlamadığıdır. 20. yüzyıl sosyalizmi yalnızca B ve C tipi mübadele tarzlarının baskın olduğu toplumlar inşa edebilmiş, bunun sonucu olarak da çekiciliğini yitirmiştir. Fakat B ve C tipi mübadele tarzları baskın kaldığı sürece, onları aşma dürtüsü de asla yok olmayacaktır. D tipi mübadele tarzı şu ya da bu biçimde ortaya çıkacaktır. Bunun dinsel bir biçim alıp almaması önemli değildir. Bu dürtünün kökeninde esas itibarıyla göçebe toplumdan beri bastırılan şey vardır. Bütün bir dünya tarihi boyunca ısrarla varlığını sürdürmüştür ve gelecekte de yok olmayacaktır - nasıl bir biçimde ortaya çıkacağını bugünden öngöremesek de.
Kojin Karatani
20 Nisan 2012