Adam Phillips:
"Başka sesler duymaya ihtiyacım var"
Paul Holdengräber, Duvar Dergisi, Kasım - Aralık 2014
Adam Phillips 1954 yılında Galler’in Cardiff şehrinde doğdu. Oxford Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı eğitimi aldı. Daha sonra çocuk psikanalistliği eğitimi gören Phillips, Londra’daki Charing Cross Hastanesi’nde çalıştı. Bunun yanı sıra yedi sene kamu sağlığı hizmetinde görev yapan Phillips, kamuda çalışmayı bırakmasının mesleki pişmanlıklarından biri olduğunu dile getiriyor. Halihazırda serbest hekim olarak çoğunluğu yetişkinlerden oluşan hastalarıyla birer saat arayla ellişer dakikalık görüşmeler yapıyor.

Phillips elektronik posta kullanmıyor ve hastalarıyla iletişimini telefon vasıtasıyla sürdürüyor. Yoğun çalışma programı ölçülüp biçilerek yapılmış; yirmi beş yıldır her çarşamba gününü yazmaya ayırıyor. Yayımlanmış on dokuz kitabı arasında 1988 tarihli Winnicott, 1993 tarihli Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine (Ayrıntı, 1996), 1996 tarihli Tekeşlilik (Metis, 2008), 2010 tarihli Kaçırdıklarımız, Yaşanmamış Hayata Övgü (Metis'in yayın programında) ve beraber yaşadığı Judith Clark’la ortaklaşa kaleme aldıkları, 2010 yılında yayımlanan The Concise Dictionary of Dress (Kıyafet Sözlüğü) eserlerini sayabiliriz. London Review of Books, Raritan, ve The Threepenny Review dergilerinde sık sık yazıları yayımlanan Phillips aynı zamanda Penguin yayınevinin yayımladığı yeni Freud çevirilerinin de baş editörlüğünü yapıyor.


Aşağıdaki söyleşi birkaç yıllık bir süreç içerisinde, iki kıtaya yayılacak şekilde gerçekleşti. Söyleşinin bazı kısımları New York Halk Kütüphanesi'nde, Idaho’da gerçekleşen Sun Valley Yazarlar Konferansı'nda, Lyon’da gerçekleştirilen Les Assises Internationales du Roman'da ve Londra’daki Serpentine Gallery’de geniş kitlelerin önünde yapıldı. Özel görüşmeler yazarın evine beş dakika yürüme mesafesinde, Notting Hill’de bulunan ofisinde gerçekleştirildi. Phillips hastalarını, içinde bir kanepe ve düz arkalıklı bir sandalyeyle döşenmiş geniş bir odada kabul ediyor ve onları dinlerken hastalarına ters bir açıyla oturup çoğunlukla pencereden dışarıya, uzakta bir noktaya bakıyor. Bunun odaklanmasına fayda sağladığını dile getiriyor. Ofisin diğer ucundaysa yanında rock klasikleri dizili bir CD çalar var. Odanın bitişiğindeki koridorun ucunda yer alan daha küçük çalışma odasını yazılarını kaleme almak için kullanıyor ve buradaki masanın manzarasını da binaların çatıları oluşturuyor. Her iki oda da kitap dolu; İngiliz ve Amerikan edebiyatından şiir, makale ve roman türünde eserler yer yer üç-dört sıra olacak şekilde rafları ve zemini kaplamış. Phillips hastalarını kabul ettiği günlerde ilk randevudan önce bir-iki saat kitap okuyabilmek için ofise sabah altı gibi erken bir saatte geliyor. (Çok az uykuyla yetinebildiği iddiasında.) Fırsat buldukça konsültasyonlar arasında da okumaya devam ediyor. “Başka sesler duymaya ihtiyacım var,” diye belirtiyor.

Phillips hem seyirci önünde hem de baş başa sohbetlerimiz sırasında düşüncelerini uzun paragraflar halinde dile getiriyor ama duraksamaktan ya da konudan sapmaktan da çekinmiyordu. “Sapmalar,” diye yazmıştı, “dinsel olmayan vahiylerdir.”
—Paul Holdengräber


Psikanalist olmaya nasıl karar verdiniz?

On yedi yaşımdayken Carl Jung’un Anılar, Düşler, Düşünceler (Can, 2001) eserini okumuş ve bir psikanalistin yaşamının ilginç ve heyecan verici olacağını düşünmüştüm. Daha sonra D.W. Winnicott’ın Oyun ve Gerçeklik (Metis, 1998) kitabı çıktığında onu okudum ve bu kitaba muazzam bir yakınlık duydum. Kitap hakkındaki görüşlerim tam olarak neydi hatırlamıyorum doğrusu ama eseri bütünüyle anladığımı hissetmiş ve o vakit çocuk psikanalisti olmak istediğime karar vermiştim. Anlamaktan ne anladığımı bilmiyorum. Söz konusu olan bir aydınlanmadan ziyade vardığım bir kanıydı. Kitabı okudum ve ne yapmak istediğimi anladım. Kitap beni çekmişti.

Sonra bende aşina olduğum Yahudi aile hayatının bir türevi izlenimi uyandıran Freud’u okudum. Sesi bana çok tanıdık gelmişti. Kendi ebeveynlerimin psikanalizle uzaktan yakından alakası yoktu elbette, fakat bu karşımdaki son derece tanıdık bir sesti. Bu tanıdıklık hissi aradaki engeli aşmamı sağladı, zira Winnicott müzmin bir İngiliz, benim ailemse İngilizlikten oldukça uzak.

Bununla kastettiğinizin ne olduğunu sormak istiyorum, ama daha şimdiden kitapların hikâyenizde oynadığı merkezi rol dikkatimi çekti.

Gençliğimde aldığım eğitim sürecinde, edebi eserlerden bizim aile fertlerinin birbiri hakkında konuşurken gösterdiği şevkle bahseden bir İngilizce hocam vardı. Başka bir deyişle, edebiyatı daha önce şahit olmadığım bir yoğunlukla ele alıyordu. Bulaşıcı ve ilham verici bir şeydi bu. Bu hocam Cambridge’de F.R. Leavis’ten eğitim almıştı. Leavis bir edebiyat eleştirmeniydi ve edebiyata dünyevi bir din, Hıristiyanlık sonrası topluma verilebilecek bir tür cevap şeklinde yaklaşıyordu. Edebiyata o denli güçlü bir inanç duyuyordu ki onun hoşlanmadığı yazarlardan siz de şüphe eder oluyordunuz. Benim hocamda da benzeri bir tutku vardı. Ne okuyup ne okumayacağımız ya da okuduğumuz şeyler hakkında ne düşünmemiz gerektiğini dikte eden bir tutku değildi bu, ama bize bazı kitapların gerçekten önem teşkil ettiği ve bizim de bu kitaplarda yer alan temel insani değerler dahilinde artçı bir rol oynadığımız fikri aşılandı, hem de son derece güçlü bir şekilde. Nasıl yaşanacağını ve nasıl düzgün yaşanacağını öğrenmenin yolu İngiliz edebiyatı okumaktan geçiyordu ve bu aşı bende tuttu. Yakın ve dikkatli okumanın nasıl yapılacağını ve büyük teorilerin hırslarını hicvetmeyi öğrendim. A. E. Housman’ın Hegel’den daha ilgi çekici olduğunu düşünecek şekilde yetiştirildim ve bu şekilde düşünüyorum. Marianne Moore, felsefeci J. L. Austin ve William Empson o vakitler benim için kilit isimlerdi.

Halâ böyle mi düşünüyorsunuz?

Evet ama aynı açıdan değil. Neyse ki aldığım eğitimin etkileri hiç geçmedi ama ben onu alıp ileri taşıdım. Okumayı seviyorsanız okuduklarınızın üzerinizde çok güçlü, insanı içine çeken bir etkisi olur. En azından benim için öyle. Okuduğumda bilgi topladığım ya da okuduklarımın büyük bir kısmını hatırladığım falan yok. Herkes gibi hangi kitaplardan etkilendiğimi biliyorum ama nasıl bir etki yarattıklarını ayırt etmek zor. Tam olarak ne olduğunu bilmiyorum. Leavis’in tutumu, aşağı yukarı, belli cümleleri okumanın insanı daha hayat dolu ve ahlaki açıdan daha iyi biri yaptığı ve bu iki şeyin birbirine bağlı olduğu yönünde. Ben illa öyle olduğuna inanmasam da insanın sevdiği kitapları okumasının bilinçaltında bariz bir tetikleyici etkisi olduğunu düşünüyorum. Bu kitaplarda onlar hakkında düşünmeyi sürdürmemizi sağlayan, önemsediğimiz bir şey var. Yalnızca bir boşluğu doldurmamıza yarayan fetiş unsurları değiller. Daha ziyade düşünmeden edemediğimiz ve tekrarlayan rüyalar gibiler.

"Aşina olduğum Yahudi aile hayatı" derken ne kastettiniz?

Annem babam Rus Polonyası'ndan göç etmiş Yahudi ailelerin çocukları. Babamın ailesine Gal kökenli Phillips soyadı verilmiş çünkü kimse Pinkus-Levy soyadını anlamıyormuş. Babam bir terzi ve seyyar satıcıydı. Cardiff’te annem babam, kız kardeşim, babaannem ve dedem, halalarım, amcam ve baba tarafından kuzenim olan iki kızdan oluşan geniş bir aile içinde büyüdüm. Haftada üç-dört kere bir araya geldiğim insanlardı bunlar.

Neler hakkında konuşuyordunuz?

Annem ve babam son derece solcu insanlar olduğu için çok siyaset konuşulurdu. Erkekler arasında spor muhabbeti yaygındı. Cinsellik, yemek, para ve ilişkiler de sık konuşulan konulardı. Ve tabii bolca gırgır şamata da yapılırdı. Fazla kırsal bir imge yaratmak istemem; daimi bir gerginlik vardı ama bolca kahkaha da. Ve bize, topluma fayda sağlayacak, doktorluk veya avukatlık benzeri bir iş edinmemiz tembihleniyordu. Bu meslekler kendimizi güvenceye almak için toplumda kabul görmenin ve saygınlık kazanmanın yanında kamu yararına katkıda bulunmayı da sağlayacak işler olarak görülüyordu.

Size göre bu Yahudi olmakla ilgili bir şey mi?

Ebeveynlerimin topluma uyum sağlamaya hevesli olması bağlamında, arada bir bağlantı olduğunu düşünüyorum. Yahudi kökenlerinden asla tamamıyla kopmamışlardı ama İngiliz olmak da istiyorlardı. Bu tartışmasız bir gerçek. Dindar da değillerdi. Bana bar mitzvah yapıldı ama daha ziyade dedelerimin ve ninelerimin gönlü olsun diye. En azından hikâye bu şekilde anlatılıyor. Yani dini bir kültürle yetiştirilmedim ama oldukça Yahudi bir kültür içinde büyüdüm. Ve Freud’u okuduğumda, onun ailemin içinde konuşulan meselelerden bahsettiği fikrini edindim. Tamam, o üslupla konuşmuyorlardı ama konular aynıydı. Freudyen psikanaliz benim açımdan Yahudi geçmişi ve Yahudi duyarlılığıyla ilgili birtakım unsurları yeniden kullanıma sokuyor.

Bazı şeyleri biliyordunuz ve bazı şeyleri de tam anlamıyla tanımlayamıyordunuz.

Evet, çünkü ailemin sadece bir nesildir İngiltere’de bulunması ve benim İngiliz edebiyatı okuyor olmam zaman zaman tuhafıma gidiyordu. Dostoyevski ya da Kafka okuyor olmalıydım, Sir Gawain ve Yeşil Şovalye’yi değil. O yüzden Bellow’u, Roth’u, Mailer’ı ve Malamud’u keşfedince, onları kendime bir şekilde daha yakın buldum. Bellow ile Roth’u okuduğumda ve Bob Dylan’ın sesinin tonunu ve kullandığı ifadeleri işittiğimde, ne kadar İngiliz olsam da hissiyatımın bu yönde olduğunu anladım. Durum kafa karıştırıcıydı ama benim kafam karışmamıştı.

Yani psikanalistlik mesleğine yönelmek sizin için ailevi kökenlere dönüş niteliği taşıyan bir tercihti.

Kesinlikle güçlü bir bağ, tam olarak ayırdına varamadığım bir bağ hissettiğim bir şeyin parçası olmaktı. Yakınlık duyduğum yazarların Yahudi Amerikalı yazarlardan ibaret olmadığını belirtmem gerek. Pek çok nedenden ötürü, ama en çok da Museviliğin ağlama duvarından kurtulmamı sağladığı için Emerson’ı okumak beni en fazla sarsan şeylerden biriydi. Emerson şöyle der: Shakespeare’in keyfini çıkarın ama onu kafanıza fazla takmayıp yeni şeyler yaratmak için kullanın; burada olma sebebimiz kendi cümlelerimizi yazmak. Ya da oğlu vefat ettiğinde söylediği gibi, “Yas bana yalnızca ne denli sığ olduğunu öğretti.” Bellow, Roth ya da Mailer’dan çok farklı şekilde olmamakla birlikte, bu benim için son derece sıradışı bir yaklaşımdı. Hepsinde muazzam bir enerji ve zindelik, cümleler yazılırken birbiri ardına dökülüyormuş ve olaylar yazarın kendisinin de anlamlandıramadığı şekilde gelişiyormuş gibi bir his vardı. Sanki yazar ne anlatıldığını bilmeden devam ediyordu. Aynı tadı ve canlılığı kısmen Harold Bloom, Geoffrey Hartman ve Richard Rorty gibi çağdaş Amerikalı eleştirmenlerde de gördüm. Hoşuma giden bir çeşit gamsızlık, kendi zihnindeki tasasızlıktan keyif alma hali. Freud’u da kötü bir davranışı iyi bir davranışmış gibi anlatabildiği için seviyorum. Whitman’ı da aynı sebeple sevmiştim. Aynı şey müzik için de geçerli. Benim kuşağımdaki herkes gibi Bob Dylan’ın, Neil Young’ın, J.J. Cale’in ve Joni Mitchell’ın seslerini duyduğum o ilk ânı hatırlıyorum. Bu müzikler kendim hakkında bir tasavvur oluşturmamı sağladı. Son derece tetikleyici bir etkileri vardı. Bir şey öğretmiyorlardı ama bilmeniz gereken ne varsa öğrenmiş hissediyordunuz. Böyle sesi olan birinin hayatı nasıldır kim bilir diye düşünüyordunuz. Rock yıldızlarının hayatını ve parayla ilgili şeyleri kastetmiyorum. Eşi benzeri görülmemiş olasılıklardan bahsediyorum. Allman Brothers’ın Eat a Peach albümünden Melanie Klein’dan öğrendiğimden çok daha fazla şey öğrendim.

İlk kitabınız Winnicott üzerine bir incelemeydi. Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?

Christopher Bollas, Frank Kermode’a yazmamı ve böyle bir teklifte bulunmamı önerdi. Frank, Fontana’nın Çağdaş Ustalar serisinin editörüydü. O günlerde İngiltere’de son derece prestij sahibi bir seriydi bu. Winnicott hakkında bir kitap yazma fikrini heyecan verici bulmuştum. Frank Kermode’a yazma fikrini de. Okul yıllarımın kahramanıydı kendisi. Sonuçta yazdım.

Ne yazdınız?

“Sevgili Frank Kermode, Editörü olduğunuz seride yayımlanmak üzere Winnicott hakkında bir kitap önerisi için size özet yollayabileceğim söylendi. İlgilenir miydiniz?” Ve yazdığım ilk yazıyı, “Gıdıklanma Üzerine” yazısını yolladım. İki buçuk sayfa uzunluğundaydı. O da bana şöyle bir cevap yolladı: “Sevgili Bay Phillips, Kimse yaşlı adamları gıdıklamak istemiyor. Yazınız bana bu eksikliği hatırlattı. İsterseniz beraber bir akşam yemeği yiyebiliriz.” Yemeğe gittik. Çok iyi anlaştık. Kitabı yazarsam çok sevineceğini söyledi ve böylece başlamış oldu.
Elbette nasıl kitap yazılacağına dair hiçbir fikrim yoktu. Yazar olmak gibi bir niyetim hiç olmamıştı. Okur olmak istiyordum ben. O yüzden, yapılması gereken şeyin tüm gerekli araştırmayı yapmak (ki öyle yaptım) sonra da bir ay kapanıp kitabı yazmak olduğunu düşündüm. Ben de bir ay izin aldım ve üç buçuk hafta boyunca kelimenin tam anlamıyla hiçbir şey yapmadım. Kahve içip gazete okuyarak öylece oturup durdum. Elimden hiçbir şey gelmedi. Korkunçtu. Tıpkı yazarların yazma süreci konusunda dile getirdikleri gibi, gerçekten yapmak istediğim bir şey ve söyleyecek bir sürü sözüm vardı ama bomboş hissediyordum. Sanki içimde hiçbir şey yoktu ve bu yüzden de nasıl ki kafamın üzerinde duramıyorsam tek bir cümle dahi yazamıyordum. Bütünüyle imkânsızdı. Her tür istenç, her tür azim, kararlılık, arkadaşlarımla yaptığım her nevi sohbet boşa çıkıyordu. Ama sanki bir aşamada bir şey tutup beni daktilonun başına oturttu ve yazmaya başladım. Duramıyordum. Beni esir almıştı. Ve yaptığım şeyden büyük bir keyif alıyordum.
O günden beri hep buna benzer bir süreç yaşadım. Ne zaman bir ders açmam istense telefonu kapatır kapatmaz dersin konusunun ne olacağı kafamda belirir. Birisi sizde bir şeyler görmedikçe hiçsiniz. Sanki biri bir taleple gelene kadar iştirak ettiğim gizil bir uğraşım varmış gibi oluyor. Tabii bazen de talep olmuyor. Mesele kendi kendini arz ediyor.

Edebiyatla beraber Winnicott’a ilgi duymanız anlaşılır bir şey. Winnicott, “Yalnız Kalma Kapasitesi Üzerine” adlı yazısında, çocuğun amacı annesinin mevcudiyeti dahilinde yalnız kalmaktır diye yazmıştı. Uzun süre, bu ifadenin okumanın en doğru tanımı olduğunu düşünmüştüm.

Winnicott’ın en aykırı fikirlerinden biri bu, zira yalnızlığı karşı gelme arzusunun öncesine koyuyor. Erken yaşta birilerinin maiyetinde olup da onların taleplerine maruz kalmadan ve sizin bir şey talep etmeniz beklenmeden varlık göstermeyi deneyimlemenin önemini belirtiyor. Kendinizi bırakabileceğiniz içsel bir alan yaratılması söz konusu. İnsanın kendisini bırakabilmesi için yeterince güvende hissetmesi, “kendini kaybettiğinde”, örneğin bir kitaba dalıp gittiğinde onu tehlikelerden koruyacak bir nevi kalkan ya da muhafız bulunması gerekir. Aynı şey, söz konusu bir çocuksa, oyuna dalmak için de geçerli. Oyun da okumayı öncülleyen bir aşama kanımca. Winnicott için bir ilişki dahilinde kendinizi başka bir şeye kaptırmakta özgürseniz o ilişki iyi bir ilişkidir, diye düşünüyorum.

Hep Vaat Hep Vaat (Metis, 2007) adlı kitabınızın önsözünde, “öne çıkarmak istediğim psikanaliz biçimi öz-bilgi, sebatkâr düşünce ya ada Varlığın Derinliklerinden çok mutluluk, esinlenme ve benzerlerine bağlıdır. ... Psikanalizin duygusal ya da anlaşılması güç soyutlamalara—yeni paradigmalara ya da radikal revizyonlara—değil, daha iyi cümlelere ihtiyacı vardır,” diye yazmıştınız. Bununla kastettiğiniz neydi?

Psikanalize—İngiliz usulü psikanalize—adım attığımda, bu uğraş son derece ciddi ve duygusal bir iş addediliyordu. Hayat elem yüklü görülüyor, yaşamanın katlanılır şey olmadığı kanısı hüküm sürüyor, gerçek anlamda derinliğe sahip insanların intiharın eşiğinde olacağı varsayılıyordu ve onların dilini kullanmak gerekirse, sevginin nefretten güçlü olduğuna inanmak demek, büyük bir mücadele vereceksiniz demekti. Kuşkusuz, dikkate değer istisnalar da vardı ve neyse ki benim psikanalistim de onlardan biriydi. Fakat eğitimim boyunca cinsellikten gerçek anlamda hoşlanan bir psikanaliste rastlamadım desem yeridir. Dolayısıyla psikanalistlik eğitimi gören nispeten mutlu bir insan olmak epey zordu. O yıllarda yirmi üç yaşımdaydım ve bir şekilde “mutlu” olmam sığlık şeklinde değerlendirilip aleyhime kullanılacak gibiydi. Her daim mutluydum demiyorum ama çoğunlukla iyi bir haletiruhiye içindeydim. Tabii şimdi anlıyorum ki psikanaliz ortamının o denli tatsız olmasının sebebi, psikanalize sahip çıkanların hep orta yaş ve üzeri insanlar olmasıymış.

Ayrıca ben psikanalize ilgi duyan birinin pek çok başka şeye de ilgi duyması gerektiğine inanıyordum, ama İngiltere’deki psikanalistlerin çoğu hiç de entelektüel insanlar değildi. Bence Freud pek çok yazardan biriydi yalnızca ama İngiliz psikanalistlere göre o, çağdaş yaşama dair muazzam bir kurgu sunuyordu. Bu sebeple, son derece zayıf denilebilecek çağdaş psikanalistleri okumak hayal kırıklığı yaratıyordu. Ama Wilfred Bion, Winnicott ve Marion Milner gibi dikkate değer istisnalar da vardı. Onlar yazardı. Freud da benim için aslen yazardı.

“Psikanalizi şiir gibi okuyorum, böylece doğru mu değil mi, hatta işe yarar mı diye düşünmem gerekmiyor. Sadece aklımda yer ediyor mu, etkileyici mi, ilgi çekici mi ya da eğlenceli mi diye, ilgi duymaktan kendimi alamayacağım bir şey mi diye düşünüyorum,” demiştiniz.

Evet, psikanalitik yazına duyduğum ilgi, bilgi değil çağrışım odaklıydı. O zamanlar mesleki yazın, genel konuşmak gerekirse ya psikanalizin nasıl icra edildiği ya da insanların ne kastettiği konusunda bilgi vermeye yönelik olarak kaleme alınıyordu. Benim bu şekilde okuma yapmam mümkün değildi. Bir açıdan yaradılış gereği, bir açıdan da edebiyat eğitimi aldığım için. O dönemlerde Freud benim için bilim ya da nöroloji tarihi değil edebiyat tarihi kapsamında bir anlam ifade ediyordu. Psikanaliz okumadan önce Tristram Shandy’yi okumuş olmak gibi bir şansa sahiptim.
Psikanalizi sanat olarak düşünmenin sağladığı avantajlardan biri de ilerleme kaydetmeye bel bağlamak zorunda kalmamanızdır. Eğitim sürecinde dahil olduğum gelenek, psikanalizin insanları anlamada ilerleme kaydeden bir bilim olduğu görüşüne sıkı sıkıya bağlıydı. Sanki psikanaliz her daim geliştirdiğimiz bir teknikten ibaretti. Bence bu, Freud’un ortaya sürdüğü önkoşullardan en azından biriyle, çatışmanın daimi olduğu ve üzerinde uzlaşılmış gerçeğe ulaşılacak bir Aydınlanma yaşanmayacağı görüşüyle çelişiyordu. Buna rağmen disiplin, insan doğasıyla ilgili yeni şeyler keşfedip duracakmışız, psikanaliz gittikçe daha etkin hale gelecekmiş gibi uygulanıyordu; halbuki bence daha ilginç bir alternatif vardı: psikanalizin, nihayetinde tedavi umudu olmadığı, sadece kendi benliklerimizle yaşamanın farklı yollarına ihtiyaç duyduğumuz ve benlik dediğimiz şeyi başka şekilde tanımlamamız gerektiği görüşünden yola çıkması.
Psikanalitik tedavinin en iyi tarafı, işe yarama şeklinin bilindik bir işe yarama olmaması. İnsanların çektikleri acıyı ele alıyor olduğu gerçeğini gözardı ettiğini söylemiyorum. Kastettiğim, insanların çektikleri acıların çok büyük bir kısmının öyle kolay üstesinden gelinir şeyler olmadığını, karakterin bazı açılardan kolay kontrol edilemeyeceğini baştan kabul ettiği. İnsanlar değişir ama gerçekte bunun da bir sınırı vardır. Psikanaliz tedavisi sırasında keşfedilen şeylerden biri de kendinizle ve hayatla ilgili değiştirebileceğiniz şeylerin sınırıdır. Çok uzun süre çocuk kalırız.

Peki o zaman ne anlamı var ki?

Anlamı, başka bir insanla özgürce konuştuğunuzda ve o insanın size düşünmeyi bırakıp özgürce konuşmanın yolunu göstermesine izin verdiğinizde hayatınızın nasıl bir hal alabileceğini gösteren bir deney olmasında yatıyor. Böyle diyerek semptomların değişmediğini söylemiyorum. Kendi deneyimlerimden değiştiğini biliyorum. Fakat bence psikanalizle ilgili en ilginç şey öngörülemezliği. Buzdolabı aldığınızda garantisi verilen belirli şeyler vardır. Psikanalist alınca böyle bir şey olmaz. Tam anlamıyla bir risktir ve işin özü de budur. Hastalar bir dertleri olduğu için gelir. Dertlerinin giderilmesini isterler. İdeal olarak psikanaliz sürecinde dertlerinin giderildiğini veya şekil değiştirdiğini fark edebilirler ama aynı zamanda dertlerinin giderilmesinden daha önemli şeyler olduğunun ayırdına da varabilirler.

Bir hasta muayenehanenizden kendisini daha iyi hissederek ayrıldığında bir açıdan başarısızlığa uğramış gibi hissediyor musunuz?

Hayır. İlişkilerin kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlaması gerekir. Yoksa ne diye uğraşalım? Ancak daha iyi hissetmenin farklı türleri vardır. Amaç insanların iyi hissetmesini sağlamak değil diye düşünüyorum. Kötü hissetmelerini sağlamak da değil. Bir şey hissetmelerini sağlamak değil söz konusu olan. Sadece ne hissettiklerini görmelerine izin vermek. Sonra da bir şeyleri yeniden tanımlamanın ne değiştirebileceğini görmek.

Ve bu konuşarak ulaşılan bir şey mi?

Konuşarak ulaşılıyor ama aynı zamanda psikanalistin kim olduğu da önemli. Başka bir deyişle, aynısı tekrarlanabilen bir teknik yok. Bu açıdan kesinlikle bilimsel bir iş değil, çünkü iki kişi arasında çoğunlukla bilinçsizce gerçekleşen bir şey söz konusu. Psikanalist konuşma iştahınızı kabartan biri olduğu gibi sizi dinlemeye hevesli biri de olmalı. Mesleki bir heves değil, ki bu zaten çelişkili bir ifadedir. Psikanalistler ebeveynlerin, öğretmenlerin, doktorların ve politikacıların aksine hastaları adına konuşmayan, başkası yerine söz söylemeyen insanlardır.

İştah psikanalizle ilgili konuşurken sık sık kullandığınız bir kelime.

Psikanaliz birbiriyle bağlantılı iki işe yaramalı. İştahın kazanılması ve kendinizi bilmeme ihtiyacı. Ve bu iki şey...

Bilmeme ihtiyacı mı?

Kendinizi bilmeme ihtiyacı. Semptomlar öz-bilgi türevleridir. Ben agorafobiğim, utangacım veya başka bir şeyim diye düşündüğünüzde bu bir öz-bilgi biçimidir. Psikanalizin en iyi ihtimalle yaptığı sizi öz-bilgiden kurtarmaktır. Ve de böylesi tutarlı ve anlatısal bir bilme istencinden kurtarmak. İştahınızı ve iştahlarınızı sadece kendinize kendinizi bilmeme izni verirseniz kazanabilirsiniz. Çünkü öz-bilgi iştah arzusunu frenlemek anlamına gelir. Yalnızca hayatı yaşanılır kılan şeyleri —ve de bunların gerçekten var olup olmadığını—bilmeye değer.
Mesleki hayatımın büyük bir kısmını çocuk psikanalistliği yaparak geçirdim. Çocuklarla ilgili ilginç noktalardan biri de iştahlarının fazlalığıdır. İştahları fazladır ama iştahlarıyla ilgili pek çok çelişki de yaşarlar. Küçük çocuğu olan veya çocuk büyütmüş herkes ya da vakti zamanında küçük bir çocuk olmuş herkes çocukların yemek konusunda ne kadar seçici olduğunu hatırlayacaktır. Portakalı sadece belli bir şekilde dilimlendiyse yedikleri dönemler olur. Ya da sütü sadece tek bir bardaktan içerler.

Bu ne anlama geliyor peki?

Farklı çocuklar için farklı anlamlara geliyor diyebiliriz. Bir anlamı, insanın iştahında son derece korkutucu bir şeyler olduğu. O yüzdendir ki insanlar doymak bilmezliklerini oldukça spesifik, kısıtlayıcı, daraltılmış yöntemlerle dizginlemeye çalışıyor. Çocuk sütü o bardakla içmezse işin sonu felakete varacakmış gibi hissediyor. Ve çocuğun hakkı var. Felaket olur çünkü o spesifik yöntem, o alışkanlık, çok korkutucu olduğu hissedilen bir iştahı dizginliyor. Belli bir iştah, dünya ile aranızda öngörülemez ilişkiler kurması açısından korkutucudur. Winnicott bir yerde, sağlıkla başa çıkmak hastalıkla başa çıkmaktan zordur, der. Herkesin kendi canlılık miktarının ne kadarıyla başa çıkabileceği ve kendini ne ölçüde uyuşturması gerektiğiyle uğraştığı düşünülürse doğru söylüyor bence.
Güçlü duygulara karşı hepimizin kendine has çareleri vardır. Sonra da kendi kendimize bulduğumuz çareler dert olur; alkoliklerin sorununun sarhoşluk değil ayıklık olması gibi. İçki tüketimi sorun haline gelir, oysa aslında sorun alkolün neye çare olarak kullanıldığıdır. Yetişkinliğe eriştiğimizde hepimiz alkolik haline gelmiş oluruz. Yani hepimiz belirli duyguları ve düşünceleri köreltme yöntemleri geliştirmiş oluruz. Sanata hayranlık duymamızın ya da sanattan hoşlanmamızın sebeplerinden biri, tabii öyle hissediyorsak, bizi bir anlamda yeniden açmasıdır. Kafka’nın yazdığı bir mektupta belirttiği gibi, sanat içimizdeki donmuş denizin buzlarını kırar. Bir bedel ödeyerek kaybettiğimiz duyarlıkları hatırlatır bize. Freud, Haz İlkesinin Ötesinde’de bu konuya değinir. Sanki insan mümkün mertebe durağan olmaya çalışmakta ve kendi durağanlığıyla mücadele etmektedir.
Bir başka erken dönem psikanalistin, Galler'den Ernest Jones’un tuhaftır ki unutulup gitmiş bir fikri var. Herkesin en büyük korkusunun, aphanisis şeklinde adlandırdığı arzu yitimi olduğuna inanıyor. Ona göre insanlarda en yoğun kaygı uyandıran şey arzu duymamak. Şimdilerde buna depresyon denilebilir ama bu doğru bir tabir olmaz, çünkü Jones hiçbir şeyin olmadığı ve kimsenin bir şey istemediği bir dünyada yaşamaya dair çok güçlü bir endişeden bahsediyor. Fakat ne istediğinizi bilmek son derece güç olabilir, özellikle de hüsran duygusundan ödü patlayan, en ufak bir hüsrana kapıldığınızda onu giderecek bir şey sunan tüketime dayalı, kapitalist bir toplumda yaşıyorsanız. İstediğiniz şey alışveriş yapmak, yemek yemek ve sevişmek olmayabilir ama bunu anlayabilmek için biriyle konuşmanız gerekir. Rodin’in Düşünen Adam’ı gibi bir odada tek başınıza oturamazsınız.

Neden?

Çünkü kendi zihninizin içinde deli sayılırsınız. Ama konuşurken öyle olmama şansınız var. Zihniniz kendi kendine bırakıldığı haliyle bir sürü dolaysız endişe ve çelişki içerir. Konuşma sırasında bu şeyler başka birinin metabolizmasına aktarılıp sindirilebilir. Ben size bir şey söylediğimde siz onu başka bir biçimde bana geri verebilirsiniz, ama dikkat ederseniz zihniniz çoğunlukla aynı şeyleri tekrarlar durur. İnsanın kendi kendini şaşırtması çok zor bir şeydir. Kendini eleştirme dağarcığı da oldukça kısıtlı ve klişedir. Kendimizden nefret etme şeklimiz neredeyse aptalcadır denilebilir.

Yazar olarak daha ziyade denemeler kaleme alıyorsunuz. Psikanaliz ile deneme türü arasında bir akrabalık görüyor musunuz?

Hem de çok. Psikanaliz seansları ne romana ne destanlara ne lirik şiirlere ne de—oyunlarında yer alabilecek diyalog parçalarını andırsalar da—tiyatro oyununa benzer. Ama bana kalırsa, on dokuzuncu yüzyılda yazılmış denemelere benziyorlar. Onlar gibi, konudan sapma, konuyu değiştirme, tutarsız olma, varılan sonuçların saf dışı bırakılıp alaşağı edilmesi ve benzeri imkânları taşıyorlar.
Denemeler hem sohbetvari hem de kolayca anlaşılır yazılardır ve bence bu ikisinin de avantajlarını taşırlar. Öyküde olduğu gibi serim, düğüm ve sonuç kısımları olması gerekmez. Denemeler başıboş dolaşabilir, kıvrılıp bükülebilir. Ayrıca Emerson, Lamb ve Hazlitt gibi sevdiğim on dokuzuncu yüzyıl deneme yazarları dogmatik olmamakla birlikte hatırı sayılır ölçüde ahlakçıdır, fakat söz konusu ahlakın ne olduğu pek de açık değildir. Bu da, güçlü görüşlere sahip ama fanatik olmamaya çalışan insanlar olduklarını gösteriyor. Deneme nadiren fanatiklik barındıran bir türdür çünkü bu türde yazarken hararetiniz azalır gider, diye düşünüyorum. Aşırı sıkıcı bir propagandaya dönüşür yazı. Etkin bir deneme kaleme almak için tonunuzu değiştirmeniz gerekir. Buna ek olarak, ister istemez kendi yazdıklarınızı yeniden gözden geçirmenizin icap edeceği kanısındayım. Tüm bunlar başka türler dahilinde imkânsız demiyorum ama denemede çok daha olasılar. Kelimenin kendisinden de anlaşılacağı üzere, denemede bir çaba ve deney söz konusu. Bilinçli olmasa da yazmaya başladığımdan beri bu geleneği takip ettim.

Konudan sapmak elzem bir şey mi?

Konudan sapma meselesini ele alırsanız, konudan sapılmayan bir düzyazı ve konuşma fikri hemen çözülüp gidecektir. Bana kalırsa konuşmanın esası, görünmez esası, konudan sapılmasıdır. Çünkü konudan sapmanın apayrı bir durum olduğuna inanırsanız, tutarlı bir biçimde odaklanmanın ve amaca yönelmenin de mümkün olduğuna inanmanız gerekir. Psikanalizin ortaya koyduğu, insanın istese de istemese konudan sapacağıdır. Esasen, en çok şey farkında olmadan konudan sapıldığında ortaya çıkar. İlginç bir şekilde, günlük sohbetlerde bile, sadece içerik bağlamında değil ses tonu bağlamında da konudan sapmaların hemen peşine takılırız, dolayısıyla belirli bir konuya bağlı kalmak gerçekten de zordur. Belirli bir konuya bağlı kalabilmek için konunun ne olduğunu bilmek gerekir.

Sizin asıl ilginizi çeken, insanların konunun dışına çıktıklarında söyledikleri şeyler diyebilir miyiz?

Benim asıl ilgimi çeken, insanların konuya bağlı kalmaya çalışırken konudan sapmaktan kendilerini alıkoyamadıkları durumlar. Bir şeyi gerçekten, samimiyetle dile getirmeye çalıştıkları durumlar — sanki amaçlarına ulaştıklarında ayırdına varabileceklermiş gibi. Ve bunu yapmaya uğraşırken de bir sürü başka şey anlatıyorlar.

Bir örnek verebilir misiniz?

Veremem çünkü aynı şeyi benim yaptığımı duymanız gerekir. Kendimi örnek olarak gösteremem. Fakat herhangi bir şeyi dile getirmeye çalıştığınızda anlatınızın barındırdığı tereddütler ve işin zorluğu yan ürünler doğuracaktır. Sıradan bir konuşma esnasında yan ürünler çoğunlukla gözardı edilir. Psikanalistlerin yaptığı şeylerden biri de bunlara kulak kabartmaktır çünkü bunlar kat edilmemiş yolları işaret eder.

“Anlamamak Üzerine” adlı denemenizde, “Esasında kendimiz dediğimiz şey ayırt etme donanımına sahip olmadığımız bir şeydir,” diye yazmıştınız.

Sorun bir şeyleri bilemeyeceğimiz ya da bilmememiz değil. Sorun bilmeyi, hayatımızın bilmenin işe yaramayacağı ya da meselenin bu olmadığı yerlerinde kullanmak. Bir şeyleri ya da insanları bilmenin karşısında durmuyorum. Ama birisini tanıdığınızı, bildiğinizi ifade ettiğinizde bununla ne elde etmek istediğinizi söylemek çok güç.

Aşkta olduğu gibi mi?

Evet. Diğer insanı derinlemesine tanıyoruz ama aslında tanımıyoruz da. Ve bu tanıma fantazisinin şöyle bir şeyin iteklemesi veya kışkırtması sonucu ortaya çıktığını düşünebilirsiniz: “Bu insanın benim üzerimde çok kuvvetli bir etkisi var ve bu o kadar ezici bir durum ki, bununla tanımaya dair bir fantazi üreterek başa çıkacağım.” Proust için insanları tanımak çoğunlukla kontrol edilemez olmalarının yarattığı endişeyle başa çıkmanın yolu şeklinde belirir. Sanki sizi tanırsam ve anlarsam ne yaptığınızı ve benimle olmadığınız vakitler nereye gittiğinizi anlarım gibi. Sorulması gereken, anlamayı ne amaçla kullandığımız.

Çocukken büyüklerin ne dediğini anlamadan önce onları konuşurken dinleriz. Ve başlangıç noktamız nihayetinde budur. Anlamadığımız bir pozisyondan yola çıkarız. Müzik dinlerken de aynısı olur. Müziğin yarattığı duygu durumu insanların dile getirebileceklerinin fersah fersah ötesindedir. Bu son derece temel bir durumu aydınlatıyor. Çok güçlü duygusal etkileri ifade etmek çoğunlukla mümkün değildir. Bir şey yaşadığınızı bilmenize rağmen onun ne olduğunu bilmezsiniz. Belli şiirleri tekrar tekrar okuyup durursunuz. En nihayetinde kâğıda basılı kelimelerden ibarettirler, ama bu kelimeler içinizde sizin için gerçekten önemli bir şeyler uyandırdığından onları yeniden okursunuz. Ve biri size peki nedir o şey, diye sorarsa, belki belli bir eğitim aldıysanız cevap verebilirsiniz ama bence dile getirebildiğinizle okumayı sürdürme sebebiniz arasında bir fark olduğunu da hissedersiniz.

Aynı şekilde, insanları anlama peşinde koşan bir psikanalist de dar bir alana sıkışır. Mesele bir insanı roman karakteri özellikleri taşıyacak biçimde yeniden tanımlamak değil. Mesele karşınızdakine kendini anlama arzusunun endişe durumuyla ne denli alakalı olduğunu ve ne olup bittiğini o kadar anlamadan da kendi olarak nasıl yaşayabileceğini göstermek.

Ve belki de anlamadan yaşamaya ne kadar ihtiyacı olduğunu.

Ya da başka türlü yaşamanın mümkün olmadığını. Her koşulda olan şey bu zaten, ama kısmen kim olduğumuzu bilme fantazileri vasıtasıyla ya saklanıyor ya da üstü örtülüp bastırılıyor. İnsanlar “Ben şöyle bir insanım” türü cümleler kurduğunda hep içim daralır. Formüller var; hepimizin kim olduğumuz, nelerden hoşlandığımız, nasıl insanları sevdiğimiz gibi şeyleri kapsayan aşağı yukarı on formülü var. Bu ifadelerle insanların her saniye kendi kendini nasıl deneyimlediği arasındaki uyuşmazlık gülünç boyutlarda. Bir tablonun altına yazılan açıklama gibi. Evet, adının ne olduğunu görüyorum tabii, diye geçer aklınızdan. Ama tablonun kendisine bakmanız gerekir.

Kaçırdıklarımız, Yaşanmamış Hayata Övgü adlı kitabınızda, aklımda yer eden bir Randall Jarrell alıntısı var: "Yaşayabileceğimiz hayatlardan mahrum kalma biçimlerimizdir hayat." Bu söz sizin için ne ifade ediyor?

Konuştuğumuz şeylere bir örnek oluyor bu. Çünkü “Sizin için ne ifade ediyor?” diye sorulunca ben "Bu söz ne hakkında?" diye düşünüyorum.

Ama psikanaliz tam da bir şeyin ne hakkında olduğunu sormak değil midir?

Öyle de olabilir. Ama aynı zamanda bunun ne zaman yanlış soru olduğunu fark etmektir. Anlam çıkarmaya çalışmanın işe yaradığı alanlar vardır ve bunların dışında kalan, anlam çıkarmaya çalışmanın deneyimlenecek şeyin içini boşaltacağı yerler de vardır. Bir konsere gitmeden önce ne anlama gelecek diye düşünüp durursanız müziğin tadını çıkaramazsınız.
Jarrell’ın sözü ne hakkında, siz söyleyin bana.

Ne hakkında bilmiyorum ama bana doğru ve doğru olduğu için de acı verici geliyor.

Nesi acı veriyor? Son derece iç rahatlatıcı da olabilir, öyle değil mi? Aslında hayat budur, sahip olmadığınız şeydir, demenin bir yolu olabilir. Üzülme çünkü hayat zaten bu, demek gibi. Ya da varsayımsal hayatlardan mahrum kalıp onlara özlem duymak modern insanların pek sevdiği bir şeydir, demek gibi. Durum alternatif bağımlılığımızdan, yapamayacağımız şeylere duyduğumuz hayranlıktan ibaret o kadar. Sanki hepimiz yanlış anne babanın çocuğuyuz, yanlış bedende doğmuşuz ya da şansımız yaver gitmemiş.

Dert etme mi diyorsunuz bana?

Bu sözler iç rahatlatıcı olabilir diyorum. Mahrum kaldığınızı sandığınız hayatlara ulaşmaya çalışmayı kendinize dert etmeyin, gibisinden bir iç rahatlığı sunuyor. İlginizi sadece bulunduğunuz yerden başka yerlere yönelten tarafınızın size zulmetmesine izin vermeyin.

Gerçekten mi?

Peki, halâ bunun korkunç bir şey olduğunu düşünebilir ve yapılabilecek yegâne şeyin karalar bağlamak olduğuna inanmaya başlayabilirsiniz. Ama insan farklı zamanlarda farklı hislere kapılır. Emerson’ın dediği gibi, “Ruh hallerimizin birbirine inancı yoktur.”
Hayatın korkunç bir gerçeği bu, diye düşüneceğimiz bir ruh hali vardır. Kafamız her daim mahrum kaldığımız ve yitirdiğimiz şeylerle meşgul olacaktır ve bundan kaçış yoktur. Ve başka bir ruh haline girdiğimizde, yaşamak böyle bir şey, en iyisi alışmak, olay bundan ibaret diye düşünebiliriz. Bu bir sorun değil, olayın kendisi bu.

“Anlamamak Üzerine” adlı yazıda en sevdiğim alıntı John Ashbery’nin, “Sanatınız ne kadar kötüyse onun hakkında konuşmak o kadar kolay olur,” cümlesi.

İnsanın yaptığı şeyi yapmasının gerçek sebebi, o şeyi açıklamanın yolunu bulamamış olmasıdır; anlatabildim mi bilmiyorum. Genelde bir şeye kendini kaptırmış insanlar sadece o yaptıkları şeyi yapabilir. Bu sebeple resim yapan, yazan ya da bu tarz başka bir şey yapan kişiler genelde eleştirmenleri zor anlarlar. Ya—tabii ki—yeterince takdir görmedikleri ya da yersiz geldiği için. Sanat kendisine verilen tepkiler sayesinde yer edinebildiği için eleştiri elbette gereklidir ama bir açıdan da yersizdir.
Ve yine aynı şey başka bir şekilde olsa da psikanaliz için de geçerli. Psikanalistler uyguladıklarına ziyadesiyle akıcı ve ayrıntılı açıklamalar getirdiklerinde şöyle düşünülür: Durum buysa yaptıkları psikanaliz olamaz çünkü psikanaliz bilinçdışına olana dairdir—o seviyede ne yaptığınızı nasıl bilebilirsiniz ki? O yüzden uyguladığınız psikanaliz ne kadar iyiyse hakkında o kadar az konuşabilirsiniz gibi geliyor bana.

Eserlerinize yaklaşımınız da bu yönde mi? Ben şöyle görüyorum: Konularınızın etrafında geziniyorsunuz, onlara farklı açılardan yaklaşıyor, onları şaşırtıp bir çembere almaya çalışıyor ve serbest bırakıyorsunuz. Sonra da başka ya da aynı alıntılarla bir sonraki kitapta tekrar ziyaret ediyorsunuz onları.

Eminim söylediğiniz doğrudur; kulağa doğru geliyor. Benim deneyimim sadece yazmak. İnsanın tarzı kokusu gibidir. Kendi kokunuzu alamadığınız için başkalarının size tasvir etmesi gerekir.

Hastalarınız hakkında yazıyor musunuz?

Görüştüğüm kişiler hakkında asla yazmam ve klinik vaka örneklerine de çok az yer vermişimdir. Psikanaliz esnasında olan bitenin tamamıyla özele girdiğini düşünüyorum ve insanların da kitaplarıma malzeme olacaklarını düşünmelerini istemem. Çünkü öyle değiller. Nadiren, örneğin Houdini’s Box’ta (Houdini'nin Kutusu) isim vermeden alıntılanan şeyler var. Böyle bir şey söz konusuysa tabii ki önce o kişinin iznini alırım.

Sizce makale yazma sebebiniz psikanalistliğin dolduramadığı bir boşluğu doldurmak mı?

Kısmen öyle ama böyle söyleyince hesaplanmış bir şey söz konusuymuş gibi duruyor. Yazmaya giriştiğimde böyle bir şey yoktu. Geriye bakınca, psikanalizle ilgili okumak istediğim tarzda şeyleri kaleme alarak başladığımı görüyorum. Ya da farkında olmadan arzuladığım psikanaliz okuru kitlesine hitap ediyordum. Veya bu tarz bir konuşmaya ya da yazıya ilgi duyabilecek bir kitle yaratmaya çalışıyordum. Ya da böyle bir kitle olup olmadığını keşfetmeye.

İnsanların kitaplarınızdan ne almasını istersiniz?

Elbette benim ne istediğime bağlı bir şey değil bu. Ama isteğim, insanların kitabı okumaktan zevk alıp sonra da unutmaları. En azından bilinçli bir şekilde, bir dizi teoriyi ve fikri yaymaya çalışmıyorum. Bence yazının ruhu var. Öyle olması gerek. Ama aslına bakarsanız kitaplarımı, okumaktan keyif aldığınız ya da okuduğunuz şeyden nefret ettiğiniz için, bu tür sebeplerden ötürü okumanızı ve okurken ne düşündüğünüzü ve hissettiğinizi fark etmenizi umuyorum. Hepsi bu. Psikanalitik teoriye yeni bir şey kattığım yok. Başka herhangi bir teoriye de.

Eleştirmenlerinizden çok okurlarınız hakkında konuşuyorsunuz. Sizce arada bir fark var mı?

İki tür eleştiri alıyorum. Bazı eleştirmenler yazdıklarımı narsisistçe, benmerkezci, kendini beğenmiş ve boş buluyor. Gözünüz boyanmasın, aldanmayın diyorlar. Sonra başka eleştirilerde kitaplarımın ilgi çekici olduğu belirtiliyor. Belli ki her ikisi de kendi bakış açısına göre haklı. Ben ikinciyi yeğlerim tabii. Eleştiriye açık olmak için sağlam bir mazoşist olmanız gerekir. Fakat isteseniz de başka şekilde yazamayacağınızı bilirsiniz. Yazarken sıkıldığınızda bunun farkına varmayı başarmanız lazım sadece. Hem ben şanslıyım çünkü geçimimi yazarak sağlamadığım için bu konuda düşünmem şart değil aslında. Etkilenmiyor değilim ama kafamı yormam gerekmiyor.

Şimdilerde Freud’un biyografisini yazıyorsunuz. Ne keşfetmeyi umduğunuzu merak ediyorum — ki bu da yanlış bir soru çünkü bilmiyorsunuz sonuçta.

Özel olarak keşfetmek istediğim bir şey yok. Kimsenin bir Freud biyografisine daha ihtiyacı yok. Halihazırda bir sürü iyi biyografisi mevcut. Yapmak istediğim, önceki biyografiler ışığında kısa ve Freud’un bazı açılardan epey absürd ama aynı zamanda son derece sürükleyici bir tür olan biyografi hakkındaki çekincelerini yansıtan bir kitap yazmak.
Basit bir örnek vereceğim. Freud Roma’ya gitmemiş olmayı büyük bir mesele haline getiriyor. Roma’ya gitmek için yanıp tutuşuyor. Bir sürü sebepten ötürü gidemiyor. En sonunda 1901’de erkek kardeşiyle birlikte gidiyor. Peter Gay, 1902’de Freud nihayet Roma’yı fethetti gibi bir şey söylüyor. Halbuki turist olarak gitmişti! Freud’un ilk biyografilerinden birini yazan Ernest Jones, Freud Roma’ya muzaffer bir şekilde girdi, diye yazıyor. Hayret verici. Neyle karşı karşıyayız görüyorsunuz.

Neyle?

Ben buna Freud’a atfedilen kahraman imgesinin retorik biçimde icrası gözüyle bakıyorum. İnsanlar biyografi kaleme alırken mevzu bahis kişiyi, ne yapmak ya da ne söylemek istediklerine bağlı olarak ya idealize eder ya da şeytanlaştırırlar. Jones ve Gay’in, Freud’un kendi kendini analiz ederek kahramanca bir iş başarmış fevkalade biri olmasını istemesi anlaşılır. Freud'un yaptığı etkileyici bir işti, ama kendisinin de bildiği üzere geçmişte benzer şeyler yapan başkaları da olmuştu. Hayatlarında bir kriz döneminden geçip yazarak ve konuşarak sorunlarını çözmeye çalışan insanlar vardı. Elbette Freud'un yaşadığı kriz psikanalizin icadına yol açmıştı ve bu da psikanalizi sevenler için çok önemli bir nokta. Ama Freud kriz dönemlerinde yazmak gibi eski bir ruhani ve dini geleneğin takipçisiydi. Büyücüye Tapınma gibi bir şey değil bu. Sınırlı bir şey.
Onun bir kahraman olmadığını anlatan ve onu kötüleyen bir kitap yazma amacı gütmüyorum. Freud’un gerçekçi biyografi fantazisini gerçekleştirmek mümkün mü, onu görme niyetindeyim o kadar.

Bu ne anlama gelebilir?

Bu işe bunu öğrenmek için koyuldum. Mümkün olmayabilir.

Tekeşlilik’te, “Tıpkı iki tür tekeşli olduğu gibi, iki tür yazar vardır esas olarak: Kusursuz olan ve yanılabilir olan. Kusursuz yazar için her cümle mükemmel olmalıdır. Bunlar için mesele her şeyi doğru yapmaktır. Yanılabilir olan yazar içinse 'yanlış', haklı olmaya ihtiyacı olan insanları niteler yalnızca. Yani yanılabilir olanlar, beceriksiz olmaya cesaret ederler; iyi bir cümlenin nasıl olacağından hiçbir zaman emin değillerdir; üstelik kötü cümlelerin iyilerine bir şekilde kefil olduğuna dair batıl itikatları vardır,” diye yazmıştınız. Kendinizi bu sınıflardan birine sokuyor musunuz?

Açıkçası amaçladığım, yanılabilir türde bir yazar olmak. Zira yazarken bir şeyleri deneyebilmeyi ve tercihen algılanmak istemeyeceğim şekillerde kasıntı, patavatsız, saf veya küstah görünme riskini alabilmeyi isterim. Yazıyla iştigal eden herkes, salt inandığı şeyi kaleme almadığını bilir. İnsan neye inandığını ya da neye inanmayı gözünün kestiğini ortaya çıkarmak için yazar. Dolayısıyla kulağıma hoş gelen bir şey yazdığımda, başkalarının kulağına nasıl geldiğini görmek için o şeyi olduğu gibi bırakırım. Yazdığım şey bir başkasının kulağına korkunç veya küstahça gelebilir, fakat ben küstahlık yapabilecek cesaretimin olmasını da isterim. Berbat olacağını bildiğim ya da bir şekilde ilginç bulmadığım şeyleri bırakmam—onu yapmam—ama eğer belirsiz bir durum varsa ve kulağa ilginç geliyorsa bırakırım. Ve bunu yapma özgürlüğüne sahip olmak isterim çünkü ben bu yüzden yazıyorum. Yazarken aklıma bir şeyler geliyor. Yazmak bir düşünme biçimi. Ama yazarken sadece düşünmekle kalmayıp düşüncenizi icra da edebiliyorsunuz.

Dört gününü hastalarını kabul edip iki gününü ailesiyle geçiren biri için çok üretkensiniz. Ne zaman ve nasıl yazıyorsunuz?

Bu konudan bahsetmek kolay ama öyle çok matahmış ya da bunu gayriihtiyari yapıyormuş izlenimi vermeden konuşmak zor, zira ortada yaratıcı bir süreç yok. Oturuyorum ve yazıyorum demek istiyorum. Gerçekten de böyle oluyor. Çarşamba sabahları oturuyorum ve yazıyorum. Bazen olmuyor ama çoğu zaman oluyor ve hepsi bundan ibaret. Herkes gibi ben de bazen başlamakta zorluk çekiyorum ama çabuk geçiyor. Bazen tıkanıyorum ve o zaman çalışmayı bırakıyorum. Çaba sarf etmiyorum. Yazmak için çaba sarf eden biri değilim. Nasıl çabalanır bilmiyorum. Demek istediğim böyle bir durumda ne yapacağımı bilmediğim. Gittiği yere kadar yazıyorum ve tekrar yapabildiğimde devam ediyorum, ama düzenli aralıklarla yapabilmek hoşuma gidiyor çünkü yazmak sevdiğim bir şey.

Yazmak için ofisinize mi gidiyorsunuz?

Evet. Ben sadece ofiste yazabiliyorum. Herhangi bir yerde, otellerde yazabilen insanların romantik imgesi hoşuma gidiyor ama benim o oda dışında yazmam mümkün değil. En azından şimdiye kadar sadece orada yazabildim.

Hastalarınızı kabul ettiğiniz ofis baştan aşağı kitap dolu. Sadece raflarda değil yerlerde de kitaplar var. Her yer kitap. Bu denli fazla kitap olmasının hastalarınız üzerinde bir etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?

Bir etkisi olmalı. Bu meseleyi açanlar oluyor. Ve tabii ki insanın odası önemli bir iletişim ve talep kaynağıdır. Bilinen bir talep değil ama bir talep. Demek istediğim, kitapların burada bulunma sebebi kitapları sevmem ve buradakilerin elimin altında olmasını istemem. Bir anlamda günceller. Her zaman hepsini okuduğumu söylemiyorum ama yazmayı düşündüğüm şeylerle bağlantıları var. Ya da eskiden beri sevdiğim, tekrar tekrar okuduğum kitaplar. Bana derin bir güven duygusu veriyor olmalılar; kültürün güvence teşkil ettiğine dair bir burjuva, eğitimli orta sınıf fantazisi. Her koşulda hayatımın, kendi benlik algımın içindeler ve çok eskiden beri öyleler.

Sizce psikanalize duyulan ilginin hatırı sayılır biçimde azalması psikanaliz için iyi mi oldu kötü mü?

Bence bu psikanalizin başına gelebilecek en iyi şey çünkü artık bu işin bir prestij, cazibe, para ve alıcı kitlesi kaynağı olmaktan çıktığı anlamına geliyor. O yüzden sadece seviyorsanız, gerçekten mesele edindiyseniz bunu yapıyorsunuz. Bu mesleği icra edenler için ekonomik anlamda olumsuz bir durum olsa da, psikanalize muhalefetin insanların psikanalizin ne olduğunu anlamasına yol açacağını umuyorum. Herhangi birinin tam olarak anlamlandırabilmesi için henüz çok yeni bir şey psikanaliz. Parlak bir devir yaşadı da yıkılıp gitti diye düşünmüyorum asla. Bence birtakım insanlar psikanalizin neye iyi gelebileceğini, farklı ve öngörülemez şekillerde yaşamamızı nasıl sağlayabileceğini idrak etmeye başlıyor. Bana kalırsa bu olabilecek en iyi şeylerden biri. Kimsenin benimle hemfikir olması gerekmiyor ama bunun hakikaten doğru olduğunu hissediyorum. Keza kanımca, insanların ziyadesiyle kuşkucu bir hale gelmiş olması da çok iyi bir şey. Vakti zamanında psikanalistler dilin muammaları ardına saklanır, kendi topluluklarının içine gizlenip başka hiç kimseyle konuşmazlardı. Ne zaman dışarıdaki insanlarla konuşmaya başladılar, işte o zaman psikanaliz yara almaya açık hale geldi, ki olup olabilecek en iyi şey de buydu zaten.
Artık insan doğası hakkında istediğiniz gibi nutuk atamazsınız. Antropologlarla, sosyologlarla, tarihçilerle, felsefecilerle, ebeveynlerle, eleştirmenlerle ve konuyla ilgilenen kişilerle—yani bir görüşü olan ve bunu ifade edebilen herkesle— konuşmanız gerek. Psikanaliz insanların ona dair söylediği her şeydir. Bence zamanla daha iyi bir hale gelecek ya da yok olup gidecek.

Psikanaliz yok olup gitse ne yaparak geçinirdiniz?

Yok olup gitse de ben bu işi yapardım. Ama o zaman... Öğretmenlik yaptığımı, ilkokul öğretmeni olduğumu hayal edebiliyorum. Yapmak isteyeceğim bir iş bu. Yazar olmak istemezdim. Onu yapamam.

Daha az sanatçının ve daha iyi ilişkilerin olduğu bir dünyada yaşamak isterdim, demiştiniz. Bununla kastettiğiniz nedir?

Kanımca bu kısmen pervasız bir açıklamaydı, ama yine de bana içinde bir doğruluk payı varmış gibi görünüyor. Şöyle ki, mesleki anlamda sanatsal hayatın mevcut yaşam şekilleri içinde en iyilerden biri olduğu fikrinin ve sanatçı mitinin insanları büyülediği bir kültürde yaşıyorsanız, aslında sorunlu bir şey olmasına rağmen sanatçı olmak zorluk içindeki insanların nazarında çözüm muamelesi görüp cazip hale gelir. Sanatçı mitinin mağduru denilebilecek pek çok insan var. Onların sahiden de başka bir işle iştigal etmeleri icap ederdi. Elbette bazı insanların şansı yaver gider ve sanatın faydasını görürler, ancak birçok kişi için durum böyle değil. Bence resme bunun da dahil edilmesi gerekiyor. Çocuklarına, karısına ve arkadaşlarına kötü davranmasına davrandı ama şu romanlara, şiirlere ve tablolara bir bakın, denen anlatıları sık sık duyar ya da okuruz. Bence böyle bir denklik kurulması dehşet verici. Bir bakıma insan, iyi bir ebeveyn veya iyi bir sanatçı olmayı seçemez fakat sanat vahşeti gerekçelendiriyorsa, o halde bence o sanat sahip olmaya değecek bir şey değildir. İnsanların birbirlerine mümkün mertebe nazik davranmak ve beraber iyi vakit geçirmek için ellerinden geleni yapması gerekiyor. Buna faydası dokunan herhangi bir sanata ve başka bir şeye sahip olmaya değer. Ama faydası dokunmuyorsa değmez.

Çeviri: Selin Siral
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X