| | Per Petterson: "Ne zaman acıyacağına sen kendin karar verirsin" Can Bahadır Yüce, zaman.com, 5 Şubat 2014 Eserlerinizdeki parçalanmış aileler Anna Karenina’nın o ünlü ilk cümlesini hatırlatıyor: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, mutsuz olan her aileninse kendine ait bir mutsuzluğu vardır.” Neden aile bağları sizin için bu kadar çekici?
Aslında aile bağlarının benim için çekici olup olmadığından emin değilim ama kesinlikle özel bir yanı var. Üçüncü kitabıma kadar bunun pek farkında değildim. Birden farkına vardığımdaysa bu bana bir proje gibi göründü ve kendi kendime, “Dur bakalım, bu bir projeye benziyor ve ben projem olsun istemiyorum, özgür olmak istiyorum.” dedim. Yine de bundan kurtulamadım ve nihayet o romanın uygun bir yerinde Tolstoy’un bu cümlesini de alıntıladım. Ne zaman bir roman yazmaya başlasam bunun üzerine düşünmemeye çalışıyor ve her seferinde aynı noktaya varıyorum. Bu konuda erkek kardeşimle de konuştuk, bunun için aile bağlarının mutlaka çok güçlü olması gerekmediği ama güçlü bir aile anlayışımız, ailemiz hakkında güçlü duygularımız olduğu sonucuna vardık. Bu ikimiz için de çok etkileyiciydi ama neden böyle olduğunu anlatmak zor.
Bir söyleşide romanlarınızın çoğunda görünen Arvid Jansen karakterini “dublör” olarak tanımlıyorsunuz. Reddediyorum’daki hangi karakter size daha yakın, “dublörünüz” diye tanımlanabilir merak ediyorum; Jim mi Tommy mi?
Kesinlikle Tommy değilim; o benden çok daha güçlü, atak ve cesur. Belki şöyle diyebiliriz: Ben de biraz cesur sayılırım ama Tommy gibi içgüdüsel olarak değil. Ben Jim’e daha yakınım, elbette onun intihar eğilimleri dışında. Bazen gerçekten Tommy gibi olmayı isterdim. Sanırım kendim için daha çok Jim ve önceki kitaplardaki Arvid’in karışımıyım diyebilirim. Arvid’e “dublörüm” dememin sebebi, bana çok benziyor olsa da yaşamdan çok daha fazla darbe alması. Mesela bazı kişisel zorlukları aşmak için benim iki yılım varsa onun iki haftası var. Üzerinde biriken baskı gerçekten yoğun, o da buna göre davranan bir karakter.
Rastlantılar eserlerinizde önemli bir yere sahip, bu da akla bazı postmodern yazarları getiriyor. Ama sizin kitaplarınız postmodern edebiyata pek yakın sayılmaz.
Sanırım ben edebiyatı bu kategoriler içinde düşünmüyorum. Bana göre bir kitap kitaptır. Bir roman romandır ve yüzlerce olasılık, yüzlerce seçeneğiniz vardır; hepsi de iyi olabilir. Charles Dickens ya da Ingeborg Bachmann, Claude Simon ya da başka bir yazar... Tek şart iyi olması, niteliği, özü ve atmosfere sahip bulunması. Çok erken keşfettiğim bir şey, romanın herhangi bir plana ya da taslağa göre yazılmaması gerektiğidir. Yoksa yazmam imkânsız. Bu durumda da roman cümlelere, sezgilerime ve pek çok kere tecrübe ettiğim gibi bilinçaltıma bağlı olmak zorunda elbette. Yazmaya başladığımda çoğunlukla kitabın bütünü hakkında endişe duyar, onu göremez ve bu nedenle yanlış bir sona varacağımdan korkardım. Sonra editörüm şöyle dedi: “Per, kitabın bütünü hakkında endişelenme, parça iyiyse bütün de iyi olur, bunu düşünme bile. Nihayet yazdığın roman, yazmaya niyetlendiğin roman olmayabilir ama bu kimin umurunda! Niyet ettiğin hali yazılmadı.” Haklıydı. Eğer anlatacak bir hikâyem yoksa bu beni endişelendirmiyor. Sadece yazılmış hikâye var ve o da kitap bitmeden aslında var olmuyor. Son cümle yazılana kadar anlatmak istediğimin ne olduğunu bilemem. Nasıl bilebilirim ki! Hikâye, yazılı olandır. Bu bütün kitaplarım için de, Reddediyorum için de geçerli. Şimdiki zamanda, tek sesli, düz bir hikâye yazacağımı düşünüyordum, kitap bunun dışında her şey oluverdi. İşte böyle…
Reddediyorum’da İngiliz ve Amerikan edebiyatlarına, örneğin John Steinbeck’e, Jane Eyre’e göndermeler var. Etkilendiğiniz yazar ve eserler sayabilir miyiz bu göndermeleri?
Her zaman değil. Amerikan edebiyatından yüzlerce roman okudum ve bunlar benim için önemliydi; Steinbeck’ten çok Hemingway, o günlerde daha çok Faulkner... Bu nedenle eserlerimden Amerikalı yazarların etkisini çıkarıp atmak kolay değil. İngiliz edebiyatını da severim. 50’li ve 60’lı yılların işçi sınıfı yazarlarını severek okudum, örneğin Alan Sillitoe’yu. Cumartesi Gecesi ve Pazar Sabahı romanı epey etkilemiştir beni. Jane Eyre’e yapılan gönderme o sırada onu okuyor oluşumdan kaynaklanıyor, atıfta bulunduğum D. H. Lawrence’ın Gökkuşağı için de aynı şey geçerli; o sırada onu okuyordum, zor bir roman da olsa çok beğenerek okumuştum. Tabii Knut Hamsun’umuzu da unutmamalı; her zaman genç Norveçli yazarları büyüleyecektir diye düşünüyorum. Ağır bir etkisi de olabilir. Elbette Nazileri desteklemiş olması çözülemez bir sorun. Son yıllarda Avrupa edebiyatı okumalarına ağırlık verdim. Filmlerde, televizyon dizilerinde, kitaplarda durmadan tekrarlanan ve klişeleşen Amerikan sahnelerinden biraz bıktığımı söyleyebilirim. Şu sıralar İtalyan Elena Ferrante’nin kitaplarının İngilizcelerini okuyorum. Sen Gittin Gideli (Days of Abandonment) romanı son derece yoğun, klostrofobik ve muhteşem.
Romanlarınız kahramanların geçmişle olan karmaşık ilişkileri hakkında. İnsanoğlunun geçmişiyle gizemli ilişkisini incelemeye devam edecek misiniz, yoksa artık başka bir konuda yazayım dediğiniz oluyor mu?
Kitaplarımda metnin çift zamanlı akmasını planlamamıştım aslında, kendiliğinden gelişti. Ama bir yandan da At Çalmaya Gidiyoruz’da olduğu gibi okuru bir şekilde etkiledi. 50 yıllık bir boşluk var ama okur buna aldırmaz görünüyor, hatta tam tersi, bu boşluk kitaba nefes aldırıyor adeta. Bu dört duvar edebiyatı değil, gerçeklikle birebir örtüşmüyor da, fakat kurmaca ve belirli bir nitelik düzeyinde olduğu sürece istediğini yapabilirsin. Eğer kötüyse sadece kötüdür. Hemingway, ne olduğunu tam olarak bildiğin sürece bir kitapta istediğin her şeyi dışarıda bırakabilirsin demişti. Eskiden haklı olduğunu düşünürdüm (daha doğrusu eskiden Hemingway’in söylediği her şeyin doğru olduğunu düşünürdüm) ama artık öyle düşünmüyorum. Romandaki o 50 yıllık boşlukta neler olduğu hakkında hiçbir fikrim yok; bunun hakkında konuşabiliriz ve belki sizin fikirleriniz benimkilerden çok daha iyidir. Muhtemelen de öyle olacaktır. Sanırım geçmiş ile gelecek arasında biraz daha gidip geleceğim. Bunun en iyi yazma biçimi olduğunu düşündüğümden değil, huzursuz bir adam olduğumdan. Düz bir kronoloji bana çok sıkıcı geliyor. Ama kim bilir…
Eserleriniz kırsal yaşama bir özlem olarak da okunabilir. Bildiğim kadarıyla büyük şehirde yaşamıyor, bir çeşit kır hayatı sürdürüyorsunuz. Büyük bir şehirde yaşamak yazı hayatınızı olumsuz mu etkilerdi?
Şehirde büyüdüm, annem de babam da fabrika işçisiydi. Metropol hayatını severdim. Hatta herkes beni kentli biri olarak görürdü. Öyleydim de. Ama sonra âşık oldum, sevdiğim kadının yanında olmak için taşınmak zorundaydım. Bu ikinci evlilik (elbette) benim için yeni bir dünyanın da kapılarını açtı. Bedensel çalışma, bir amaca yönelik çalışma... Beş yıl bir fabrikada çalışmıştım ve işimi seviyordum. Tuhaftır ama işin monotonluğunu da seviyordum. Ama bu başka bir şeydi. Romanlarımda yapılan bedensel işlerin hepsini olmasa da çoğunu kendim de yaptım. İş hakkında yazmayı; işin insanın vücuduna ne yaptığı, avuçlarınızın içinde, sırtınızda ne hissettiğiniz hakkında yazmayı seviyorum. Bu bazen idealize etmek gibi görünse de romantikleştirdiğimi sanmıyorum.
Per Petterson romanları masumiyetin kaybına bir ağıt gibi. Reddediyorum’da 60’lara ve o yılların kültürüne sıkça değiniyorsunuz. Sizin için ideal dönem miydi o yıllar?
1952’de doğdum yani 60’lar bu açıdan elbette benim için önemli, büyüdüğüm yıllardı. Ama aynı zamanda devrimci bir dönemdi de, bizden önceki nesilden kültür, edebiyat, müzik ve siyaset açısından tam bir kopuş yaşandı. 1968 önemli bir yıldı. Ben o zaman 16 yaşındaydım ve dünya bana berrak, açık görünmeye başladı. Vietnam Savaşı dönemiydi, bu bizi derinden etkilemişti; bombalama, napalm… Güney Afrika’da en vahşi apartheid’ın yaşandığı yıllardı, ABD’nin güney eyaletlerinde Afrika kökenli Amerikalıların mücadelesi sürüyordu, Çekoslovakya işgal edilmişti, Paris’te kavgalar oluyordu. Yeni nesil öğrenciler seslerini yükseltiyorlardı. O yıllara geri dönmek istemem ama 60’lı yılların önemi konusundaki cehalet beni çok rahatsız ediyor.
Reddediyorum bir bildungsroman olarak tanımlanabilir. Ama romanın sonunda karakterler kendilerini dışlanmış ve mutsuz bir halde buluyorlar. Bu modern insanın kaderi mi sizce?
Büyümenin başarısız sonuçları olabilir. Üzücü ama gerçek. Bu o hayatların kahramanca olmadığı ve benim kitaplarımda yerlerinin bulunmadığı anlamına gelmiyor. Mutsuz bir sonun kaçınılmaz olduğunu düşünmüyorum, “kader”e de inanmıyorum doğrusu. Trond Sander, At Çalmaya Gidiyoruz’da “Ne zaman acıyacağına sen kendin karar verirsin.” der. Ben de buna inanıyorum. Ama bu çok zor da olabilir. Belki de bu biraz, editörümün dediği gibi, “parça iyiyse, (belki) bütün de iyi olur” meselesidir. Bu belki hayat için de söylenebilir.
Parçalı anlatım tekniği, ayrıntılı tasvirler ve şaşırtıcı detaylar romanlarınızı ekran için uygun hale getiriyor. Yazdıklarınızın filme çekilmesine nasıl bakardınız?
Bunu çok isterim. Film şirketleri beş romanımın haklarını satın aldı ama henüz bir gelişme yok.
Son yıllarda İskandinav edebiyatına ilgi arttı. Türkiye’de de bir okur kitlesi var İskandinav yazarların. Sizce neden farklı ülkelerden insanlar merakla İskandinav romanlarını okuyor ve ilgi çekici buluyor?
Bu tür şeyleri anlamak çok zor, açıklamak da öyle. Şimdi İskandinav edebiyatına bir yönelim var, böyle bir an geldiği hissedilebiliyor ama bunun nedenini bilmiyorum. Şu an İskandinavya’da bir akım olduğu söylenebilir, fakat bu akım neden bu şekilde yayılıyor? Ben bundan çok memnunum, bu kadar çok insana ulaşabilmek bir ayrıcalık bence. |