Oruç Aruoba:
"Gürültü içinde sessiz, kalabalık içine yalnız"
Kaan Özkan, Notos Edebiyat Dergisi, Ağustos-Eylül 2010
Oruç Aruoba’nın metinleri her zaman yazılanla yaşanan arasındaki mesafeyi sorgulamaya yol açmıştır. Üstelik, bu mesafeyi kısaltmanın bir okurun düşeceği en büyük tuzağı hazırladığını bilmemize rağmen. Peki ama bir okur ya bu tuzağa bile bile düşmek istiyorsa? Ya aradaki mesafe, sanılandan azsa? İşte o zaman, insan kendi kendine şöyle sorular mırıldanıyor galiba:

Bu bir tahmin olacak elbette ama Oruç Aruoba’nın defterlerini okuyan herkes öznel bir tarihe şahitlik ettiği duygusuna kapılıyordur diye düşünüyorum. Yazdıklarınızı okumak, sizinle yan yana yürüyüp hayatı algılayışınıza tam da gözbebeğiniz hizasından tanık olmak gibi bir şey. Okurla aranızdaki bu yakın mesafeyi siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Okurlarım şimdiye dek ancak tek bir defterimi okumuş olabilirler; çünkü tek birini yayımladım—açılıp kapandığı, başlayıp bittiği belli olduğu için... Yoksa, aslında tek bir defterim var; yıllar içinde dallanıp budaklansa da, fiziki olarak şu kapaklar arasında, şu cilt içinde ayrı adlar almış da olsa, tarihsel sıra içinde, en azından gün-be-gün sürekliliği olan bir defter... Her yazar tek bir kitap yazar, dictum’undan önce, her yazarın tek bir defteri vardır, dictum’u daha da doğru herhalde. Kitaplarım, önce defterime yazdıklarımdan oluştu—önceden kitap olarak yazmayı tasarlayıp defterden ayrı olarak yazmağa giriştiğim kitaplardan hemen hiçbirini de bitiremedim..
       “Öznel tarihe şahitlik etmek”—Evet, ama defterime yazarken, tuttuklarım güncel yapıp-etme kayıtları değil; onlarda yaşadıklarım yoluyla düşündüklerim, onlarda kaydadeğer bulduklarım...
       “Gözbebeği hizası”-”yakın mesafe” konuları karışık: yazdıklarından hareketle bir yazara kişi olarak yaklaşmak zor iştir. Biryerlerde belirttiğim gibi, okur okuduklarının ardında bir kişi görür gerçi; ama bu, ‘asıl’ kişi ile çakışmayabilir, hatta bazen ona ters bile düşebilir. Bazı okurlarım gerçekten kendilerini bana “yakın” buluyorlar; ama bu benim kişiliğimden değil, onların kişiliklerinden dolayı öyle oluyor.

Okur karşısında bu kadar yalın olmak aynı zamanda bir sahiciliği de ifade etmiyor mu? Gerçi “sahici ben” diye halihazırda verili bir şey olmadığını bilerek ve sadece hesaplaşmanın apaçık yürütülmesini kast ederek soruyorum bu soruyu…

Yazdıklarımı hiçbirzaman “okur karşısında” yazmadım—yayımlanmaları birçok başka koşul gerektirdi. Wittgenstein’ın dediği gibi “kendimle kafakafaya vererek” yazdım; yazdıklarım çok sonradan ‘kitap’ olup iki kapak arasında, bir cilt içinde biraraya geldiler, “okur önüne” çıktılar.
       “Yalınlık-Sahicilik” açısından, Simplex sigillum veri (Yalınlık hakikatın mühürüdür) diye bir eskil saygıdeğer deyiş vardır. O yalınlık düzeyine bazen ulaşabildiğim belki söylenebilir; ama bunun böyle olup olmadığını ben yargılayamam.

Bununla birlikte yaşanılanla yazılan arasında hep bir mesafe olduğunu/kalacağını da belirtiyorsunuz. Yazıyı var ya da vazgeçilmez kılan da bu mu sizce?

Yaşanan yazıldı diye değişmez; oysa öyle yazılmasını belirleyen öyle yaşanmış olmasıdır. Burada tabiî devreye dil girer—yaşanmışın düşünülmesi başka şeydir, düşünülmüşün yazılması, başka şey... Yalnızca şiirde düşünme ile yazma eşzamanlı olarak işler. Felsefede ise aralarındaki mesafe uzayabilir. Ben bunu epey kısa tutmağa çalışırım genellikle; bu yüzden olacak, kimileri düzyası olarak yazdıklarımı da “şiirsel” buluyorlar.
       Bir örnek vereyim: Birgün, geri çeviremeyeceğim birisi, bana bir tavşan yavrusu armağan etti—hem de iki kez: birincisi ilk günün sabahına ölü çıkınca, ikincisini getirdi. Ben de ‘tavşan beslemeğe’ başladım. Ama ne yapmam gerektiğini bilemiyordum—örneğin, ne versem hemen büyük bir hızla yiyip bitiriyordu: bu yararlı mıydı; neyi ne zaman ne kadar yedirmeliydim?... Gidip Eminönü’ndeki ‘pet’ dükkânlarına sordum, “Tavşan Besleyene Kılavuz” gibi birşey var mı, diye; “Yok” dediler. Dönüş vapurunda, kafamdan geçen çeşitli düşünceler (... “havuç sever”... “güney balkonu”... “tahta kutular içinde”... “günde bir tane verebilirim”... gibi) arasından “Tavşan besleyen havuç da yetiştirmelidir.” tümcesi çıktı. Bu hoşuma gitti; bir de eğretileyebileceğim bir alan açtı; sonradan ‘aynı minval üzre’ yazdığım tümcelerle bütünlediğim kitabın ilk tümcesi oldu—tavşanımı, artık başedemediğim bir hale gelince, götürüp profesyonel yetiştirici olan birilerine verip bırakmak zorunda kaldıktan sonra, bütünlendi, yayımlandı.

Hani’deki “Yavaştır yaşamının anlamı” tümcesi, bugüne bir karşı çıkışın temsili gibi. Hızlandıkça anlamı/mızı mı yitiriyoruz bu çağda?

O tümce bir eleşiriden çok, bir saptama: Kişi yaşamını, yaşadıklarını ne kadar “hızlandır”dığını sanarsa sansın, yaşam hep kendi yavaş ve sanki ‘kendinden emin’ tempo’suyla, zamanında gelir ve yaşanır. Bu yüzden yaşamın tempo’sunu kurcalamamak gerekir. —Zen bilgeliği, “Herşeyin kendi yeri vardır” der: herşeyin kendi zamanı da vardır, diye ekleyebiliriz herhalde. Zaten değiştirilemez; ama değiştirmeğe—’önce’ye ya da ‘sonra’ya almağa—çalışmak da, birşeyleri bozabilir, zedeleyebilir, kırabilir.
       O tümce bir de şunu belirtiyor, ya da öncelliyor: Yaşadığın birşeyin anlamını, o sırada, yaşarken bilemezsin, çoğunlukla; ancak senin anlamanın zamanı gelince anlarsın, o yaşadığının anlamını—bu da yıllar sonra gerçekleşebilir...

Ölümsüz olsaydık, yine de anlamlı olur muydu hayat — muhtemelen ertelediklerimizle?

Saçma bir soru—ama, bir sonraki soruyla bağlantı kurarak birşeyler geveleyeyim gene de: İnsan ölümsüz olmayı değil, ölümlü olmamayı ister (dinlerde, örneğin, sözkonusu olan, bu, şimdiki yaşamın sonrasız, bitimsiz olması değil; ölümden sonra, yaşamanın ‘başka bir yerde ve biçimde’ devam etmesinin olanaklı olmasıdır)... Hiçbir düşünme biçimi ölümü yadsıyamaz; ölümlülük insanın en temel ve en kesin verisidir—ölümsüz bir yaşam, bir saçmalıktır. Bazen düşünürüm, örneğin Homeros’un Olympos’daki Panteon’da ölümsüz tanrılar arasında olup-bitenlerle ilgili anlattıklarına komedi olarak bakabiliriz, trajedi olarak bakmak yerine—Zeus’a bir şaklaban olarak... Yaşam ancak ölümle anlamlıdır.

Yerleşik kanıların aksine, ölümle özgürlük arasında da bir ilinti kuruyorsunuz. Buna göre, özgürlüğün koşulu, yaşama olanağının ölümde görülmesine dayanıyor. Yaşama olanağı ölümde görülmediği takdirde nasıl bir tutsaklıkla karşı karşıya kalınır — bugün yaşadığımız “tutsaklıklar”a biraz benzemiyor mu?

Önceki sorudan devam edersek: “yerleşik kanılar” ne derse desin, bu “ilinti”yi kuran ilk ben değilim: Nietzsche ölüm bilinci üzerinde bütün bir erdemlilik/özgürlük kuramı geliştirir; Heidegger’de “ölümüne [doğru/için] varolmak” gibi bir kavram vardır. Ustam Bilgi Karasu da Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda, iki ölüm olanağı ile özgürlük arasındaki ilişki üzerine, “efendi-köle” ilişkisi üzerinden bir irdeleme yapar.
       İmdi, kişi ancak ölümün kesinliğini ve içeriksizliğini tam olarak yüklenirse, yüklenince, özgürleşme olanağına yaklaşabilir. Hem kişisel hem de toplumsal/tarihsel özgürlük biçimleri için geçerlidir bu. Çok çiğnenmiştir ama, Mustafa Kemal’in “Ya istiklal ya ölüm” ilkesi, üzerinde düşünmeğe değer: Bütün bir toplum, işgalcilerine karşı savaşmayı seçerek, toptan yokolmayı göze alarak, bağımsızlığını kazanmıştır. Bunun benzeşiklerini tek kişilerin yaşamlarında da görebiliriz.

Felsefenin kişisel bir çaba olarak başlayacağını, ama sonrasında bu yaşamsal merkezden uzaklaşıp salt hale geleceğini söylüyorsunuz. Bir filozof için nasıl bir süreç bu, arada yaşanan? Çünkü acılardan, kendine çelme takmalardan da bahsediyorsunuz…

Kurduğum tümceyi tam anımsamıyorum; ama “salt” sıfatını (senin kullandığın gibi; “mutlak” anlamında) kullandığımı sanmıyorum—belki, ‘bütün insanlar için geçerli’ demişimdir—’everensel’ sıfatını da pek sevmem...
       Aslında bir sonraki soruyla aynı konuyu daha doğru soruyorsun; orada devam edeyim.

Tek bir insanın, kendine ait meseleler üzerinden uğraştığı/ortaya koyduğu felsefi yazılar genel’i, yani herkesi ilgilendirir bir hale nasıl gelebiliyorlar?

Burada sözkonusu olan, “tek bir insan” ile “genel” olarak insanlık arasında bir geçiş—sanki bir ‘tümevarım’—değil: sözkonusu olan, düşünen, kendi yaşamı üzerine düşünen bir kişinin, düşüncelerinin içeriğini, kendi yaşamının sağladığı yönelimden ayırarak—’genelleme’ ya da ‘soyutlama’ anlamında değil— bir insanlık durumu, bir insan yaşantısı olarak nesne edinmeğe; kavramağa ve kavramlaştırmağa çalışmasıdır. Bu iki “nesne edinme” aynı işlem olarak gerçekleşir—diyelim kişi kendi yaşamını allak-bullak eden birşey üzerinde; bunu da kendi ölümüne doğru, düşünürken, “Yaşam belirsizdir; oysa ölüm belirgin ve kesindir” gibi bir tümce kurabılır...

Gürültü ve patırtının içinde felsefe yapılabilir mi — ya da yazılabilir mi?

Yapılamayacağını söylüyorum—ama hep “gürültü-patırtı” içinde olduğumuza göre, felsefe düşünürünün ve yazarının onun içinde bir yer bulması gerekiyor. Bir yer—dostum Enis Batur’un alıntıladığım dizesindeki—“herkes uyuduktan sonra” vakti... Bu anlamda da “gürültü içinde sessiz, kalabalık içinde yalnız” olma olanağı...

Felsefeyle özellikle şiiri bir hayli yakın buluyorsunuz. Şiiri ayrıcalıklı kılan ne?

“Yakın” değil, neredeyse özdeş buluyorum. Şiir, felsefe için, tek ayrıcalıklı sanattır—bütün öteki sanat dallarını teker teker ve birlikte ele alıp, “genel” sanat içinde nasıl yanyana bulunduklarını ortaya koyabilince, şiir hep ayrı durur—hepsinin altında ya da üstünde, ama yanında değil... Şöyle: her bir sanat dalı kendine özgü “malzeme”siyle—kağıt, çizim, renk, taş, ses, vb— anlam kurar; oysa şiir anlamla anlam kurar—malzemesi de ürünü de anlamdır. Tabiî ki dili—sözcükleri ve tümceleri—kullanır; ama, bunlarla—onların anlamlarıyla—kurduğu, başka, yeni bir anlamdır. Kendine ‘verilmiş’ olan ‘doğal’, ‘gündelik’ dil içinde varolan, işleyen anlam birimlerini yeni bağlantılar içinde işleyerek, daha önce varolmayan anlam bütünlükleri kurar, yaratır. —Haydi bir küçük örnek: “duman”ın da “dağ”ın da ne anlama geldiğini biliriz; ya, bir dizede “dumanlı dağlar” kuruluşu geçince, ne anlarız—şair ne demektedir?...

Tümcelerinizden biri: “Felsefe yapmak, kişinin, gelmeyeceğini bildiği birisini beklemesine benzetilebilir.” Burada bir çaresizlikten çok, bir “rağmen”i okumak mümkün gibi geliyor bana?..

Ne “çaresizlik” ne “rağmen”—ikisinin de ötesinde birşey...—Haydi bir itirafta bulunayım: Bunu yaşamım içinde üç kez yaşadım: Issız bir deniz kıyısında; herkesin gittiği, otoyol kıyısındaki bir ‘ofis’te; ancak kar kaplı merdivenlerle ulaşılabilecek bir evde... Her seferinde, sevdiğim bir kişinin, oraya, bulunduğum yere gelmesini istedim, istiyordum; ama, bilerek: gelemezdi; isteseydi bile, orası zaten gelinemezdi; zaten benim orada olduğumu, onu beklediğimi, gelmesini istediğimi bile bilmiyordu—ama ben, beklentimden hiç vazgeçmeden, sürdürüyordum beklememi...
       —Bazı haşarı öğrencilerim (sonradan anlattılar), “Bakalım nasıl bir işmiş bu” diyerek, herhalde kafa çekip tartıştıktan sonra, sabahın dördünde Barbaros Bulvarı’nın tepesine çıkarak, o saatte ‘gelmeyeceğini bildikleri’ Beşiktaş-Sarıyer dolmuşunu beklemişler...
       Espri bir yana, felsefe gerçekten böyle birşeydir...—Bunu birkaç kitabımda çeşitli açılardan irdelemeğe çalıştım; ama, çok açık anlatabildiğimi sanmıyorum...

Okumaya-yazmaya/felsefeye-şiire bulaşmış birisi eğer sürekli yolda ise ve ömrü kendine doğru yürümekle geçecekse, bir başkası “ile” olabilmek ne kadar mümkün?

Çok zor ama olanaksız değil—yalnızca da “bulaşmış” olduklarımızda “ortak yanlan” var diye değil; belki tam tersi: iki kişi de ötekinin nasıl bir yolda ; nasıl bir “kendi”ye doğru yürümekte olduğunu anlamağa çalışarak (belki hiçbirzaman anlayamayacağını bilerek) yanyana yürümeyi yeterince güçlü bir biçimde isterlerse— —tuzağını görmedim sanma: Hayır, “aşk”tan sözetmiyorum; ama, “sevgi”den, ediyorum...

Bütün bu konuştuklarımız aslında hayatımızın bir özlemin peşinden gitmek olduğunu gösteriyor sanki?..

Özlem müthiş önemli bir ‘duygu’dur—bir ‘duygu’ olmadığını bile söylemek isterdim—bilgisel açıdan, düşün: orada olmayan bir kişiye yönelik bir ‘duygu’; “sevinç”le karşılaştır, birisini görünce ‘sevin’meyle... Hele, yukarıda üzerinde durduğum; “gelmeyeceğini bildiğin” olunca, özlediğin...

Ne kadar yerleşiktir Oruç Aruoba? Neredeyse bir seyyah denebilir mi onun için?

Çok fazla bilinçli olarak amaçlamadan, ama bir ‘yaşam eğilimi’ olarak, galiba, kendimi bütün yerleşikliklerimden kopardım yaşamım boyu: ‘ev kurmak’, ‘aile kurmak’ gibi aşamalardan da geçerek; seçtiğim ‘meslek’leri—en başta, bütün yaşamımı vermeyi amaçladığımı—da terkederek... Bir sayayım: Doğduğum evden—ve anne-babamın evlerinden—sonra, (hiçbiri benim “sahibi” olmadığım) on bir ev değiştirmişim... Bugünkü çağda hem anlamlı değil; hem de, kendine aykırı ‘finansiyel’ temeller gerektirirdi, ama, arada bir, istediğim yere süreceğim bir karavan; ya da, liman liman gezinebileceğim bir tekne düşlediğim olmuştur—hani, benim gençliğimde, Avrupa’ya gelip Almanya’dan ‘Volkwagen Bus’ satın alıp (burnundaki VW amblemini de ‘barış’ amblemiyle değiştirip, bir güzel de boyayıp) Katmandu’ya doğru yola çıkan Amerikalı “çiçek çocuklar”, hippy’ler vardı ya...
       Başo’nun üç yüzyıl önce olabildiği gibi bir “gezgin” olmak isterdim, galiba—ama artık olanaklı değil— —zaten bacaklarım da, artık, yetersiz...

Gitmek mi, kalmak mı — hangisi mutluluktur? Hangisi olanaklıdır?

İkisi de olanaklı—zaten görüyorsun: İkisini de gerçekleştirenler, var. —Belki, anlamlı gördüğün yerde kalmak; anlamsızlaşan yerden, gitmek... “Mutluluk” pek önemsediğim birşey değildir.

Yol almaktan / Yol’a koyulmaktan neden bu kadar korkuyoruz? Geride bırakacaklarımızı arar olmak mı, yoksa karşımıza çıkacak olanlar mı bizi korkutuyor?

Alışkanlıkların sağladığı rahatlık, bu konuda en büyük ayartı—belki senin “mutluluk” diyebileceğin şey...
       Heat diye bir film var; sıradan bir Hollywood yapımı; ama, benim oyunculuklarına önem verdiğim Robert de Niro ve Al Pacino’nun (galiba tek) ortak filmleri. Benim için önemli bir düşünce barındırıyor: Biri bir soyguncu, öbürü bir polis. Beriki ötekinin peşinde; bir noktada karşı karşıya gelip konuşuyorlar, biribirini iyi tanıyan kişiler olarak. Soyguncu, kendi ustasında ‘tevarüs’ ettiği bir yaşam ilkesini anlatıyor, polise: “Köşeden hararet (:heat: tehlike; peşinde olan, seni yakalamak isteyen silahlı kişiler) geldiğini gördüğün anda, beş saniye içinde, bütün bağlılıklarını terkedip ‘yürüye’bilecek durumda olmalısın.” —Bunu bir soyguncu ilkesi değil, bir yaşam ilkesi olarak alırsak, “Kendine aykırı bulduğun bir yeri hemen terkedebilir durumda olmalısın” diye ‘çevire’biliriz. Ben galiba buna benzer bir ilke uyguladım, yaşamımda: İsteyerek, hatta ‘seve seve’ girdiğim; ama, bir noktasında, kendime aykırı olduğunu, o hale geldiğini gördüğüm her bir ‘yer’i (pek öyle, “beş saniye içinde’ olmasa da) terkettim, ‘yürü’düm... Yani, amaç, “yola çıkmak/yol almak” değildi; “yerleşik” kalamamaktı—yoksa, çok ‘evcil’ bir adamımdır...

Yürümekten yorulduğunuz oldu mu hiç?

Hem de nasıl—yorgunluk, bezginlik, bıkkınlık belki en sık yaşadığım yaşantılardır; ama, hep, “kendimi ensemden tutup kaldıra”cak gücü buldum kendimde şimdiye dek—şimdiden sonra, bilmem...
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X