Önsöz, Charlie’den Önce/Sonra Toplum İnşası, s. 9-17
Heyhat, bu metni, terör eylemlerinin Paris’i yüreğinden vurduğu o meşum olayın ardından yazmak zorunda kaldım. Kitabı büyük dramın meydana gelişinden on beş gün önce yazmayı tamamlamıştım. Dört yılı aşkın bir sürede gerçekleştirilen bir saha çalışmasının ürünü olan bu kitabın birincil kaygısı okurlarına, Müslüman kültürden gelen Avrupalıların yaşadıkları gerçeklikleri anlamalarına yardım edebilecek bazı ampirik ve kavramsal anahtarlar sunmaktır. Bu kitap, katillerin saiki hakkında kendi kendilerine sorular soran, bununla birlikte ayrılıkçı teröristlerle Avrupalı Müslümanların büyük çoğunluğunun bir tutulamayacağını bilen okurların gözardı edemeyeceği gerçekliklere ışık tutuyor. Yerleşik kanıları altüst ederek tabanda yaşanmakta olan süreci ortaya çıkarmak için gündelik yaşam deneyimlerinin hakikatine sarılarak yeni bir kamusal kültür yaratılmasına katkıda bulunan sıradan Avrupalı-Müslümanların tanınmasını sağlamaya çalışıyor.
Tüm terör saldırıları zamanın akışında bir yarılmaya yol açar. Bir anda günlük yaşamın seyri sekteye uğrar, toplumsal sözleşme parçalanır, toplum bir kutuplaşmaya sürüklenir. Belli bir sersemleme süresinin ve olayın tahrik ettiği derin isyan duygusunun ardından, önce saldırıda yaşamını kaybedenlere ve yakınlarına taziyelerimizi sunarız. Akabinde hasarı onarmaya, toplumsal çatlakları kapatmaya gayret sarf ederiz. Bazen bu terör ânını soyutlamayı, parantezi kapatmayı, yas tutup bunun bir daha yaşanmamasını ümitetmeyi başarabiliriz. Bazen de bu terörist enstantane daha uzun bir zamana siner, öngörülemeyen bir dizi olaya yol açar; toplumun tamamı, bu süreçten yara almadan çıkamayız.
Ocak 2015 katliamları muhtemelen bu türden belirleyici bir an olacak. Haftalık mizah dergisi Charlie Hebdo’nun sekiz yazar ve çizeri ile o sırada ofiste bulunan iki dostları ve iki polis memurunun katledilmesi, sonra Paris girişinde ölü bulunan ve ilişkilendirilen kadın polis, ardından da Vincennes’deki koşer süpermarketinde dört Yahudi vatandaşın rehin alınıp öldürülmesi bir dönüm noktasına işaret ediyor. Fransız vatandaşı teröristlerce hedefleri cihat adına bilinçli olarak seçilerek, Peygamberin “öcünü” almak bahanesiyle gerçekleştirilen bu saldırılarla günümüz Batı demokrasilerinin iki kurucu değeri, düşünce ve ifade özgürlüğü savunusu ve antisemitizme karşı mücadele, silahların namlusu altında çökertilmek istenmiştir. Tüm Avrupa sathında “İslam korkusunu” daha da derinleştiren bu katliamlar, Müslümanların Avrupa tarihinin seyrini rayından çıkarabilir.
Tıpkı 11 Eylül El-Kaide saldırıları vakasında olduğu gibi 7, 8 ve 9 Ocak tarihleri de bir milat olabilir. Ancak Amerika Birleşik Devletleri’nin aksine Avrupa –özellikle de Fransa– İslamiyetle ve Müslümanlarla çok daha köklü bir ortak geçmişe, uzun tarihsel dönemler boyunca kurulmuş ve bugünün koşullarında yeniden yoğrulan yakın ilişkilere sahiptir. Gündelik Yaşamda Avrupalı Müslümanlar kitabı tam da Müslümanlarla Avrupa toplumları arasındaki bu iç içe geçiş dinamiklerini gözler önüne sermeyi amaçlıyor. Charlie Hebdo’ya yöneltilen cihatçı terörizmi bir Avrupa perspektifine yerleştiriyor ve bu meşum olayın öncü alametlerine ışık tutuyor. Ocak 2015 Paris saldırıları İslamın kutsal sembollerinin temsilinin yol açtığı bir dizi olay ve ihtilaf çerçevesinde değerlendirilmelidir. 1989’da Şeytan Ayetleri’nin yazarı Salman Rushdie’ye karşı çıkarılan ölüm fetvası, 2004’te Submission/Teslimiyet filminin yönetmeni Hollandalı aydın Theo van Gogh’un suikasta kurban gitmesi ve 2005’te bir Danimarka gazetesinde Muhammed Peygamber’in karikatürlerinin yayımlanması Avrupalı-Müslüman kolektif hafızasına kazınan yol işaretlerinden birkaçıdır. Londra, Amsterdam, Kopenhag ve Paris’i çaprazlama kesen tahripkâr bir dinamik söz konusudur.
Son yirmi beş yıl içinde ulus-devletler arasındaki farklılıkların ve Sünni-Şii mezhep ayrılıklarının ötesinde, İslam kaynaklı toplumsal uyuşmazlıkların dinamiğiyle yeni bir Avrupa haritası çizilmektedir. Charlie Hebdo vakasında da olduğu gibi İslamın edebiyat ve görsel sanatlar alanlarındaki figüratif temsilleri ve mizah konusu olması, kamusal ihtilafları ve tepkilerin şiddetini artırıyor. Charlie Hebdo dramının da trajik biçimde ortaya çıkardığı gibi, Müslümanların Avrupa toplumsal yaşamındaki görünürlük biçimlerine, kutsallık anlayışına muhalif olanlar arasında, Mayıs 1968 kuşağının özgürlükçü mirasını devam ettiren kesimler yer alıyor.
Yazar Michel Houellebecq bu kuşağın, iki kültür arasındaki çalkantılı karşılaşmanın en sembolik figürlerinden biridir. Romanlarında genellikle zamanın karamsar ruhunu yakalayan Houellebecq, İslamın yükselişi karşısında şaşkın, bezgin ve düş kırıklığı içinde kalmış bir kuşağın kaygılarını tasvir ediyor. Soumission* başlıklı son romanı İslamın etkisi altına girmiş bir Fransız toplumunda, sonunda Muhammed isminde bir Müslüman cumhurbaşkanı seçen bir ülkede geçiyor. Artık Suudi Arabistanlı zenginlerin yönettiği Sorbonne Üniversitesi’nde Joris-Karl Huysmans hakkında bir doktora tezi yazmakta olan romanın başkahramanı François, Katolik ayinlerinde manevi huzur arayan “insan sevmez ve münzevi bir estet” olarak betimlenir. Sonunda Paris Ulu Camii’nde şahadet getirerek İslama ihtida eder. 2022 yılında romanın başkahramanı gibi Fransa da İslama ihtida edecektir. Bu roman kurgu ile siyaset, yazar ile kahramanı, yazarın İslam fobisi ile bu dine karşı duyduğu cazibe arasındaki ayrımları bulanıklaştırıyor. Ünü edebiyat çevreleriyle sınırlı kalmayan bu kitap siyasi gündemin odağına yerleşti. Son derece medyatik bir polemiği tetikleyerek, siyasetçileri ve kamusal aydınları tepki vermek zorunda bıraktı. Nitekim Charlie Hebdo da kayıtsız kalmamıştı. Terör saldırısı günü yayımlanan sayının kapak konusu Houellebecq ve romanına ayrılmıştı. Katliamdan kurtulan çizerlerden biri olan Luz bu sayı için yazarı üstü başı dökülen dişsiz bir kâhin kılığında, İslama kendi teslimiyetini ilan ederken çizmiş ve “Houellebecq’ten kehanetler” başlığıyla onun ağzından şu sözleri yazmıştı: “2015’te dişlerim dökülecek, 2022 Ramazan ayında da oruç tutacağım.” Roman 7 Ocak 2015’te, o meşum tarihte kitapçılarda satışa çıktı. Yıllar önce Plateforme (Platform) adlı romanının 11 Eylül 2001’den birkaç gün önce çıkmış olduğunu da hatırlatmadan geçmeyelim.
1970’li yıllardaki Fransız karşı kültürü Katolik Kilisesi’nin boyunduruğu altındaki dönemden kalma muhafazakâr değerlerin eleştirisi ve cinsel özgürleşme seferberliğiyle belirlenmişti. O yıllarda cinsiyet eşitliği ve cinsel özgürlük vaat eden yeni bir sekülerleşme dalgası hem kültürel hem de özel alana nüfuz etmişti. Birçokları için Mayıs 68 hareketi kadınların ve cinsel azınlıkların özgürleşmesinin sembolü haline gelmişti. 1970’te L’Hebdo Hara-Kiri dergisinin devamı olarak yayın hayatına başlayan Charlie Hebdo bu karşı kültürün belli başlı nüvelerinden biridir. Her türlü dini ya da ahlaki hegemonya biçimine sataşan “küstah” kalemleriyle bu derginin yazar ve çizerleri 68 kuşağının efsanevi figürleridirler. Fransa’da mizah ve ölçüsüzlük geleneği “hedonist figür” François Rabelais’nin eserlerinin tanıklık ettiği gibi on altıncı yüzyıla kadar uzanır. Charlie Hebdo’nun mizahı ise ezilenden, azınlıklardan yana, özgürlükçü sol hareketlerin çizgisini takip ediyordu.
Ancak kırk yıl sonra zaman çok değişti. 68’liler hareketi belli bir tahayyülde adalet idealine âşık ebedi bir gençliğin tecessümü olarak varlığını korumakla birlikte, hareketin aktörlerinin savunduğu birçok yenilikçi fikir bugün artık banalleşti. Kilise’nin boyunduruğundan kurtulmuş bir toplumda artık cinsel özgürlük ahlaki bir otoriteyle çarpışmıyor. 1990’lardan bu yana İslamın dinsel normları ve sembollerinin görünürlük kazandığı Avrupa toplumları, seküler ve cinsel özgürleşmesini tamamlamış toplumlardır. Bundan böyle düşünce ve ifade özgürlüğünün ve cinsel özgürlüğün en ateşli savunucularının vârisleri, Charlie Hebdo’nun genç çizerleri, büyüklerinin Kilise’nin boyunduruğuna karşı yürüttüğü mücadeleyi bugün İslama, özellikle de onun terörist sapmalarına yöneltmektedirler. Ne var ki, bunu yaparken çoğunlukla aşırı derecede tahrif edilmiş bir İslamın baskın medyatik temsillerini sorgulamadan devraldılar ve hem İslam dininin çeşitli veçhelerini hem de Müslüman kültürden gelen kendi hemşerilerinin düşünce ve hassasiyetlerini hesaba katmadan, onların kırılgan azınlık statülerini gözardı ettiler.
Medya mekanizmaları aktörlerin varsayılan özelliklerini vurguluyor, ayırt edici vasıflarını ve kültürel farklılıkları abartıyor. İkili karşıtlıklar bazındaki temsiller gri alanlara, görüş açılarının çoğulluğuna, yorumlama mesaisine ve tartışarak öğrenip dönüşme deneylerine yer ve zaman bırakmıyorlar. Bunun sonucunda oluşturulan klişe temsiller, kamusal ihtilafları tartışma zemininden uzaklaştırıyor. Düşünce ve ifade özgürlüğü savunucuları ile kutsal duygusunu muhafaza etmek isteyenler arasındaki çatışma böylece demokrasinin temeli olan toplumsal tartışmayı zehirleyerek sıradan insanların bir kenara itilmesine sebep oluyor.
Bu ortamda ifade özgürlüğü ve laiklik ilkeleri, efsunlu formüllere, çoğunluk toplumunun sözcülüğüne soyunanların entelektüel konforlarını korumak için arkasına sığındığı bir paravana dönüşüyor. Jean Baubérot’nun deyimiyle, “tahrif” edilen bu değerler bugün artık eşitsizlikleri artırmakta ve Müslüman kültürüne veya inancına sahip Avrupalıların sesine karşı bir sağırlığa yol açmaktadır. Bu kıymetli değerler Ötekini de fikrini beyana davet etmek ve toplumsal bağ kurmak yerine dışlayıcı söylemlere dönüşüyorlar. Müslüman Avrupalılar dinsel ve kültürel tekillikleri yüzünden vatandaş olarak kabul edilmekte zorlanıyorlar, aşağılanmaya maruz kalabiliyorlar. İfade özgürlüğüne olan bağlılıklarını ikrar etmeleri için medyada sürekli sorguya çekilen bu vatandaşlara, bizzat kendi dinleri ve pratikleriyle ilgili ihtilaf konuları hakkında ne düşündükleri ise ya hiç sorulmuyor ya da çok nadiren soruluyor.
Sorunların kaynağı Fransız toplumunun değerlerini paylaşanlar ile paylaşmayanlar, hoşgörü ve mizah duygusu olanlarla bu duygudan yoksun olduğu düşünülenler arasındaki uyuşmazlık değildir. Asıl mesele toplumun bir kesimini teşkil eden sıradan Müslümanların sesine kulakların kapalı oluşu ve onların varlığının, bakış açılarının, mizah anlayışlarının dikkate alınmayışıdır. Elbette İslam adına işlenen şiddet eylemlerinin etkisiyle bu durum daha da kötüleşmektedir. Charlie Hebdo çizerlerini, polisleri ve Hiper Koşer’in Yahudi müşterilerini hedef alan genç katiller her nesilden inanan veya inanmayan Müslüman Fransız vatandaşlarının seslerini müsadere altına aldılar. Cebir ve şiddet vasıtasıyla kendilerine göre kutsal’ın müzakere edilemez yegâne anlamını dayatmak için figüratif sanatsal temsilleri farklı yorumlama olasılıklarını ve çoğul bakış açılarının ifade edilmesi imkânını yok ettiler. Esas itibariyle salt ideolojik bir şeriat anlayışına sarılan ve Yahudi düşmanı bu terörist cihatçılar, Müslümanlar üzerinde bir otorite kurmak istemekte ve onları Avrupalı hemşerilerinden kopmaya, dahası kendilerine katılmaya zorlamaktadırlar.
Ancak çeyrek yüzyıl önce meydana gelen Salman Rushdie olayı örneğinde yaşananların aksine, bugün çok sayıda Müslüman Ocak 2015 saldırılarını hiç tereddüt etmeden ve ivedilikle kınamış ve kendilerini cihatçı ideolojiden ayrıştırmıştır. İsyanlarını dile getirmek için 2014’te IŞİD’in işlediği kıyımlara karşı Britanyalı Müslümanların başlatmış olduğu #NotInMyName –Türkçede Benim Adıma Asla ya da Benim Adıma Konuşma diye yankı bulmuş olan– kampanyayı güncellediler. Böylece sıradan Müslüman vatandaşlar kendi kişisel görüşlerini halka duyurarak “Müslüman” ya da “İslam” kelimelerinin onlar için ne anlama geldiğini kamusal biçimde açıkladılar.
Terör saldırılarının tetiklediği bir sürü yorum farklı İslam ve Müslüman algılarını yeniden gündemin merkezine yerleştirdi. Kimine göre İslami terörizm bizzat İslamiyet dinine içkin bazı özelliklerle açıklanabilirdi. Çağdaş İslamda dini otorite, küfür kavramı ve ölüm fetvaları bir kez daha soruşturma konusu oldu. Kimisi içinse terörizmin asıl sebebi jeopolitik ortam ve Avrupalı Müslümanların sosyoekonomik durumlarıydı. Ayrıca sahipsiz gençlerin cihatçılar tarafından beyinlerinin yıkanması, teröristlerin kimlikleri, toplumsal yaşam seyirleri, radikalleşme nedenleri, haksızlık duygusu, Irak’taki ve Suriye’deki savaşlar da hatırlatıldı. Dikkatler yeniden Müslüman nüfusun entegrasyonundaki başarısızlığın sebepleri üzerine çekildi. Semantik bir kaymayla “getto” denmeye başlanan çoğunlukla göçmen kökenli toplulukların yaşadığı banliyöler, okul ve hapishaneler, eğitimsizlik ve suça yatkınlık gibi birçok sorunun yoğunlaştırıcısı mekânlar olarak tespit edildi. Elbette tüm bu sorunların irdelenmesi gerekmektedir. Bununla birlikte yeniden İslamın ve Müslümanların sadece toplumsal ve dini bir “sorun” olarak kavramsallaştırılması sade vatandaşları gözardı etmektedir.
Böyle bir ortamda, pek ehemmiyet verilmeyen ya da “büyük toplumsal sorunları” temsil etmedikleri düşünülerek kenara itilen sıradan Müslümanların görünürlükleri daha da azalıyor. Toplumsal basamakları tırmanmış, meslek sahibi orta sınıfları oluşturan, avukatlık, doktorluk yapan ya da hizmet ve kültür sektöründe çalışan, aralarında sanatçılar bulunan, tekillikleri, imanları ve kültürleri ile vatandaşlıklarını bağdaştırmak için çaba harcayan sayısız birey yok sayılıyor. Başörtüsü takmak, namaz kılmak, helal yemek, oğlunu sünnet ettirmek, yakınlarının mevtasını Müslüman mezarlığında gömmek ile Fransız toplumuna ait olmak arasında bir tezat görmeyenlerin sesleri duyulmuyor. Oysaki 1980’li yıllardan bu yana çoğunluk toplumunun gözünde “sorun yaratan” bizzat onların mevcudiyetidir. Terör saldırıları işte tam da bu sıradan Müslümanların vatandaş olma arayışlarına ve günlük yaşamda görünür olma taleplerine ket vuruyor, onları daha da kırılgan bir duruma düşürüyor.
Terör saldırılarının ertesinde Paris’te 11 Ocak 2015 günü Cumhuriyet Meydanı’nda başlayıp Ulus Meydanı’na kadar uzanan muazzam bir yürüyüş düzenlendi. Aynı anda Fransa’nın diğer büyük şehirlerinde de yürüyüşler yapıldı. Böylece bütün bir Fransa toplumu teröristlerin tuzağına düşmemek, kutuplaşma içine girmemek konusundaki azim ve kararlılığını göstermiş oldu. İslama ya da göçmenlere karşı hiçbir sloganın yer almadığı, hatta katillerin bile ima edilmediği bu yürüyüşler korku ve düşmanlık politikalarını etkisiz hale getirmenin mümkün olduğunu kanıtladılar. Milyonlarca vatandaş herhangi bir düşmana karşı gövde gösterisi yapmak için değil, toplum olarak kendilerini olumlamak için toplanmıştı. Bu hareket halk ya da ulus kategorisi içine yedirip farklılıkları aşmaya çalışmadan vatandaş olmanın yeni bir ifade biçimini sahneye koydu.
Milyonlarca insan ailece, çoluk çocuk sokağa döküldü. Elde yazılmış pankartlar, evde hazırlanmış derme çatma dev kalemler taşıyorlardı. Avrupa ve tüm dünya ülkelerinin bayrakları altında, melez ve çokdilli bir birliktelik ortaya çıktı. Tüm bir toplum kendini farklı bir aynada gördü. Paris’teki ve diğer kentlerdeki bu yürüyüşler sırasında kamusal meydanlarda toplum inşasının yeni sahne düzeni prova edildi. Kamusal alandaki bu performatif eylemler günlük yaşamın, sokağın ve geleceğin yeniden sahiplenilmesi anlamına geliyordu.
Yürüyüş için bir araya gelmek bireylerin kendi tekilliğini ifade etme, kendi görüşünü dillendirme biçimi olduğu kadar paylaşmak, fikir alışverişinde bulunmak ve bağ kurmak için yüzünü diğerlerine, komşuya gösterme arzusunun da bir ifadesiydi. Biri “Ben Müslüman’ım, Yahudileri severim”, diğeri de “Ben Yahudi’yim, Müslümanları severim” yazan pankartlarını gururla sallayan, kol kola girmiş iki katılımcı bu yürüyüşlerin ruhunu özetliyordu adeta. Koşer ve helal yaşam biçimlerinin omuz omuza var olduğu aynı ülkeyi paylaşan Yahudiler ile Müslümanlar arasında gerekli olan bağı gösteren sembolik bir jestti. Böylece yürüyüş için bir araya toplanmak bireyler için diğerlerinin varlığı eşliğinde dönüştürücü bir deneyim yaşama ve topluluk inşa etme biçimi oluyordu.
Vakur olmakla birlikte mizahı elden bırakmayan katılımcılar terörizm korkusuna yenilmeyeceklerini gösterdiler. Hem slogan hem logo, slogo olan “Ben Charlie’yim” (Je suis Charlie) yürüyüşlere kişisel bir ton kazandırarak katılımcıları gözyaşı ve duygudaşlıkta birbirine kaynaştırdı. “Charlie” sevimli bir karaktere dönüşerek tüm dünyada dolaşıma girdi. Saldırının kurbanlarıyla dayanışma adına olduğu kadar Fransa’ya duyulan sempati adına da dünyanın dört bucağında sayısız kişi tarafından benimsendi. “Charlie” aynı zamanda bazılarının neden kendilerini Charlie Hebdo mizah dergisinin yayın çizgisine yakın hissetmediklerinin sebepleri üzerine düşünmeye de vesile oldu. Her halükârda vatandaşlarının zor zamanlarda toplum inşa etme azmiyle Fransa, bir kez daha, tıpkı Mayıs 68 sonrasında olduğu gibi, bir an için yeni bir demokratik tahayyülün ilham kaynağı haline geldi.
Bu yürüyüşler aynı zamanda Avrupa topluluğuna da sokakta sıradan vatandaşlar tarafından kotarılan yeni bir anlam kazandırdı. Farklılıkları birbiriyle konuşturarak bir topluluk inşa etme, Étienne Balibar ya da Isabelle Stengers gibi düşünürlerin deyimiyle, bir “kozmo-politik” oluşturma imkânını ortaya çıkardı. Bu imkânı gerçekliğe dönüştürebilmek için Avrupa şüpheciliğinden vazgeçilmesi zorunludur. Çünkü Avrupa, demokrasilerin en can alıcı meselelerini yapıcı ve yaratıcı biçimde tartışarak gündelik yaşamda bir kamusal kültür oluşturmaya, şiddete karşı medenilik panzehrini kullanmaya elverişli bir coğrafya olma potansiyeli taşımaktadır.
"Gündelik yaşamda Müslümanlar" hakkında Avrupa çapında gerçekleştirilen bir araştırmanın ürünü olan bu kitap Charlie Hebdo ve Hiper Koşer dramlarının öncesi ve sonrasına ışık tutuyor. İslam kaynaklı ihtilafların Avrupalı soykütüğünü inceliyor. Tartışmaların medyatik boyutuyla sınırlı kalmadan ve İslamın “Avrupa değerleri” ile bağdaşıp bağdaşmadığı sorusuna takılmadan kurgulanan anlatı çizgisi, okuru sıradan insanların evrenine taşıyor. Böylece Müslümanların kurucu aktörleri olduğu yeni bir kamusal kültürün ortaya çıkışını keşfetme imkânı sağlıyor. Burada söz konusu olan bakış, ne iyimserlik ne kötümserliktir. Sosyal bilim araştırmacısının görevi bugünün dinamiklerini incelemek kadar imkânlar ufkunu da aydınlatmaktır. Bu da toplum inşasına katılma sorumluluğunu yüklenmek anlamına gelir. Sosyolojik hayal gücünün yanı sıra, kültürler ve kişiler arası tercümanlık yetisine de sahip olunmasını gerektirir. Bu kitap farklılıkları örtbas etmeden, ihtilaf yaratan konulardan yola çıkarak hakikat, adalet ve estetik kaygılarıyla yeni bir kamusal kültürün sancılı oluşumunu gösteriyor. Bu vesileyle toplumlarımızın rahatsızlıklarına bir panzehir sunabilmeyi ve kültürel yenilenmeye katkıda bulunmayı amaçlıyor.
* İng. submission ve Fr. soumission, biat, itaat, teslimiyet, boyun eğme anlamlarını taşıyor.–ed.n.